Soğuk Savaş Yıllarının Son Döneminde Edebiyat ve Düşünce Ortamı Üzerine Birkaç Söz

12 Şubat 2022

 

 

Soğuk Savaş Dönemi 2. Dünya Savaşı sonrası iki kutuplu hale gelen, ABD  liderliğindeki  Batı Bloku ile Sovyetler Birliği'nin önderliğinde Doğu Bloku ülkeleri arasında  1947’den 90’lı yılların başına kadar süren dönemi kapsar.   Bu dönemin  1989 yılında Doğu Avrupa'da  sosyalist rejimlerin ve 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin çöküşü ile sona erdiği kabul edilir.

Bu döneme damgasını vuran ana unsurlar ideolojik, askeri ve siyasi gerginliklerdir. Bu dönemin en önemli oluşumu ise ABD önderliğinde Batı Blokunun oluşturduğu askeri bir pakt olan NATO’dur.

Ama bence bu dönemin en önemli  özellikleri, Batı Bloku dışında kalan ülkelerin  fikir geliştirme konusundaki statükocu yaklaşım, aşağılık kompleksi ve öykünmeci bir yenilikçilik söylemi dışında alternatif üretme kısırlığıdır.  

Soğuk savaş döneminde dünyada entelektüel düzeyde itibar kazanmaya başlayan sosyalist düşünce ile 2. Dünya Savaşı sonrasında İslam Dünyasındaki baskıcı rejimler karşısında, islamın ihyası için yeni arayışlara giren aydınların yolları düşünce zemininde çoğu kez kesişti; öyle ki bir islam sosyalizminden bahsedilmeye başlandı.

Türk Modernleşmesi sürecinde Cumhuriyet Döneminde genel sağ çizgideki bazı aydınlar resmi ideoloji ile flört ederken, genel sol çizgideki  bazı aydınlar ile islami kesimdeki aydınların eleştirel ve muhalif bir şekilde konumlanmaları soğuk savaş dönemindeki entelektüel arayışların belirgin çizgilerini oluşturdu.

Ülkenin sanayileşmede ve buna bağlı olarak kentleşmede henüz emekleme aşamasında olduğu ve yeni toplumun sınıfsal çekişmelerinin daha hissedilir hale gelmediği 70’li yıllarda erken sosyalist düşünce kıpırdanışları, ciddi bir toplumsal taban oluşturmakta zorlandılar. 80’li yılların sonlarında sosyalist dünyadaki çözülmeler, sosyalizmi alternatif , Türkiye gerçeklerine uyarlanabilir projeler  yaratmaktan mahrum hale getirdi.

Türkiye, soğuk savaş sonrası NATO’ya girerek tercihini Batı Blokundan yana yapmıştı. Bu tercih, 19. Yüzyıldan başlayan ve Cumhuriyetle devam eden Türk Modernleşmesinin ideolojik ve siyasi yönelimlerini belirlemiş, resmi ideolojinin “komünizm düşmanlığı” algısı üzerine oturttuğu tutumunu da pekiştirmiştir.

Tanzimatla başlayan ve Türkleşme-İslamlaşma-Batılılaşma üçlemesi de bu yeni  dönemde yeni arayışların ana karakterlerini oluşturdu ve soğuk savaş döneminin ötekileştirme eğilimini besleyen bir çizgiyi kemikleştirdi.

Doğal olarak edebiyat da bu kamplaşma, ötekileştirme ve eksen arayışlarının önemli aracı olarak bu sürecin bir parçası haline geldi.

Ama 20. Yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi, ikinci yarısında da ekonominin , kültürün, sanatın, edebiyatın merkezi eski imparatorluk merkezi İstanbul olmaya devam etti ve hala da devam etmektedir.

Bu iki dönem arasında belki en bariz farklılık edebi ürünlerin mekan ve kişilerinin yavaş yavaş Anadolu'ya taşınmaya başlamış olmasıdır.

Fecr-i Ati ve Serveti Fünun Anadolu'ya gitmekte zorlanırken, toplumcu gerçekçi çizgideki edebiyatçıların gözünde, feodal yapıda aradıkları sınıfsal çatışma ve çelişkilerin mekanı olarak Anadolu ve kırsal kesim itibar kazanmaya başladı.

Edebiyat büyük ölçüde dergiler çerçevesinde gelişmekteydi. 70’li yıllardan başlayarak Ankara’da başta Hisar ve Mavera olmak üzere pek çok dergi çıkarken, İstanbul yine edebiyatın odağı olarak edebiyat dergilerine ev sahipliği yapma ayrıcalığını sürdürüyordu. Varlık, Diriliş, Yazı, Oluşum, Tan, Gergedan, Türk Edebiyatı, Hareket ve sonrasında Dergah  kurucularının ya da paralelindeki yayınevlerinin desteğiyle çıkan dergilerdi. Bir de çok satan gazetelerin himayesinde çıkan, renkli, fotoğraflı edebiyat dergileri de görünmeye başlamıştı. Milliyet Sanat, Sanat Olayı, Hürriyet Gösteri  gibi..

