Ülkemizde zaman zaman bazı kavramların yoğun bir biçimde gündemimizi işgal ettiğine tanık oluruz. Bunlar genellikle bir gerginliğin, çatışmanın, bir üstünlük/iktidar mücadelesinin yaşandığı dönemlerde ortaya çıkar. Çok fazla geriye gitmeye gerek yok; yetmişli yıllarda sağ sol çatışmasının yaşandığı dönemleri hatırlayalım. Nasıl bir şey idiyse bütün ülke ya sağcı, ya da solcuydu. Kendini bu sınıflandırmanın dışında tutmaya çalışanlar (İslamcılar gibi) oldu ama aynı kategori içinde yazılıp çizilmekten kurtulamadı. Sonuçta onlar da sağcıydı. Yer yer sağda ve solda, kendi aralarında ölümlerle sonuçlanan çatışmalar yaşandı. Okumuşu yazmışı, siyasetçisi, ekonomisti, âlimi cahili herkes bir sağ sol tarifi yapmaya koyuldu. Gece sabahlara kadar devam eden tartışma programları yapıldı. Bir türlü bir uzlaşmaya varılamadı. Ya da varıldı da biz anlamadık. Ama anlaşıldı ki bir tek sol ya da bir tek sağ yoktu. Her ikisinin de bir sürü fraksiyonu vardı. Doğal olarak onlarca sağ, onlarca sol tanımı yapıldı. Günlük hayatta ise en güzel tarifi kurşunlar yaptı ve üzerinde anlaşmaya varılan tek tanım galiba buydu. Binlerce genç, daha tanımını bile yapamadıkları bir dava uğruna şehit oldular (her iki taraf da kayıpları için şehit dediler). Sokaklar çıkılamaz hale gelip, ölümler kitleselleşince ordu da tanım yapmaya karar verdi. “Bizim çocuklar” olarak bilinen aktörler 12 Eylül’de, tarafların kanlı kavgasıyla birlikte sağcılık solculuk kavramları da tartışma konusu olmaktan çıkardı. Sonra meğerle başlayan cümleler kuruldu; meğer yokmuş birbirinden farkları, olup bitenler birer tezgâh, birer oyundan ibaretmiş. İzleyen dönem bir tövbe ve arınma, pişmanlıklar ve kucaklaşmalar dönemi oldu. İsimler de değişti; İslamcılık yerini muhafazakârlığa (önüne bir de demokrat kelimesi eklendi), solculuk, komünistlik, marksçılık sosyal demokratlığa evrildi. Koca bir on yıl, korku, panik, ölüm, maddi kayıplarla geçti.
Bir dönem, Maraş’taki gibi vahim ve vahşi olaylarla birlikte, gündemimizde Alevilik ve Sünnilik kavramları vardı. Yüzlerce yıllık tarihleri ve haklarında yazılmış yüzlerce makale ve kitap olduğu halde, bu kavramlarla ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi, herkes bulunduğu tarafa uygun olarak tanımlar yapmaya girişti. Bu konuda da görüşler muhtelifti. Hangi Alevilik, hangi Sünnilik, hatta İslam tartışmaları yaşadık. Alevilik islamın farklı bir yorumu muydu, bir mezhep miydi, tarikat mıydı, yoksa tamamen bütünüyle İslam dışı bir inanç mıydı? Uzmanlar konuştu, din bilginleri konuştu, dernek ve federasyon başkanları konuştu, devlet konuştu. Sağcılık solculuk gibi anlaşıldı ki Alevilik de bir tek tanıma sığmıyor; Hacca gidip namaz kılanı da vardı, namazı, haccı İslamın bir gereği olarak görmeyeni de. Kimi şia ile irtibatlandırıyordu, kimi Bektaşilikle. Niye illa bir tanım yapılmaya, bir inancın mensupları tek yekun içinde yazıp çizilmeye çalışılıyordu ki! Devletin görevi, farklı inanç gruplarının taleplerini karşılamak değil miydi? Nedir talebiniz demek yerine, sürekli bu kesimi bir çerçeveye oturtma çabası neye hizmetti? Baskın grup olarak tanımlama işi çoğunlukla Sünnilere aitti. Deyim yerindeyse devletin resmi diniydi. Devlet bütün planını programını buna göre yapmıştı, yapıyordu. Öte yandan Sünniliğin de herkesin üzerinde ittifak edip amin dediği bir tanımı yoktu. Kimi mezheplerin nifak demek olduğunu, kimi mezhepsizlikle İslam dışılığı aynı kefeye koyuyordu. Kimine göre devletin tanımladığı Sünnilikle İslam farklı telden çalıyordu. Kimi mealci, kimi tefsirci, kimi el kaide, kimi Taliban, kimi Hizbullah Sünniliğini en sahici Sünnilik olduğunu ileri sürdü. Kendi içinde sahicilik sıkıntıları yaşayanlar, dışındakilerin meselesini çözmeye adaydı. En hakiki Alevilikle, en sahici Sünnilik tanımları bir türlü yerli yerine oturmadı. Gerçekten durum bu kadar karmaşık mıydı? Sorunun temeli neydi? Çoğunluk bunu din ve devlet işlerinin iç içe oluşuna bağladı. Laik bir devletin resmi dini olmazdı ve en iyi çözüm bütün inançlara eşit mesafede durmaktı. İşlerin tıkandığı nokta burasıydı ve buna çözüm bulmak yerine karşılıklı tanımlar yapmaya, birbirlerine yer tahsis etmeye devam edildi. Şimdilerde konu yeniden gündemde ve doğrusu nasıl sonuçlanacağı konusunda herkes gibi biz de merak içindeyiz.
