Kendi Kanını İçen Aslan

17 Nisan 2025

Aslan avcılığının yapıldığı neredeyse tüm eski kültürlerde bilinen bir avlanma yöntemi vardır:

Image

Avcı aslan için bir tuzak hazırlar. Bu, içinde kan bulunan bir kaptır. Kabın içinde kırık cam ve benzeri kesiciler vardır. Aslan kan kokusuna gelir, kaptaki kanı yalamaya başlar. Bu sırada dili kesilir, kanamaya başlar ve aslanın kanı önündeki kaba akar. Bir süre sonra aslan artık kendi kanını yalamaktadır. Kanın tadı onu mest etmiştir. Sonunda kendi kanının tadıyla mest olan aslan kan kaybından ölür.

Bu toplum da kendi kanını içen bir aslana dönüştü. Kendisiyle çatışmaktan, kendisine karşı zafer kazanmaktan mest olmuş durumda. Ama mağlup ettiği de kendisi. Peki, kendini hızla kendi sonuna sürükleyen toplum, büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunun farkında mı?

Toplumların hayatında ortaya çıkan her sorunun bir tarihi vardır. Büyük sorunlar akşamdan sabaha oluşmaz. Onlarla yüzleşip çözüm yolları aranmadığında, sorunlar halının altına süpürüldüğünde ölümcül bir hastalığa dönüşürler. Tüm günü kurtarmalar yarının kaybedildiği anlamına gelir. 

Bu toplumun da yorucu, yıpratıcı bir yakın tarih var. Yaklaşık iki yüz yıldır bitmek tükenmek bilmeyen problemlerle uğraşıyoruz. Problemlerin bir türlü çözülememesine neden olan daha derinde daha kalıcı bir sorunumuz var. Onu da yok sayarak üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Ne kadar yok sayılırsa sayılsın onun varlığı takribi iki yüz yıldır defnedilmemiş bir cenaze gibi ortada duruyor. Görmediğinizde kokusu, gördüğünüzde dehşeti tahammül edilir gibi değil. Defnedilmiyor, etrafından dolaşılıyor.

Bir sorunu çözmek için önce bir sorunun olduğunu kabul etmek gerekir. Sonraki aşama da sorunun ne olduğunu doğru tespit etmektir. Ondan sonra yapılacak olan da bu sorunun çözümüne dair doğru yöntemi tespittir. En son aşamada da irade ve gayret göstererek sorunun doğru çözümü için çalışmak gerekir.

Kısaca:

  1. Aşama: Bir sorunun varlığının kabulü
  2. Aşama: Sorunun ne olduğunun tespiti
  3. Aşama: Sorunun çözümü için doğru yöntemin tespiti
  4. Aşama: Çözüm odaklı ortak çaba

 

  1. Aşama: Bir Sorunun Varlığının Kabulü

Her ne kadar yokmuş gibi yapılıp görmezden gelinse de, yüksek sesle dillendirilmese de sorun makul insanlar açısından kolaylıkla tespit edilir. Takribi iki yüz yıldır süren bir sorunun varlığını reddetmek pek mümkün değildir. Etnik ve dini açıdan ele alınırsa sorunun tarihini yüz yıllarca geriye götürmek de mümkündür. Ancak İmparatorluğun gerileme döneminden itibaren sorun artık belirgin bir çatışmanın konusudur. Devamında bu çatışma derinleşerek tarafları birbirinden nefret eden düşmanlara dönüştürmüştür. Askeri vesayet dönemlerinde farklı seslerin bastırılması ile “sanki toplumsal birlik” tesis edilmiş gibi görünse de çatışma uygun zaman ve koşullar için ertelenmiştir. Ancak bu düşmanlık ve çatışma içten içe beslenmiş, büyütülmüştür. Dolayısıyla her ne kadar yüksek sesle söylenmese, görmezden gelinse de “büyük bir sorun” vardır. 

