Vahyin Zaman ve Mekanla Buluştuğu Ufuk: Kur’an, Ramazan, Mekke

13 Nisan 2021

 

Yüce Allah’ın insanla iletişimi başlangıçtan beri devam etmektedir; elbette insanın Allah’la iletişimi de bütün canlılığıyla tezahür etmiştir, etmektedir. Allah’ın insanla iletişiminin en belirgin hali vahiydir, vahiy dinin yegâne kaynağıdır. Hz. Muhammed’den önce pek çok peygamber vahiy aldı. Halkanın sonuncusu olan vahiy her şeyiyle belirgin, belli ve bilinmektedir. 610 yılı Ramazan ayında Mekke’de Abdullah oğlu Muhammed’e Kur’an olarak indirilen vahiyden bahsediyoruz. Esasında ‘neden Ramazan, Mekke ve Muhammed?’ sorularına verilecek cevaplar çok ikna edici olmayabilir; çünkü karar mercii ve seçen Allah’tır. Şu kadarını söyleyelim ki Kur’an, adı Ramazan olan ayda inmeye başlamıştır, böylece bu ay bir değer kazanmıştır. Bundan on dört yıl sonra Bakara suresi 183-187. ayetleriyle Ramazan ayı boyunca oruç tutmak farz kılınmıştır. Elbette bu ayın seçilmesi oruç ibadetine bir vakit tayinidir, bu vesileyle adı Ramazan olan ay bir değer daha kazanmıştır. Tekrar hatırlatalım ki Yüce Allah zamanın ya da vaktin kutsallığından ziyade o zaman diliminde yapılan salih işlerin değerine dikkat çekmiştir.

622 yılına kadar yaklaşık on iki yıl süren Kur'an'ın Mekke dönemindeki nüzulü sırasında söylem dili, inananları bilgilendirme, bilinçlendirme, fiiller yapmaya yönlendirme odaklıdır. Mekke yıllarında din yüreklerde yerleşmiştir, çağdaş jargonla söylersek, bilinç inşası yapılmıştır. Bu yüzden Mekke yılları Müslümanlığın en saf ve en esaslı oluşumunun gerçekleştiği dönemdir. Medine’de ise fiiliyat ön plandadır. Her iki devir kendine has karakteri ve nitelikleriyle incelenmelidir. Dolayısıyla Mekke dönemi anlaşılmadan ikincisi sağlıklı bir şekilde okunamaz.

Zihniyet inşası Mekke devrinin tamamına yayılmıştır; dolayısıyla Kur’an hazır bir paket olarak inmemiş, olay ve olgularla birlikte yol alırken içeriği de buna göre belirlenmiştir. Böylece ayetler/sureler inerken başta peygamberimiz Hz. Muhammed olmak üzere vahye muhatap olanların maddi ve manevi oluşumları (duygu, inanç ve bilgi olarak) devam etmiştir.

Zihniyet inşasını, en kestirme yoldan, Müslüman olma ve müslüman kalma fikir ve itikadının yerleştirilmesi diye tanımlayabiliriz. Bahse konu ‘zihniyet’in somut adı müslüman bilincidir. Bu inşanın gelişim seyrini, nüzul ortamında cereyan eden olaylar ile vahiy sürecini takip ederek yakalamak mümkündür. Bu süreçte önce Peygambere ve inananlara ne ile muhatap oldukları ve nasıl bir dini yapılanmaya gidileceğinin ilk işaretleri verilmiş, yavaş yavaş zihniyet inşasına geçilmiştir. Mekke’nin son yıllarında bireysel ve kısmen gurup halinde yaşayan Müslümanlar, özgün bir topluma yapısına geçişe hazırlanmış ve yönlendirilmiştir. Bu olguyu üç alandan (itikat, ahlak, ibadet) üç konuyla (rabb, infâk, salât) anlatabiliriz.

Rabb

Mekki sureleri nüzul sırasına göre incelediğimizde ilk zamanlarda bilgi ve duygunun çok, imana vurgu ve çağrının az olduğunu görürüz. Bilinçlendirmeye bilgi ve duyguyla başlanması, muhataplarda ileriye dönük köklü zihniyet değişikliğine hazırlama amaçlı olmalıdır.

İmanın ilk maddesi Yaratan Rabb’e itikattır. Rabb kelimesi Kur’an’da toplam 969 defa tekrar etmiş, bunların 642’si Mekke’de, 327’si Medine’de kullanılmıştır. Bu kelimeyle bağlantılı kullanılan rahmân isminin neredeyse tamamı, ilâh kelimesinin çoğunluğu yine Mekkî ayetlerde yer alır. Allâh lafzı ise Medeni ayetlerde çok Mekki ayetlerde az tekrar etmiştir.

