Darbeler 20. yüzyılın başında “oluşturulmuş” ülkelerin rutini… Sanayi devrimiyle başlayan sömürge anlayışı halen devam ediyor ve bu ülkeler de sürecin “kölesi…” O günden bu güne değişen şey sadece sömürgeciliğin ve köleliğin şekli… O dönemde doğrudan orduyla işgal edilen ve kaynaklarına el konulup halkı köleleştirilen ülkeler 20. yüz yılla birlikte değişime uğradı. Zira halk tezgâhı anlamış ve ayaklanmıştı. Pabucun pahalı olduğunu gören müstemlekeciler ordularını bu ülkelerden çektiler ama yerlerine müstemleke esnasında yetiştirdikleri “adamlarını” yerleştirdiler. Bunlar görünüşte o memleketin insanları idi. Her birini başka bir yöntemle, hem de kendilerine karşı “kahraman” ilan ettiler. Doğrudan işgal edemedikleri veya etmeyi ekonomik bulmadıkları kimi ülkelerde de yönetimi iç işbirlikçilerin yardımıyla uzaklaştırdılar.
Yapılan gizli anlaşmalarla bu ülkelere şartlı ve kısıtlı bir “bağımsızlık” verdiler. Ama her ihtimale karşı da iki tedbiri elden bırakmadılar: Bunlardan birisi küçük parçalara ayırdıkları bütün ülkelerin bir deniz sınırı olmasını önemsediler. Ola ki hesap dışı bir durum meydana gelirse müdahalenin kolay olmasını istediler. Irak örneğinde olduğu gibi… Yine aynı ihtimale karşı içeride yetiştirdikleri işbirlikçiler vasıtasıyla halkı sürekli baskı altında tuttular ve “hadlerini aştıklarında” yine içerideki “askerleri” vasıtasıyla te’dip ettiler. İşlerini kimi zaman kendilerine göbekten bağlı ‘diktatörler’ vasıtasıyla yürüttüler. Birçok Arap ülkesinde olduğu gibi… Kimi zaman da görünüşte var olan bir demokrasiyle, o ülkenin önceden ele geçirdikleri medya organları vasıtasıyla manipüle ettikleri seçimlerle yönetimleri yine “adamlarına” teslim ettiler. Birçok dönemde Türkiye’de olduğu gibi… Ha bir de “stratejik sektörlerde” “stratejik kararlar” onlardan izinsiz alınamadı. Örneğin 1930’lu ve 40’lı yıllarda uçak yapan Türkiye istemediler…
Bazen hesapları tutmadı tabii… Adamlarının boğazına kadar yolsuzluğa battığı dönemlerde “illallah” diyen halk her şeyi göze alarak kendilerine daha yakın kişileri başa getirdiler. Halkı sakinleştirmek için kimi zaman da buna mecbur kaldılar. Ama durumu telafi edecek müesseseler her ihtimale karşı hazır bekletiliyordu. Eğer ola ki bu hükümetler sadece iktidar olmak değil aynı zamanda “muktedir” de olmak isterse gereğini yapmaktan da kaçınmadılar. Menderes ve Özal’da olduğu gibi…
Ön alma girişimlerini de elden bırakmadılar. Ele geçirdikleri diğer bir kurum olan yargı vasıtasıyla toplumsal tabanı “tehlike arz eden” partileri bir çırpıda kapatıverdiler. O ülkede açılmış olan derin yaraların herhangi bir önemi yok elbette. Köleler bedel ödemeye mahkûmdu doğal olarak… Kendileri ve kontrol ettikleri ülkelerdeki ağababaları “küçük bir mutlu azınlık” (oligarşik düzen) oluştururken, geniş halk kitlelerinin tepesinden demoklesin kılıcını indirmediler. Ne zaman seslerini yükseltseler tepelerine vuruldu ve hadleri bildirildi.
Eğer konu kurumsallaşmışsa ülkedeki işbirlikçiler, ki bunlar genellikle medya ve görünüşteki sivil toplum örgütleriydi, (28 Şubat Sürecindeki beşli çete gibi), derhal harekete geçirildi ve önceden oluşturulmuş korku paranoyası etkinleştirildi… İrtica tehdidi gibi… Eğer bunlar da yeterli gelmezse son çare olarak askeri devreye koydular ve “darbeyi” indirdiler… Gerisi kolay tabii... Göstermelik yargılamalar, arkasından da idam… Kimsenin de gıkı çıkamaz. Askerleri de kurtarıcı kahraman ilan ettikten sonra halk bir on yıl kendine gelemez. O yüzden on yıllık aralıklarla bu darbenin vurulması adeta “teamül” halini almıştır.
Tabii darbeler de zaman içerisinde ihtiyaca göre şekil değiştirdi. Zira her seferinde aynı yöntemi kullanmak deşifre ediyordu darbecileri… Halk nezdindeki derin tepki, önü alınmaz sonuçları beraberinde getirebilirdi. Bunun örneği de yok değildi hani… Düşünsenize 1960 darbesinin bir benzeri olan 1980 darbesinden sonra gelen hükümeti bertaraf etmek ağır maliyetlere yol açmıştı, ama başarmışlardı. İtibarsızlaştırılan lider (Özal) en sonunda özel yöntemlerle ortadan kaldırılmıştı. Hem de tereyağından kıl çeker gibi. 20 sene kimsenin ruhu bile duymadı. 20 sene sonraki çabalar da Türkiye’nin derin gündemi kurban edildi.