Bu dönemde ayrıca gitgide artan ölçüde daha çok gazete sanat edebiyat sayfalarına yer vermeye başlamıştı.

Ancak 80’li yıllara kadar ideolojik bölünme ve kamplaşmalar edebiyata da yansımıştı. Her kesim kendi dergisini, kendi medyasını, kendi yayınevlerini oluşturmaya başladı. Nitekim soğuk savaş yıllarının başında doğanlar –ki ben de bu yıllarda doğanlardanım- , bu kamplaşmanın zaman zaman özneleri zaman zaman da nesneleri oldular.

Soğuk Savaş döneminin son yirmi yılına girerken 12 Eylül 1980’deki askeri darbe, aydınların ve sanatçıların yeniden bir durum değerlendirmesi yapmasını zorunlu kılmıştı. Ufak ufak diyalog arayışlarından söz etmek sanırım doğru olur. Bir yandan da yazarların, sermayenin sanatla ilişkileri karşısında özgürlüklerini korumak üzere oluşturdukları  (Yazko benzeri) kuruluşlardan bahsetmeden geçmek doğru olmaz. Yazko adı altında dergi ve yayıncılık yapan bu oluşum 80’li yıllara damgasını vuran önemli bir oluşumdur.

Sanayileşme ile başlayan kentleşme sürecinde, islamî kesimin kendini genel sağ çizgi dışında tanımlamaya çalışması ve İslamcılık vurgusu hem düşünce hem de sanat-edebiyat alanında ürünlerini verir olmuştur. Dirliş, Edebiyat, Mavera, Aylık Dergi ve Yönelişler benzeri dergiler bunlardan birkaçıdır.

Bu yıllar benim Ankara’dan İstanbul’a geldiğim yıllar. Başta Ebubekir Eroğlu ve rahmetli Ahmet Yücel olmak üzere bir grup arkadaşla, bu ortamdan yararlanarak çıkardığımız Yönelişler Dergisini, edebiyatta soğuk savaş dönemini bitirmeyi de hedefleyen bir girişim olması açısından özellikle önemsiyorum. Yönelişler Dergisinde rahmetli Mehmet Çetin ile birlikte hazırladığımız “Edebiyatımızda Gelenekten Yararlanma” konulu soruşturma dosyası bunun en canlı ve somut örneği olarak görülmelidir. Bu tema ayrıca edebiyatımızın öykünerek değil de kendi içinden bir yenilenme dinamiğine kavuşması için bir çağrıydı aynı zamanda. O sayıda Türkiye’de uzun yıllardır ilk defa, tırnak içinde tanımlamalarla sol, sağ ve İslamcı kesimin önemli isimlerinin aynı zeminde buluştuğu ilk sayı olma özelliğini de taşıyor.

Dergide, okurun Batı dışındaki bölgelerle, mesela Ortadoğu ve Afrika edebiyatıyla sistemli bir tanışma çabasının ürünleri yer almaya başlamıştı.

Aynı şekilde Adnan Özer’in başını çektiği Üç Çiçek Dergisi de yine bu yönde çabaları olan genç bir girişim olarak kaydedilmeye değer. Her ikisi de yayın dünyasına değerli yazar ve şairler kazandırdı.

Ancak ne var ki çok safdilli olmamak gerekiyordu. Soğuk savaş edebiyat ortamının “çeşmebaşı bürokrasi”sini elinde tutanların bu girişime katkı sağlamakta zorlandıkları aşikardı.

Türkiye’de o yıllarda özellikle tırnak içinde sol kesim edebiyat çevreleri, sağdan aleyhte bile olsa bahsetmeme stratejisini sürdürme konusunda ısrarcıydılar.

Bu ise, Türkiye’nin önümüzdeki dönemdeki arayışlarını bir uzlaşma çizgisinde sürdürmesinin önündeki en büyük engeldi. Herkes kendi gettosunda düşünüyor, duyumsuyor ve yazıyordu.

Soğuk savaş dönemi sonrası, kabul etmek gerekir ki nisbeten de olsa, farklı görüşlerden aydın ve sanatçının ortak platformlarda konuşma imkanı arttı. Ama soğuk savaş döneminin travmalarının toplumda açtığı derin fay hatlarının öyle kolayca kapanacağını söylemek zor. İdeolojik ve siyasal kırmızı çizgilerin şekillendirdiği  ortamın bir diyalog ortamına dönüşmesi zaman alacağa benziyor. Ama şu da bir gerçek ki Türkiye’nin geleceği, bu diyaloğun açacağı yeni kanallardan beslenecek.

Evet, her şeye rağmen umudumuzu koruyalım.

 

 

 

 

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 283 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.