Peki bu tablo bize ne söyler? Biraz açalım: Ayetlerde önce rabb yaratan tarafıyla tanıtılır. Adım adım Hz. Peygamber’in Rabbi ile bağlantısı bir ileri boyuta taşınır ve ‘rabbine ibadet et’, ‘Rabbine yönel’, “Rabbinin nimetini hatırla”, ‘Ona sığın’ gibi ifadelerle peygamberin nereye yöneleceği netleştirilir. Bu arada peygamberin, ‘Rabbi tarafından korunduğu, yalnız bırakılmadığı, onu daima destekleyeceği’nin (93 Duhâ 3, 5) belirtilmesini, onun manevi yapısının güçlenmesine destek sayabiliriz.

Rabb kelimesinin çeşitli bileşenlerle yoğun bir şeklide kullanımından, onun Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin en asli kavramı olduğu anlaşılmıştır. Kendisine rabbi ile öteki ilahların farkını soranlara cevabı şöyledir: “De ki; Allah birdir, Allah kimseye muhtaç değildir, kimseden doğmamış kimseyi doğurmamıştır. Ona hiçbir şey denk olamaz.” (112 İhlâs 1-4). Artık inananlar, önünde eğileceği rabbini tanımaya başlamıştır.

İlk yıllarda terkiplerin tamamı Hz. Muhammede muhatap alan rabbuke (senin rabbin) şeklindedir. Demek ki vahiy, Hz. Muhammed’i, Rabbi hakkında hem bilgilendirmeyi hem de duygusal bakımdan ona sıkı sıkıya bağlanmaya iknayı hedeflemiştir. Bundan sonra rabbin evrendeki tasarrufları, yaratıcılığı, ahirette yeniden yaşamı gerçekleştireceği, orada mutlak hakim olacağı vurgulanacaktır. Allâh ve Rahmân isimleri de kullanıma girecektir. Neticede Vâkıa suresi 57. ayetten itibaren yapılan anlatıda adeta ‘işte senin Rabbin budur’ denilmiştir.

Kur’an vahyinin 3. yılı Müslüman zihniyeti inşa etmede Sâffât ve Şuârâ sureleri dönüm noktasıdır:

İlâhınız birdir sizin. O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Doğuların da (Batıların da) Rabbidir… (Ey Muhammed!) Şimdi sen onlara sor: ‘Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa yarattığımız diğer şeyleri yaratmak mı?’ Şüphesiz biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık. Hayır, sen şaşıyorsun, onlar ise alay ediyorlar… ‘Gerçekten biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı diriltileceğiz? Gelip geçmiş atalarımız da mı (diriltilecek)’ ‘De ki; evet, hem siz çok hor, hakîr olarak.’… Çünkü onlar, kendilerine, “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” denildiği zaman, inanmayıp büyüklük taslıyorlar, “Bir mecnun için mi ilahlarımızı terk edeceğiz?” diyorlardı. (37 Sâffât 4-5, 12-14, 16-17, 35-36)

Şuârâ suresinde de Hz. Musa’nın Firavun’la diyaloğu, Hz. İbrahim’in manifestosu dikkat çekicidir (26 Şuârâ 23-28, 75-87). Hz. Muhammed’in benzer ilanı şöyledir:

(Rasulüm) de ki; ‘Bana, ilâhınızın tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık müslüman oluyor musunuz?’ Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘(Bana bildirileni) hepinize ayrım yapmadan bildirdim. Tehdit edildiğiniz şey yakın mı yoksa uzak mı, bilmiyorum. Şüphesiz, Allah sözün açığa vurulanını da bilir, gizlediğinizi de bilir. Bilmem! Belki bu sizin için bir imtihan ve bir vakte kadar yararlanmadır.’ (Peygamber), ‘Ey Rabbim! Hak ile hüküm ver. Bizim Rabbimiz, sizin nitelemelerinize karşı yardımı istenecek olan Rahmân’dır.’ dedi. (21 Enbiyâ 107-112)

