Son zamanların en önemli iki konusu gündemimizi tutmaya devam ediyor. Ekonominin gidişatı ve pandeminin verdiği tahribatın etkileri… Öncelikle pandemi sürecinde neler olduğunu anlamak için bazı göstergeleri inceleyelim.
COVID-19 salgını nedeniyle baş gösteren ekonomik daralmayla mücadele kapsamında Mart ayından itibaren para ve bankacılık, iş ve SGK, vergi ve sosyal yardımlar alanında piyasayı rahatlatıcı bir dizi tedbir alınmıştı. Bildiğiniz üzere verilen krediler noktasında da ciddi tartışmalar olmuştu. Kredilerin faiz oranlarının ve hibe olup olmaması noktasında gelişen bu tartışmalar gündemi tutmuştu. O dönemde verilen destek kredilerinin bu ay itibariyle geri ödemeleri başlamak üzere ve geri ödemelerin zorluğu nedeniyle yeni tartışmalar da gündeme gelmeye başladı.
Enflasyondaki yükselmenin son dönemde inşaat ve otomotiv alanlarında verilen tüketici kredileri sebebiyle artması ise pek çok ekonomistin ortak kanaati. Şartlar böyle iken enflasyon konusunda ne tür önlemler alınacağı merak konusuydu. Yeni açıklananla birlikte bir süre önce açıklanan bazı tedbirler ile hükümetin artık pandemi sürecinden ve bu psikolojiden uzaklaşmaya başladığını gösteriyor.
Şimdi bu tedbirlere bir göz atalım;
- Merkez Bankası, 2 yıl aradan sonra aldığı faiz arttırma kararıyla politika faizini 200 baz puan (%2) arttırarak %8.25’ten 10.25’e çıkardı. MB’nin sıkılaştırma adımları ve artan enflasyonun da etkisiyle faizin Ağustos ayı başından itibaren yükselişe geçmesi sonucu TL mevduatta tüm vadelerde faiz %10’un üzerine çıktı. Faiz artışı kredi talepleri üzerinde etkisini gösterdi ve tüketici kredisi talepleri daraldı, konut ve taşıt kredileri talebinde de daralma başladı. Artışın döviz kuru üzerindeki etkisi ise ilk etapta sınırlı kaldı. Diğer taraftan, son artışa rağmen faizler ortalamada hala enflasyonun altında, başka deyişle “reel faiz” negatif seyretmekte. Bilindiği üzere TÜİK Ağustos ayında yıllık enflasyonu %11.77 olarak açıklamıştı. Merkez Bankası’nın faiz konusundaki geri adımı piyasa şartlarının artık belirleyici bir özellik gösterdiğini de göstermektedir. Diğer bir değişle mevcut durum ekonominin romantik yaklaşımlarla yönetilemeyeceğini göstermektedir. Burada altın fiyatlarındaki artış ve ithalat seviyelerindeki duruma bir mim koyarak devam edelim.
- Döviz ve altın alımında tahsil edilen Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi (BSMV) yeniden binde 2’ye indirildi. Mayıs ayında binde 2’den binde 10’a yükseltilen BSMV’nin tekrar binde 2'ye indirilmesi devletin vergi gelirinde cüzi bir azalmaya yol açacak olsa da, bu adımın piyasaya olan güveni ve şeffaflığı arttırması, kayıt-dışı altın ve döviz alım-satımını azaltması gibi pozitif etkileri olacaktır. Biraz önce altın için koyduğumuz mimi açmanın zamanıdır. Ağustos ayında altın ithalatının aylık olarak yüzde 394 artarak 1989 yılından bu yana en yüksek artışını gerçekleştirdiği görülüyor. Türkiye'ye ağustos ayı itibariyle 4.08 milyar dolarlık altın girişi olduğu dikkate alındığında tüketicilerin ya da piyasaların altına olan talebini anlamak gerekir. Burada özellikle sorulması gereken birkaç önemli soru var: neden piyasalar döviz ya da mevduat seçenekleri yerine altını tercih ediyor. Öncelikle TL’nin devamlı değer kaybetmesi ve reel faizlerin enflasyonun altında kalması burada ana gerekçe olarak gösterilebilir.