Ama dönemin izleri de kalmadı değil. Zira artık “surda bir gedik açılmıştı”. Cin şişeden çıkmış, kahpe rüzgârın ne taraftan estiğinin bir önemi kalmamıştı. “Elebaşının” işini bitirmişlerdi ama mirasçıları halk tabanında darbecilere ve onun ağababalarına korku salmaya başlamıştı. Artık dünya iki kutuplu olmaktan da çıkmıştı. Ellerindeki en önemli koz “komünizm”, tarihin tozlu sayfaları arasındaki yerini almıştı. Anadolu insanı şehirlere göçmüş, üniversiteler okumuş, belediyeler vasıtasıyla da olsa devlet tecrübesi edinmeye başlamıştı. “Elebaşı” dünyadaki değişimi gerekçe göstererek medyadaki devlet tekelini kaldırmış, amatörce başlayan radyo televizyon yayınları uydulara kadar çıkmıştı. Bu yüzden “O’na” karşı çok kızgındılar. Dünyadaki değişimle bilinçlenen halk artık darbenin bilindik yöntemle yapılmasına izin vermiyordu. Yeni bir kılıf bulmak gerekiyordu. Dünya değişirken onlar hep aynı kalacak değillerdi ya… Ve onu da buldular… Yeni darbenin adı ‘post-modern darbe’ idi… İşbirlikçiler el birliğiyle “tehlikeyi” bir kez daha bertaraf etmişlerdi.
Edilmişti edilmesine ama boğazına kadar yolsuzluğa batmış olan darbeciler malı götürürken kocaman bir doğal felaketle yüz yüze kaldılar. Hatta bir rivayete göre dışarıdaki işbirlikçilerle birlikte post modern deniz üssünde darbenin kutlamasını yaparken yakalanmışlardı depreme… Olacak ya “tesadüfen” depremin merkezi tam da onların kutlama yaptıkları yerin altı idi. Yabancı ağa-babalarla yerli işbirlikçiler birlikte toprağın ve kabaran denizin altında kalarak yerle yeksan olmuşlardı. Tesadüf işte…
Deprem ne kelime… Daha büyük bir felaket bekliyordu darbeci ve sivil işbirlikçilerini… 28 Şubat süreci yavaş yavaş “meyvesini” vermeye başlamıştı. Başbakanla cumhurbaşkanı kanlı bıçaklı olmuş, kurulan paravan bankalar tek tek batmaya başlamıştı. 28 Şubat süreci sonrası, artık bütün ümidini yitirmiş parti lideri hükümetin başına getirilerek puzzle tamamlanmıştı. Zinde güçler bir kez daha başarmıştı.
Kafasına bir kez daha vurulan halk artık köylerinden çıkmış, ben de varım diyordu. Süreçte yaşanan ağır (ekonomik) kriz, yönetilemeyince hâkim güçlerin bir taviz daha vermeleri zorunlu olmuştu. Eğer barajın önünü açmazlarsa durum çok fena olacaktı. Tabandan gelen baskıyı “zaman kazanmak için” göğüslemek zorunda kaldılar. Amerika’dan ithal ettikleri ve o zamana kadar adı duyulmamış “ekonomist” ülkeyi IMF’ye bağlayıp, nefes almasına yardımcı olduysa da aralarındaki kavganın ayyuka çıkması seçime gitme mecburiyeti doğurdu.
Alttan alta gelişen halk hareketi partileşmişti bile… Onlar da belki tahmin etmiyorlardı ama, 2.5 yıl sonraki seçime katılmak üzere oluşturulan parti, daha bir yaşını bile doldurmadan kendisini seçim sathı mahallinde buldu. Kim bilir, erken seçim belki de “sezinledikleri tehlikeyi” bertaraf etmeye dönüktü. Ne kadar uğraştılarsa olmadı. Halk darbecileri ve darbe sonrası oluşturulan şişirilmiş politikacıları tasfiye etmişti. Ama bedelin bu kadar ağır olacağını onlar da tahmin edememişti. Yine eski yöntemlerle ön alabileceklerini, halkı sindirebileceklerini düşündüler. Çok değil seçimden altı ay sonra da darbe planları yapmaya başlamışlardı. Ama halk bir daha aynı delikten ısırılma niyetinde değildi.
