Bilindiği gibi insanın başka bir insan tarafından çeşitli araçlarla kontrol altına alınması ya da baskı altında tutulması sömürüdür. Sömürü ilişkileri pek çok şekilde olabilir. Kimi zaman güç mesafesinden kaynaklı hiyerarşik bağlamda güçlü-zayıf, üstlük-altlık ilişkisi şeklinde, kimi zaman eşitsizliğe dayalı zengin-fakir, efendi-köle şeklinde sınıf farklılıklarından doğar. Bir ulusun siyasal, idari ve ekonomik otoritesinin, güçlü bir ulus tarafından sömürülmesi ise kolonyalizm türü sömürmedir.
İlkçağ zamanlarında Aristoteles’in, “Köleler için en iyi şey, bir efendinin yönetimi altında yaşamak” ifadesi zamanla insan doğası halini alınca, sömürü alışkanlık yapılmıştır. Özellikle “Keşifler Çağı” ile sistemli hale gelen sömürü ilişkileri, 17. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyılın ortalarına kadar süren dönemde açıktan devam etmiştir. Bu zaman zarfındaki sömürgeci politikalar, insanlar arasında köle ticaretinin de yaygınlaşmasına sebep olmuştur. İngiltere, 20. yüzyılın başlarında dünya üzerinde en çok koloniye sahip ülke olarak “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” unvanını almıştır. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra ise sömürülen uluslar bağımsızlıklarını ilan etmeye başlayınca, yeni bir anlayışla kolonyal-sömürü devreye girmiştir. Bu kez siyasal kontrol olmasa bile, söz konusu devlet veya toplum üzerinde politik ya da ekonomik etkilerle ve görülemez kontrol mekanizmalarıyla sömürü devam etmiştir. Artık emperyal, ekonomik ve stratejik sömürü ilişkileri, doğrudan siyasi kontrol biçiminde değil, siyasi araçlar üzerinden, eşit olmayan ekonomik güç ilişkileri ve kültürel etki üzerinden gerçekleşmektedir. Gayriresmî finansal kontrol, ambargo uygulamaları ya da kültürel etki (Hollywood filmleri) bu uygulamalara birer örnektir.
Sosyolog Bourdieu, gönüllü sömürü ilişkisinin, “simgesel şiddet” kullanılarak yapıldığını anlatır. Ona göre iktidar ya da egemen güç, yeniden üretimini -yani var olan düzenin devamını- sağlamak için, fiziksel şiddet içermeyen baskı unsurlarını kullanır. İktidarın elinde bulundurduğu baskı araçları, kuralların kabullenilmesi sürecinde birer simgesel sermayedir. Örneğin din üzerinden kullanılan simgesel sermaye, toplumu yönetmek, insanları baskılamak veya onları bir konuda motive etmek için önemli bir duygusal sermaye türüdür. Böylece bireyler üzerinde fiziksel olmaksızın her türlü yönlendirme, baskı ve duygu sömürüsü yapılmış olur.
Yine insanların zayıflıkları üzerine bina edilen başka sömürü türleri de var: Paraya, mala, makama, şana, şöhrete, itibara, şehvete, gurura aşırı değer veren insanlar aslında kendi istekleri ile sömürü altına girerler. İnsanların bu zayıflıklarını gören güçlü kimseler, onlara arzuladıklarını verir ve kendi istediklerini onlardan alarak insanları sömürürler. Bazen de “Ben bunlara değer vermem” diyen insanların sömürülmesi lazım gelir ki onlar için en iyi ilaç, milli ve manevi duygularına hitap ederek, bu insanları istenen kıvama getirip haksızlığa yol almalarını sağlamaktır. Hakkın ve doğrunun ne olduğunu yeterince bilmeyen saf ve iyi niyetli kimseler, milli ve manevi duyguların sömürülmesinin kurbanı olurlar.
İşte tüm bu sömürülere karşı günümüzde “Postkolonyal eleştiri” başlamış ve bu anlayış sonradan gelişmiştir. Batı ile Doğu toplumları arasındaki sömüren ve sömürülen ilişkisini tanımlanmaya çalışan postkolonyal teorisyenler, sömürge karşıtı bilinçle, insanları yanlışlardan kurtarmaya ve sömürü söylemlerini yapı-söküme uğratmaya çalışmışlardır. Başta Edward Said olmak üzere Wallerstein, P.Baran, P. Sweezy, ve Samir Amin gibi teorisyenler, ekonomik ilişkilerden yola çıkarak, Batı’nın Doğu’yu nasıl sömürdüğünü ve bu süreçte kapitalizmin eşitsizliği nasıl çoğalttığını tespit ettiler. Edward Said “Oryantalizm” çalışmasında, rasyonel, ilerici, medeni ve üstün Batı imgesine karşı irrasyonel, gerici, barbar, değersiz, zevk düşkünü Doğu imgesinin nasıl inşa edildiğini ve bu süreçte Doğu kültürünün nasıl da edebiyat metinlerinde basitleştirilerek kalıpyargılar üzerinden tektipleştirildiğini ve genelleştirildiğini açıklamıştır. (Örneğin edebiyat metinlerinden Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe” eseri, oryantalist bir görüşle yazılmıştır. Eserde Crusoe Batıyı, Cuma ise ilkel ve kaba Doğu’yu temsil eder. Crusoe kültürel birikimi olan, iyi eğitim almış, akıllı, modern ve üstün inanca sahip bir dine -Hristiyanlık dinine- mensuptur. Cuma ise vahşi, barbar, eğitimsiz ve efendisinin eğitmesine muhtaç bir kişidir. Daniel Defoe, “Robinson Crusoe” adlı eseri ile modern Batı anlayışını Crusoe’de temsil ettirerek medeniyet görgüsü ile Cuma’yı ve ıssız adayı düzenlemiştir.) Farkındalık bilinci aşılamayı başarmış Edward Said, Batı dünyasına yönelik edebiyat eleştirileri yüzünden kendi cümlesi olan “Yersiz Yurtsuz”lukla hapsedilmiştir: “İnsan yalnız kalır, doğru ama her zaman sürüye uyup, mevcut duruma hoşgörü göstermekten iyidir yalnızlık!” diyerek değerli yalnızlığı bilinçli tercih etmiştir.