- Mevduat vergisinde yıl sonuna kadar indirim yapıldı. TL cinsi mevduatın faiz getirisinden tahsil edilen stopaj vergisi vadesiz, ihbarlı ve 6 aya kadar vadeli mevduatta %15’ten %5’e; 1 yıl vadeli mevduatta %12’den %3’e, 1 yıldan uzun vadeli mevduatta ise %10’dan sıfıra çekildi. TL mevduatının faizinden alınan verginin azaltılmasıyla TL’nin değerini korumanın, yerli tasarruf sahibinin eğilimini dövizden TL’ye kaydırmanın ve yurtdışından yatırımcıları yeniden ülkeye çekmenin, yastık altındaki birikimlerin bu hesaplarda değerlendirilmesini teşvik etmenin amaçlandığı anlaşılmakta. Ancak buradaki temel sorun hala reel faizlerin enflasyonun altında kaldığı bilinirse alınan bu tedbirin ne kadar başarılı olacağı anlaşılacaktır. Bu maddenin başarılı olması için Merkez Bankasının yeni bir faiz artırımın beklemek ise hayalci olmayabilir.
- BDDK aktif rasyosunu 1 Ekim’den itibaren mevduat bankaları için %95’ten %90’a, katılım bankaları içinse %75’ten %70’e düşürdü. Burada Aktif Rasyo konusunu bilmeyenler için açmakta fayda var. Bir bankanın topladığı mevduatın ne kadarını tekrar piyasaya vermesi gerektiğini ifade eden Aktif Rasyosu, pandemi sürecinde piyasaların artan nakit ve kredi ihtiyacını karşılamak amacıyla uygulamaya konulmuştu. Başlangıçta mevduat bankaları için %100, katılım bankaları için %80 olan AR, daha sonra %95’ve %75’e çekilmişti. Yeni ve normale yakın olan şimdiki %90 ve %70 oranlarına göre mevduat bankaları topladıkları mevduatın %10’unu, katılım bankaları ise %30’unu piyasaya vermeden ellerinde tutabilecek. Para arzında kontrolü arttıran bu değişikliğin dezenflasyonist etkisi de beklenebilir. Diğer bir değişle para politikalarının sıkılaştırma için yeni bir önlem daha devreye sürülmüş durumda.
- BDDK’nin normalleşme adımları kapsamında attığı diğer bir adım ise yurt dışı yerleşiklerin TL’ye erişimini sınırlayan düzenlemelerde esneklik sağlamasıdır. BDDK Nisan ayında aldığı bir kararla bankaların –konsolide kredi kuruluşu ve finansal kuruluş vasfı olan ortakları hariç- yurtdışı yerleşiklerle yapacakları “vadede TL alımı yönlü” swap, forward, opsiyon ve diğer türev işlemlerin toplamının bankaların yasal özkaynaklarının %1'ini geçemeyeceğine hükmetmişti. Mayıs ayında bu limiti daha da kısarak %0.5’e çekmiş, sonra ise bazı kuruluşları bu kararlardan muaf tutmuştu. 25 Eylül’de aldığı yeni kararla BDDK bu limitleri TL alımında %1’den %10’a, TL satışında ise kısa vadeden uzuna doğru %2 ile %20’ye kadar esnetmiş bulunmaktadır. Bu adımın en büyük etkisi piyasa mekanizmasına ve TL’ye olan güvenin tam olduğu mesajını vermesidir. Diğer bir değişle hükümet artık hem normalleşme hem de sıkılaştırma işlemlerini bir arada götürmeye karar vermiş gözüküyor. Bir diğer husus ise döviz kurlarının kontrol mekanizmalarını gevşetmiş gözükmesidir.