Darbe planları bir tarafa, eski alışkanlıklarından diğer birini daha devreye soktular. Bu en tehlikeli ve kuvvetli “darbe” olacaktı: Parti kapatma davası… Hep onlar önlem alacak değildi ya… Bu sefer de Anadolu çocukları önlem almıştı. Darbecilerin bu klasik ayak oyununu bilen Anadolu insanının Meclisteki çoğunluğu anayasayı değiştirerek, işbirlikçilerin bu “kılıfına uydurulmuş” yeni darbe planını suya düşürdüler. O zamana kadarki en büyük tehlike atlatılmıştı. Eş zamanlı olarak başlatılan darbe soruşturmalarıyla psikolojik üstünlük de Anadolu çocuklarının eline geçmişti. Artık darbeciler kendilerini kurtarma derdine girmişti. Kirli planlar deşifre olunca, hepsi demir parmaklıkların arkasında buldu kendilerini… Bunu hiç hesap etmemişlerdi. Öyle ya onlar bu ülkenin kurucusu ve sahibiydi… Her kim gelirse gelsin onların iktidarından eksilen bir şey olmuyordu bu zamana kadar… Ama bu sefer böyle olmadı. Kefeniyle gelen Anadolu çocukları pek gözü kara çıkmıştı. İçeriden de dışarıdan da gelen “höt” seslerine aldırış etmedikleri gibi kulaklarından tuttukları gibi paketlenmişlerdi içeriye...
Dünya kamuoyu önünde siyasi popülaritesi artan bir Türkiye, ekonomik olarak da “şaşırtıcı” noktaya gelince, her seçimde artan desteğiyle Anadolu çocuklarının kurduğu parti % 50’lere merdiven dayamıştı. Türkiye’nin el pençe duran liderlerinden eser kalmamıştı. Kasımpaşalı bütün dünya kamuoyu önünde, her şeyini bölgede Türkiye’ye borçlu olan İsrail’in Cumhurbaşkanını paylamış, muhataplar gıkını bile çıkaramamıştı. Üstelik öç almaya dönük sonraki ataklarından dolayı da özür dileyip tazminat ödemek zorunda kalmışlardı.
Artık darbeciler de anlamıştı ki, yeni ve tamamen farklı bir yöntem bulmaları gerekiyordu. Stepnede beklettikleri ne güneydi. Öyle ya boş yere mi büyütüp beslemişlerdi bu güne kadar… Yıllarca yedekte beklettikleri “ılımlı, barışçı, dünyaya açılmış ve diyaloğa açık İslam anlayışını” halk planlarını anlayıp boşa çıkarınca devreye koymanın zamanının geldiği kanaatine vardılar. Yiğit Anadolu halkı, tamamen yeni örgütü çözemeden ‘hukuk darbesiyle’ yüz yüze geldi. Darbecilerin o zamana kadar geliştirdikleri en büyük silah da ellerinde patlamıştı.
Türkiye; üzerinde sürekli planların yapıldığı, güçlendiğinde neleri başarabileceğini geçmişte ve günümüzde göstermiş “misyonlu” bir ülke… Ancak Türkiye’de hükümet olunsa da “iktidar-muktedir” olunamıyordu. “İktidar-muktedir” olmaya çalışanlar ise bedelini ağır ödemişti. Yani Türkiye’de aslında iki adet “iktidar” vardı. Bunlardan birisi bildiğimiz iktidar, yani hükümetler… Bir diğeri ise dokunulmazlığı olan, bildiğimiz anayasa ve yasa ile bağlı olmayan “kırmızı kitaplarda” “kara kitaplarda” var olan kurallara göre misyon üslenmiş ve dış bağlantılı gizli hükümet, yani derin devlet… (soğuk savaş dönemlerindeki kontrgerilla ya da gladyo yapılanmasını düşünün). Asıl söz sahibi yani “iktidar-muktedir” de bu yapı idi. İçerideki işbirlikçilerin kimisi asker, kimisi polis, kimisi iş adamı örgütü, kimisi işçi örgütü, kimisi medya patronu, kimisi siyasi bir parti, kimisi “sivil toplum örgütü”, kimisi sağcı, kimisi solcu, kimisi yasa dışı örgüt mensubu, kimisi “sıradan saf vatandaş,” kimisi milliyetçi, kimisi ulusalcı, kimisi demokrat, kimisi liberal, kimisi “muhafazakar” ve kimisi maalesef ve maalesef zaman zaman “hepimiz…” Elbette bu saydıklarımın ve daha fazlasının “muhiblerinin” ezici çoğunluğu olayın farkında değil… Aşkla şevkle hatta ibadet aşkıyla gecesini gündüzüne katarak, dişini tırnağına takarak, ailesini ihmal etme adına büyük bir gayretle ve “hizmet” duygusuyla çalışmaktalar.
Çoğu zaman bunlar kendi aralarında da düşmandırlar. Sadece milletten yana, bu milletin tarihi misyonunu üslenen, kazara iktidar olan ve derin devleti sorgulamak bir tarafa bir de yargılama girişimlerinde bulunduklarında, bu gruplar arasında “kirli ittifaklar” kurulabilmekte… Türkiye’nin 17-25 Aralıkta da 15 Temmuzda da yaşadığı bu sürecin yeni bir ayağından başka bir şey değil… İşte 15 Temmuzda Fikret Başkaya’nın deyimi ile bu paradigmatik yapı (statik resmi ideoloji) iflas etmiştir.