Şu meşhur ilericilik gericilik meselesi. Öyle bir dönem yaşadık ki, birbirimizi değerlendirmede, yakınlaşmada ya da uzaklaşmada, eğitimimiz, yaşam tarzımız, birikimimiz, yeteneklerimiz, performansımız, ölçü ve duruşlarımız hep bu iki kelimeye sığdırıldı. İlerici olmak demek münhasıran solcu olmak demekti. Hangi fraksiyona mensup olursanız olun, eğer sağcı iseniz ilerici olma şansınız bir lütuftan ibaretti. “Sağcısın ama diğerlerinden farklısın” gibi bir iltifata mazhar olanlar kısmen de olsa ilericiler arasında kendine bir yer buluyordu. Solcu olmanın da birkaç umdesi vardı (sosyalistlik, komünistlik sizlere ömür); Atatürkçü olmak birinci koşuldu. Bu da epeyce tartışmalı bir konuydu. İslamcıların (muhafazakarların), solcuların (sosyal demokratların), liberallerin ve milliyetçilerin kendilerine göre biçimlendirdikleri bir Atatürk vardı. Görüş sahipleri iddialarına kanıtı da buluyorlardı. Lakin kimin Atatürkçü, kimin olmadığına ilişkin son kararı solcular veriyordu. Cesaret ve güç kaynağı Cumhuriyetçi ordumuzdu ve her solcu aynı zamanda Cumhuriyet devrimlerinin yılmaz bekçisiydi. Yobaz da denilen bir gerici, Atatürkçü olduğunu alenen itiraf eder, bir de gericilere bir iki laf sokarsa, biraz şüpheyle de olsa saflara kabul ediliyordu. Bu nitelikleri üzerinde taşımayan birinin ilerici olma şansı daha baştan sıfırdı. Ha bir de laik olacaktın. Diğer kavramlarda olduğu gibi laiklik konusunda da bir türlü bir uzlaşma sağlanamıyordu. Sağ tarafın en azından bir kısmı, kısaca “insan hem laik hem de Müslüman olamaz” derken, solun eşrafı “bir insan laik değilse insan bile değildir” hükmünü veriyordu. Saf değiştirmek çok inandırıcı değildi. Bir iki kelime, bir iki test her şeyi berbat ediyordu. Örneğin rakı içer misin sorusuna hayır diyorsanız işiniz bitmiş oluyordu. İlericiliği ancak rüyanızda görürdünüz. İşler yine gelip tanıma kilitleniyordu. Lügatlerden, ansiklopedilerden, yerli ve yabancı kaynaklardan deliller getirildi. Ancak bu girişimler, işleri çözmek yerine, giderek daha da karmaşık hale getiriyordu. Sağcıların bu tasalluttan kurtuluşu için bir orta yol teklif edenler de vardı. İslamcı ve laikseniz, onaylanabilirdiniz ama bu defa kendi cephenize ateş etme riski taşıyordunuz. İnsan hem laik hem de Müslüman olabilir ile bir insan ya laiktir ya da Müslüman olur ifadeleri arasında bir tercihle karşı karşıyaydı. Krık katır, kırk satır meselesi. İş ilerici gerici olmanın da sınırlarını aşıp, laik olan insan olabilir miydi, olamaz mıydı noktasına tırmandı. Şaka gibi ama gerçek. Devlete hizmet edeceklerde aranan tek kıstas ilerici olup olmamaktı. Kitaplar, makaleler, tartışmalar, konferanslar, vaazlar hiçbir işe yaramıyordu. Kadim kural değişmiyordu; güçlü olan zayıfı tanımlama, ona uygun gördüğü yere yerleştirme hakkına sahipti. Debelenmeye gerek yoktu. Doğrusu yobazlık/gericilik gibi yaftalar insanın üzerinde çirkin bir leke gibi duruyordu ama çözüm kolay değildi tabii ki. Gericiler de boş durmadı bu arada. Bütün solcuları, kutsal kitaptan deliller getirilerek toptan cehenenneme yolladılar. Sıfatlar farklı olsa da adres aynıydı, bunlar kafir, müşrik, mürted, münafık vs. idi. Karşılıklı adlarımızla hitap etmek yerine ilerici ya da gerici demeyi tercih ettik. Her gün sil baştan girişiyorduk tanımlara; ülkece kelimenin tarihi, uygulanma biçimleri, istisnaları, meşru ve gayri meşruları nitelikleri üzerinde kafa patlattık. Koca koca adamlar oturup kim ilerici kim gericiyi, kim laik kim anti-laik, kim sağcı kim solcuyu, kim cennetlik kim cehennemliği tartıştık. İngilizce, Fransızca, Latince karşılıklarını hıfzettik. Sağın kem talihi değişince, bir müddet daha tartışmaya devam ettik ve yavaş yavaş gündemimizden çıkardık; lakin mesele vuzuha kavuştu mu kavuşmadı mı şüpheli.
Çatışma alanları yaratan başka kavramlarımız da var. Bunu bir başka yazının konusu yapma niyetindeyim. Çok özet, hatta öz olarak verdiğim, aslında her biri bir başlık niteliğindeki yukarıdaki ifadeler bir hususu dikkate sunmak içindir. Çare olarak ithal ettiğimiz bu ve benzeri kavramların prospektüsünü okumadan, el yordamıyla hayatımıza, halimize ahvalimize tatbike çalışıyoruz. Ancak deva yerine derttir bulduğumuz.