Yukarıda bahsedilen tedbirleri topluca inceleyecek olursak hükümetin artık piyasalara daha rasyonel olarak müdahale etmek istediğini,piyasaların hatta kendi şartları içinde belirlenmesinin uygun olacağını düşündüğünü görüyoruz. Daha teknik bir dille ifade edersek; kararların zamanlaması, ekonomi bürokrasisinin özellikle para politikası alanında pandemi sürecinde uygulamaya koyduğu tedbirleri sonlandırarak hızla normalleşmeye geçmekte olduğu anlaşılmaktadır. Böylece, salgın sürecinde piyasanın nakit ve kredi ihtiyacını karşılamak ve talebi canlandırmak amacıyla gevşetilen –ve şimdi enflasyonist baskı yaratmaya başlayan- para, kredi ve likidite musluklarının sıkıldığı, buna eşlik eden düşük faiz politikası ve aktif rasyosunun revize edildiği görülmektedir. Sözkonusu kararlar niteliği bakımından incelendiğinde ise faizin arttırılması, mevduat vergisinin sembolik düzeye indirilmesi, altın ve döviz alımında uygulanan BSMV’nin azaltılması/kaldırılması, SWAP ve diğer türev işlemlere getirilen esneklik tümü bir arada yeni bir bakış açısını da yansıtmaktadır.
YEP mi OVP mi?
Şimdi, Maliye ve Hazine Bakanı Berat Albayrak’ın son açıkladığı yeni Ekonomik Programa göz atalım. Eski adıyla Orta Vadeli Program (OVP) yeni adıyla YEP, önümüzdeki üç yılın yol haritasını çizdiğini biliyoruz. Öte yandan da 2019’da üç yıllık YEP yayımlanmıştı. Ancak COVID-19 nedeniyle tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ekonomik hayatın beklenmedik biçimde sarsılması, üzerinden henüz 1 yıl geçmeyen YEP’in güncellenmesini gerektirmişti.
Bu yıl salgın nedeniyle alınan finansal tedbirlerin kademeli olarak kaldırılacağını ve normalleşme adımlarının devam edeceğini öngören Program, 2020 için %0.3 büyüme (veya kötümser senaryoya göre %1.5 küçülme), izleyen üç yıl içinse sırasıyla %5.8, %5 ve %5 büyüme hedeflemekte. Hiç sözü uzatmadan programın hedeflerini aşağıdaki tablodan görebilirsiniz.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu yılı ve önümüzdeki birkaç yılı etkileyecek şekilde makro ve mikro ekonomik parametreleri değiştiren salgın şartları nedeniyle yeni bir ekonomi programı yapılması genellikle normal karşılanmalıdır. Daha önce açıklanan OVP’nin sürdürebilmesi imkân dâhilinde değildi. Ancak, YEP’te belirlenen makroekonomik hedeflerin gerçekçiliği tartışmaya açık durumda. Özellikle içinde bulunduğumuz yıl itibariyle bakıldığında büyüme, enflasyon ve döviz kuru hedeflerini tutturmanın güçlüğü gözükmektedir. Hatta denilebilir ki YEP’te açıklanan hedefler fazlasıyla iyimser gözükmektedir. Bir diğer husus önümüzdeki üç yıl için öngörülen %5 ve üstündeki büyümenin düşük cari açık ve düşük enflasyonla nasıl bağdaştırılacağı, şimdiden 7.70 -7.80 bandında seyreden $/TL kurunun nasıl üç yıl boyunca nasıl kontrol edileceği noktalarında ciddi soru işaretleri vardır. Son dönemde alınan bazı tedbirleri yukarıda açıklamıştık. Enflasyon, faiz ve döviz kurlarına yönelik bazı tedbirlerin hükümetin ekonomi politikalarında ciddi bir değişim sinyali verdiğini söylemiştik. Önümüzdeki süreçte bir erken seçim beklentisinin oluşabilme ihtimali hükümetin açıkladığı programı ne kadar sıkı uygulayacağı yönünde bazı soru işaretleri doğurmaktadır.
Bununla birlikte, yeni Programda ilk kez olumlu senaryonun yanı sıra olumsuz senaryoya da yer verilmesi ve olumsuz senaryoya göre revize hedeflerin konulması pozitif tepki aldığı görülüyor. Sayısal hedeflerin dışında programda “yapısal” hedeflerin de olması, bu yapısal hedeflerin tayininde salgın sonrası “yeni normal”, yeni ihtiyaçlar, değişen iş yapma tarzları ve yeni değer zincirlerinin dikkate alınmış olması; bu kapsamda yenilik, dönüşüm, teknoloji, lojistik, dijitalleşme, stratejik sektörler, Ar-Ge ve KOBİ’lerin ön plana çıkarılması gerçekçi, doğru ve erişilmesi mümkün hedefler olarak olumlu karşılanabilir.
Yeni yorum ekle