  1. Aşama: Sorunun Ne Olduğunun Tespiti

İkinci aşamada da mesele -eğer taraflarca iyi niyetle ve makul biçimde ele alınacak olursa-  sorunun ana hatları “kabaca” şöyle çizilebilir:

Toplumun parçalı bir yapıdan oluştuğu ve bu yapılar arasında bir çatışma olduğu belirgindir. İmparatorluk bakiyesinden bir ulus yaratma motivasyonu belli ki doğru sonuç vermemiştir. Ulus devlet anlayışı ve modernizmin “moda” olduğu bir zamanda imparatorluk bakiyesinden “modern” bir “ulus” yaratmak, sağlıklı bir toplum kurmak hayali maalesef eldeki malzemenin niteliği bakımından pek de mümkün olmamıştır. Hem binlerce yıllık bir geleneğin ürünü olan eldeki bakiye aynı zamanda farklı etnik unsurların toplamıdır. Hem zihniyet hem de etnik aidiyeti modernist bir anlayış ve ulus devlet yöntemleriyle baskıcı biçimde buluşturmak doğru sonuçlar vermemiştir. Askeri, ekonomik ve politik gücün mutlak hakimlerinin, yasama ve yürütme erkini sorgusuz sualsiz aynı hedefe yönelik olarak çoğu zaman da acımasız biçimde kullanması neticesinde kitlenin önemli bir kısmını merkezin dışına itilirken, küçük bir kesimi de yeni yapının tüm nimetlerinin sahibi kılınmış; politik, ekonomik, bürokratik hakimiyet bu kesime verilmiştir. Devamında sermaye, medya, sanat dünyası da bu kesimin kontrolüne verilerek yeni anlayış kendi propagandasını güya “sivil” alanda da ustaca yaptırmıştır.

Toplumun etnik ve dini açıdan yeni anlayışla çatışan kesimi, yer yer paravan örgütlenmelerle, yer yer sivil toplum örgütleri şeklinde organize olma yoluyla var olmaya çalışırken diğer yandan da yeni yaşamın nimetlerinden ya hiç yararlanamamış ya da sınırlı biçimde yararlanmıştır. Bu süreç artık herkesin kabul ettiği uzun yıllar sürecek bir takım mahrumiyetlere hatta kan davasına dönüşecek büyük travmalara neden olmuştur. Ya yeraltına ya da kenara itilen bu kesimler doksanlardan sonra hem dünyadaki hem de içerideki bir takım değişikliklerle kenardan merkeze doğru hareket etmiş ve en son merkezde kendini var etmeye ve ifade etmeye başlamışlardır.

Bu süreç pek tabi söylendiği kadar kolay olmamıştır. Sürgünlerden idamlara, darbelerden muhtıralara kadar bir dizi antidemokratik ve trajik yakın tarih sicili sürecin tamamına yayılmıştır. Bu bağlamda “güya” sivil(!) medya ve sanat dünyasından hatırı sayılır bir itiraz bir eleştiri görülmediği gibi üstelik olup biten tüm antidemokratik uygulamaların meşruiyeti de bu aygıtlarla sağlanmıştır.

Doksanlı yıllardan sonra hem dünyada hem de Türkiye’de meydana gelen bazı değişimlerden sonra kenarda kalan çoğunluk merkezde kendini ifade edip iki binli yıllardan sonra da merkezi ele geçirince roller değişmeye başlamıştır. Önce politik erkin, sonra sermaye ve medyanın ele geçirilmesiyle askeri ve bürokratik vesayet de ortadan kaldırılınca bu sefer daha önce pek duyulmayan demokratik itirazlar duyulur-görülür olmaya başlanmıştır. Ancak neredeyse yüz yıllık sürgün, idam, muhtıra ve darbeler tarihinin kenara itilmiş kesimleri de bu sefer yükselen itirazlara pek kıymet vermemiştir.

İşte bu ikinci aşamadır. Uzun soluklu bir ikinci aşama... Neredeyse Tanzimat’la başlayan ve günümüze, dijital çağın eşiğine kadar süren aşama...

Öncelikle bu ikinci aşamanın doğru bir analizini yapmak gerekir. İkinci aşama doğru biçimde analiz edilmeden üçüncü aşamaya geçmenin bir anlamı olmaz. Bu aşama tarafların temsilcileri tarafından masaya yatırılmadan, bu aşamayla yüzleşmeden, bu bağlamda taraflar özeleştiri yapmadan yapılacak her şey çatışmanın taraflarının kendilerini haklı kabul etmesinden ve düşmanlarını yok etme dürtüsünü beslemekten başka bir şeye yaramaz. Tıpkı hekimin hastalığı yanlış teşhis edip tedaviye başlaması neticesinde hastayı kaybetmesi gibi bir sonuç doğacaktır.