Salât

Şimdi yeniden vahyin başlangıç günlerine dönelim ve ibadet ile ilgili zihniyet inşasına bakalım. Bunun için salât kelimesi yol göstericidir. Müzzemmil suresi ilk on ayette Rasulullah’tan gece Kur’an okuması, gündüz rabbini yüceltmesi, ona yönelmesi, tevekkül etmesi ve sabretmesi isteniyor. Kur’an okuma, dua ve tefekkür, görevi sağlıklı ve kararlı bir şekilde yürütmede oldukça etkili olacaktır. Dikkat edilirse henüz kıraat, dua, tesbih, tezekkür ve tefekkür gibi pasif bir ibadet eyleminden bahsediyoruz. Alak suresi 6-19. ayetleri Hz. Muhammed ile onu engellemeye çalışan Mekke ileri gelen(ler)ini anlatmaktadır. Kabe’de alenen sallâ fiilini yapan Peygamberi, ya kendi ibadetleri gibi olmadığı veya etraftakilere mesaj vermeye çalıştığı için engellemek isteyen(ler) vardır. Peygamberi metanetli olmaya davet eden Allah, elçisini, kendisini engellemeye çalışana aldırmamaya çağırır: “Sakın onu dinleme, sen Bana secde et ve böylece bana yaklaş.” Bu ayet sallâ fiilinin mahiyetini açıklar niteliktedir. Secde, müşrik ibadetinde de vardır, ancak Hz. Muhammed secdeyi kendi Rabbi’ne yapmaktadır. Elbette böyle bir secde, Kabe etrafında oluşturulan putperest geleneğe aykırı ve hatta bir başkaldırıdır.

İki surede yer alan musallin ifadesi dikkat çekmektedir. İlki Mâûn suresindedir. Sure tam anlamıyla Mekki karakterli olup müşriklerin ibadet ve sosyal davranışlarındaki tefessühü dile getirir. Onlar, ‘dini ve ahireti kabul etmezler, yetimlere haksızlık yaparlar, fakirlere yardım etmeye kimseyi teşvik etmedikleri gibi yapılan yardıma da engel olurlar, yaptıkları ibadetin (salât) ne olduğu bilincinde değildirler, sadece iş olsun diye bir takım hareketlerde bulunurlar (musallîn), insanlara faydası dokunan en ufak bir şeyi bile engellerler’. Müddessir suresi 43. ayetteki musallin ise bağlamdan anlaşılacağı üzere inananlardır. Erken dönemde inen bu ayet, Hz. Peygamber’in yaptığı gibi kıraat ve secde ile ibadet edenleri kastetmiştir. Öte yandan Alak, Kevser, Müddessir surelerinde bahsedilen salâtın tam teşekkül etmiş bir namaz olmadığı anlaşılmaktadır.

İlerleyen yıllarda salâtı konu alan ayetler, onun dışa yansıyan tarafını anlatır. Müminler, ibadetlerini sürekli yaparlar (70 Me‘âric 22-23). Onlar ibadetlerini fırsat buldukça toplu yaparlar, ibadetlerini peygamber adeta denetler (26 Şuârâ 217-19). Nihayet inananlar içtenlikle Rabblerine bağlı hale gelmiştir: “Onlar, korkarak ve ümid ederek Rablerine dua etmek için yataklarından kalkarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.” (32 Secde 15-16). Demek ki, artık bilinçli müminler kendilerine ait hareket hattını çizmeye çabalamaktadırlar. Mekke’nin son yıllarında inen Mü’minûn suresinin 1-9. ayetleri de bu ibadeti hem huşu ile hem de sürekli yapmaktan bahseder. Onların Hz. Muhammed’le birlikte gece ibadete kalkmaları, Peygamber’in onları eğittiği, Kur’an öğrettiği, rehberlik yaptığı, cemaate yeni katılanların diğerleriyle tanışma, yakınlaşma ve gönül bağlarını güçlendirmesi gibi sosyalleşmeyi sağladığı anlamına gelir. Kısacası bu toplu hareket, belli inanç, gaye ve amellerde bir araya gelmiş bir cemaatin oluştuğuna kanıt olarak alınabilir. Kısaca vahyin ibadet hakkında bilinç uyandırması ve yönlendirmesi inananlarda zihniyet inşasına dönüşmüştür.