Postkolonyal eleştiri sahibi düşünürler, açık sömürü döneminin sona ermesine rağmen, başta popüler kültürle ve Amerikan yaşam tarzı ile hâlen güçlü bir şekilde varlığını sürdüren sömürü ilişkilerine dikkat çekmeye devam ettiler. Bu amaçla, Doğu’nun da uygarlık tarihine yaptığı katkı üzerinde durarak, Batı’yı kendi tarihinin kötülükleriyle ve hatalarıyla yüzleşmeye çağırdılar. (Burada karşıt düşünce olarak Oksidentalist bakışa da değinmek gerekir: Bu kez tersi görüşle Doğu, yüksek ahlaki değerleri, adaleti, hakkaniyeti ve doğruluğu temsil etmekte; Batı ise materyalist, acımasız, sömürgeci ve haçlı ruhuna sahip bir dünya olarak tasvir edilmektedir. Oryantalizm ve Oksidentalizm, Doğu-Batı karşıtlığını temellendiren söylemlerle, toplumları kutuplaştırmaya devam etmektedir. Ama her ikisi de insan doğasının kötülüklerini “kimlikler” arkasına gizleyerek, hakikatin sadece bir yönünü ifade etmekle, tüm gerçeklik konusunda yetersiz kalmaktadır.)
Konumuza dönersek, Postkolonyal eleştiri, modern sömürü düzeni olan kolonyalizm ile milletlerin kendi kültürlerini, toplumsal normlarını, değerlerini, inançlarını, dillerini ve geleneklerini nasıl değiştirdiğini ve sömürülen toplumların ne şekilde kültürel yozlaşmaya uğradığını göstermektedir. “Küreselleşme, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte sömürünün maskelenmesi midir?” sorusuna Postkolonyal eleştiri “Evet.” demektedir. Bu görüşe göre kapitalizm, egemen sınıfın sömürü aracıdır. Teknolojik gelişmelerle birlikte sermayenin küreselleşmesi, üretim ve emek süreçlerinin esnekleşmesi, insanların kişilik yapıları üzerinde meydana gelen değişimler, yeni kapitalist kültürün etkileridir. Emperyalizm ile kolonyal güçler, koloni hâline gelen insanları, siyasi, iktisadi ve kültürel eşitsizlik üzerinden kalıcı bir şekilde sömürmeye devam etmektedir.
Bu konuda Postkolonyal düşünürlerden Gayatri Spivak “madun” kavramını Gramsci’den alarak, hegemonik bir baskı altında olan ve sesini duyuramayan güçsüzleri tanımlayarak sömürüye karşı çıkmıştır. Düşünür, sömürgeden kurtulmuş olan Hindistan’da sınıf farklılıklarının, kast sisteminin, toplumsal cinsiyet ayrımcılığının devam etmekte olduğunu açıklamıştır. Spivak “Madunlar konuşabilir mi?” sorusu üzerinden “sessizlerin sesi” olması gereken entelektüellerin, çoğu kez sömüren güçlü tarafın sesi olmaya devam ettiğini üzülerek belirlemiştir.
Genel anlamda yukarıda açıklanan sömürü ilişkisinin toplumlarda açmış olduğu yaralar çok derindir. İnsanlar sömürüyü yüzyıllar boyu genel davranış biçimi olarak benimsediklerinden dolayı, çözümleyici eleştirel sosyal reçetelerden kaçınmaktadır. Sömürenin oluşturduğu sosyal etki o kadar güçlüdür ki sömürü altında kalan sömürülen dahi bir başkasına aynı muameleyi yapmaktan zevk almakta ve alt sömüren olmayı gönüllü şekilde istemektedir. Efendi-köle ilişkisine benzer biçimde, sömürü ilişkisinin sağladığı haksız menfaat insanları rahatsız etmemektedir. Oysa ki sömürü, bumerang etkisi gibidir. İnsanları sömürürsen sen de sömürülürsün! Üstelik zayıf hale düşünce, şikayet etmeye ne gücün, ne de hakkın olur! Bu sebeple sömürü ilişkilerine ve bunun olumsuz neticesi olan sömürü düzenine hep beraber karşı çıkmak gerekir. Çünkü onurlu her insan, insanlığın doğal üyesidir ve yeryüzünde eşit hak sahibidir. Bu yüzden insanlar, kendilerine veya bir başkasına yönelik maddi ve manevi sömürü yapıldığını fark ettiklerinde, sorumluluk bilinciyle insanlık namına sömürü ilişkisine engel olmalıdırlar.
Yeni yorum ekle