Tarafların çatışmanın psikolojik üstünlüğünü ele geçirmek için yaptıkları propagandada ne kadar doğru şeyler söylediklerinin bir kıymeti yoktur. Bunlar ancak taraftarların motivasyonunu yüksek tutmaya yarar. Biz haklıyız, duygusu pekişen taraftarlar da çatışmaya dört elle sarılır. Gündelik politik meseleler üzerinden zekice retorikler geliştirenler en fazla kendilerini haklı hissederek kendilerini tatmin edebilirler. Hedef çatışarak zafere ulaşmaksa bu zaten yapılmakta ve ilmek ilmek bir Pirus zaferi inşa edilmektedir.

Eğer bu çatışmacı toplumdan sağlıklı bir toplum çıkarılmak isteniyorsa haklılıkların değil hataların masaya yatırıldığı, öz eleştirilerle ve nihayetinde uzlaşma ile bir anlaşma zeminin inşası gerekir. Bu toplum sorunun ne olduğuna dair yüzleşme ve çıkarım sürecini yaşamamıştır. Herkes için tüm sorunların sebebi “öteki”dir. Haklı olan “biz”dir. Toplum bir çeşit “kendi kanını içen aslana” dönüşmüştür. Maalesef bundan beslenmekte hatta bundan zevk almaktadır. Ancak beslenip zevk aldığı şey kendi kanıdır ve kısa süre sonra ölecektir. 

3. Aşama: Sorunun Çözümü İçin Doğru Yöntemin Tespiti

İkinci aşama geçildikten sonra mevcut sorunun çözümüne dair bir yöntem üzerinde anlaşmak gerekecektir. Bu da bu toplumu teşkil eden yapıların iyi niyetli ve çözüm odaklı tavrı ile mümkündür. Tarafların kırmızıçizgilerini birbirlerine dayatmadan, adalet ve refah ekseninde ortak yaşam zemininde anlaşmak gayet olasıdır. Ancak bu toplumun niteliği ve geçmiş tecrübeleri bunun da pek mümkün olmadığını göstermektedir. Zira herkesin ötekinin putuna karşı olduğu, kendi putlarına karşı sadık birer kul olduğu; kendi putlarının yok edilmesi bir yana tartışılmasının bile büyük günah sayıldığı bir toplumdan bunu beklemek hata olacaktır.

4.Aşama: Çözüm Odaklı Ortak Çaba

Sonra da dördüncü aşamada ortak çaba ile sorun çözülebilir.

Ancak son iki aşama henüz ufukta görünmüyor. Zira bugün merkezi elinde tutanlar da merkezi kaybetmiş olanlar da ortada yüzleşilmesi gereken bir sorun olduğunda anlaşmış değiller. Tüm taraflar maçın sürdüğünü düşünüp son dakika golüyle maçı galip bitirebileceklerine inandıkları için galibiyetin nimetleri dururken rakip takımla berabere kalmanın bir yenilgi olduğunu düşünüyorlar.

Yolsuzluk, hukuksuzluk, adam kayırma gibi meselelerin kalabalıkların saf değiştirmesine neden olması, bir aydınlanma yaratması da mümkün olmuyor. Çünkü “taraflar” bu başlıklarda şöyle düşünüyor:

“Bizimkilerin yaptığı, bizimkilere yarayan ve ötekilere zarar veren her şey zafere giden yolda mubahtır. Zafer güçlü olanındır. O halde bizi güçlendiren, ötekini zayıflatan normal şartlarda kötü sayılacak şeyler pekâlâ görmezden gelinebilir, bunlar bir çeşit ganimettir.” Bu yaklaşım tüm taraflar için böyledir. Bu sebeple düşman tarafların işlediği “cürümler” karşı saflarda bir gevşemeye, taraftarlarda kopmaya, saf değiştirmeye neden olmaz. Bu bağlamdaki propagandalar daima safların sıkılaşması ile son bulur. Evet, bu bir ahlaki çürümedir. Ancak bu çürümeden de kimse mustarip değildir. 

Hasta, iyileşebilmek için önce hasta olduğunu kabul edip çare aramaya niyet etmelidir. Burada olup bitense adalet, ahlak, insan hakları ve benzeri kavramlar etrafında üretilen bir retorikle kendi taraftarlarını çoğaltmak ve onları kanalize etmektir. Özeleştiri bu topraklara yabancı bir kültür olduğu gibi, dile getirildiğinde bir çeşit yenilginin kabulü anlamına geleceği için taraflar büyük günahtan kaçar gibi özeleştiriden kaçmaktadır. Merkezi elinde tutanlar da merkezden uzaklaştırmaya çalıştıkları için onların sicillerindeki suçlara işaret ederek bugün işlenen cürümlerin aslında pek de dikkate alınmamasını istemektedir. Bugün merkezi kaybedenler de güç ellerindeyken sanki toplumun büyük kesimini oluşturan “taşralılara” çok yaşam hakkı tanımışlar gibi pirüpak bir retorikle haklı görülmeyi talep etmektedir.