Salât Mekke vahiy döneminin sonuna doğru tam anlamıyla teşekkül ederek bilinen anlamda namaz ibadeti haline gelmiştir. Zira bu sıralarda namazı kılmak (ikâmetu’s-salât) terkibi devreye girmiş, namazların vakitlerinden bahsedilmiştir. Hz. Peygamber’e namaz kılmayı emreden ilk ve en açık ayetler, İsra suresi 78-79 ve 110. ayettir. Daha sonra Hûd suresi 114. ayette Müslümanların cümlesini kapsayıcı ‘namazı kılın (ekîmû’s-salâte)’ emri gelmiştir. Mekke döneminde namazı ikâmeye dair son ayet (42 Şûrâ 38) de aynı övgülere yer verir: “Onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.” Sonuç olarak müminler, verilmek istenen mesajı almış, namazı kendi yaşamlarının parçası haline gelen bir davranışa dönüştürmüşlerdir. Böylesi bir davranışın ortaya çıkması, bir zihniyetin inşa edildiğini belgeler. Namaz bütün evsaf ve erkânı ile Medine’de tamamlanmıştır.

İnfâk

Mekke devrinde inen ayetlerde gözlenen bir diğer husus, ilk müslüman neslin cemaat ruhunu, yardımlaşma, dayanışma ve birliktelik duygusunu uyandırmaya yönelik anlatımlardır. Bunu sağlayacak uygulama infaktır. İnfâkla ilgili ayetler rızaya dayalı vermeyi teşvik etmektedir. Rabb ve salât konularına nispetle infaka ilişkin ayetler daha geç yıllarda inmeye başlamıştır. Leyl suresinde, ‘Rabbinin rızası için malını kendi isteğiyle başkasına veren ve temizlenen gerçek mümin’ ile ‘inkarcı cimri’ prototipleri sergilenir. İlk surelerde yetimlere, fakirlere ve kölelere zırnık koklatmayan dünya malına doyumsuz, Rabbine karşı nankör davranan inkarcı karakteri üzerinde durulmaktadır. Buna karşın Hz. Muhammed’e yetime ve fakire sahip çıkması, Rabbinin nimetlerine teşekkür etmesi tavsiye edilir. Beled suresinde, başkalarının karnını doyurmak bir aidiyetin, yardımlaşmanın, iman edenler (ashâbu’l-meymene) tarafında olmanın belirtisi olarak takdim edilir. Ashâbu’l-meymene tabiri, kendine özgü nitelik, hedef ve değerleri olan sosyal bir gurubun tezahür ettiğini, bunun en başat göstergelerinden birinin infak düşüncesi olduğunu ima etmektedir. Bir ayrıntı da infak etme işinin, salât ve namazla iç içe ele alınmasıdır. Artık iyi kullar, “Allah’ın rızasını ummanın dışında hiçbir dünyevi menfaat beklemeden miskine, yetime, esire seve seve, kendi rızaları ile yemek yediren” (76 İnsân 6-10) zihniyetin temsilcileridir. İnfak kültürünün oluşturulmasında dönüm noktasını saydığımız bu ayetlerin yorumu şudur: Rızaya dayalı paylaşma kültürüne alıştırılan insanlar, artık bu zihniyetle hareket ederek Allah rızası için gönülden ve kendi istekleriyle infak ederler. Müminler, vahiy sürecinde verilmek istenen mesajı almışlar, onu kendi yaşamlarının bir parçası haline gelen davranışa dönüştürmüşlerdir. Onlar imanlarının gereği infak konusunda neyi niçin yaptıklarının farkında olarak bilinçli davranışlar sergilemektedirler.

Cemaatten ümmete geçiş

Mekke döneminin sonlarına doğru inen ayetlerde yeni bir toplumun inşasına yönelik ifade ve söylemlerin çoğaldığı görülür. Furkân suresi 58-77. ayetler tam bir zihniyetin teşekkülünü ortaya koyar. İlgili ayetlerde iman, ibadet ve ahlaki öğüt ve emirlerle inananların farklı aidiyetinin doğduğu, gerekirse aileden ayrılabileceği, aidiyetin en belirgin vasfının Allah’a ve elçisine itaat ve bazı haramlara riayet etmek şeklinde tebellür ettiği, dinlerinin İslâm olduğu beyan edilir. Nihayet emir formunda gelen ayetler, ötekilerden tam ayrılmayı ister. Yine bir yandan itaat fikri geliştirilirken bir yandan da zalimlere karşı ölümüne direnme ve mücadele azmi işlenir. Bunlar gelecekte kurulacak Müslüman toplumun imanla varolabileceğine ve huzurunu sürdürebileceğine, güvenle yaşanabilir bir çevreye hazırlamaktadır. Kısaca bu süreç, küçük bir cemaatin ümmete doğru gidişidir. Mekke’de böyle bir toplumun teşekkülü zordur, mecburen başka bir belde (Medine) buna beşik olacaktır.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 305 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.