Aslında demokrasiden dem vuranlar demokrat, adalet isteyenler adil, Allah’ın ayetlerinden dem vuranlar iyi bir mümin değildir. Bu kavramlar aslında taraftarları motive etmek için bir araçtır. Tüm taraflar zafer için bütün ilkelerini, değerlerini feda etmeye hazırdır. Bu kavramlarla kendilerini anlatan az sayıda “samimi” insanın da sonucu değiştirme gücü yoktur.

Sorun yoksa çatışma tarafların bekası açısından kaçınılmazdır. Kaçınılmaz çatışmalarda beka uğruna her yol mubahtır. Zafere giden her yol meşrudur. Bu hengâmede demokrasi, hukuk, adalet, hakkaniyet, ahlak, ilke gibi kavramlar pek tabi kendisine taraftar bulamayacak, fantastik bir temenni olarak kalacaktır.

Güç odaklı politik bir süreçte yaşanacak olanlarla, çözüm odaklı süreçte yaşanacak olanlar aynı şey değildir. Güç odaklı politik süreçte sayısı çok olan haklı sayılacak ve hikâye böyle devam edecektir. Dün, bugün ve yarın için bu böyledir. Nutukla, retorikle politik aktörler belki gücü ele geçirebilir ya da gücü elinde tutabilir ancak bu toplumu tüketen, kansere dönüşen çatışmayı durdurabilmesi mümkün olmayacaktır. “Hele gücü bir elimize geçirelim bakın nasıl adalet gelecek, demokrasi gelecek.” yaklaşımına ancak gülünebilir. Aynı filmi üçüncü kez izlerken sürpriz son bekleyen kişinin aklından şüphe edilir.

İnsanlar unutabilir ancak toplumlar unutmaz. Zira insanoğlu yaşarken tarih denilen bir hafıza icat etmiştir. Çatışmanın tarafları daima “öteki”nin günahları üzerinden kendine bir haklılık devşirip kendi cürümlerini temize çekecektir. Bu da kıyamete dek sürgit yaşanacaktır. Ya da “biz” ve “öteki” iyi niyetli biçimde masaya oturup “Bir sorunumuz var ve bu sorunun ne olduğunu oturup konuşalım, buna ortak bir çözüm üretelim ve bunu çözelim.” demek zorundadır.

Olur mu? Bu toplumu tanıyan hiç kimse buna maalesef olur diyemez. Olacak olan nedir? Yarıdan bir fazlası ne derse o olacak ve kıyamete dek “suçlular” ve “haklılar”, “biz” ve “ötekiler”, “iyiler” ve “kötüler” temalı bolca nutuk dinleyerek bu toplum tükenecektir. Bu sırada birileri saltanat sürerken toplumun çatışan geniş kesimleri de çile, umut, kaygı ve korkularla hayatlarını sürdürecektir. Tedavi edilmemiş ağır hastalıklar; içinde bulunduğu bünyeyi yıpratır, tüketir ve öldürür.

Endoktriner zorunlu eğitimin asırlık geleneği ile devam edilen bir vasatta asırlık düşmanlıkların, çatışmaların üstesinden gelecek nesiller yetişmesini beklemek oldukça zordur. Aksine yeni yetişen nesillerin de büyük bir motivasyonla ateşe odun taşıyacaklarını söylemek kehanet sayılmamalıdır. Dijital çağ, z kuşağı, yapay zekâ ve benzeri değişimlerden umudu olanlar için de bize “Umut güzel şeydir.” demek düşer. Nasıl ki dünyadaki gelişmeleri 19. yüz yılda bir kez kaçırıp yaklaşık iki yüz yıldır bedelini ödediysek dijital çağa girerken dünyayı tekrar kaçırıp kıyamete birbirimizi tüketerek sürükleneceğiz.

Evet.

Bizim büyük bir sorunumuz yok.

Ne çatışma ne düşman taraflar ne toplumsal öfke ne kin ne nefret…

Zaferi bir kazanalım, bakın her şey nasıl da güzel olacak…

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
12 kez görüntülendi. 142 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.