İnsan, biyolojik bir varlık olmasının yanı sıra sosyal ve kültürel bir varlıktır. Doğal yaşamın içinde bu kültürel tarafın fizyolojiye etkilerini gözlemlemek mümkündür. Hızlı yaşam temposuna sahip Batılı metropollerde yaşayan bir insan ile yağmur ormanlarında yaşayan bir insanın yaşam tarzları, beslenme alışkanlıkları ve ruh sağlıklarının aynı olması beklenemez.
Coğrafi ve kültürel ayrılıkların belirginliği eski zamanlara dayanır. Eskiden kabile reisinin belirlediği dine giren topluluklar görmek mümkündü; ancak günümüzde bunun benzerlerini bulmak oldukça zordur. Parti, grup, cemaat veya sivil toplum örgütleri gibi sosyolojik topluluklar, dışarıdan bakıldığında benzer yapılar gibi görünseler de farklı düşünme biçimleri geliştirebilirler.
Bu farklılıklar yeni yorumları beraberinde getirir.
Demokratik zeminlerde anlam artık daha müphemdir. Bu durum birey olma hâliyle ilgilidir. Birey arttıkça anlam çoğalır; anlam çoğaldıkça da belirsizlik artar. Tanımlar olsa bile anlamın kendisi tanımsız kalabilir. Bu çağ, müphemlik çağdır. Politikacıların sözlerinin de müphem olabileceği unutulmamalıdır. John Gray’in Türkçeye Yapı Kredi Yayınları tarafından kazandırılan Ateizmin Yedi Türü adlı kitabı bunun bir örneğidir. Gray, ateizmin bile farklı yorumlara sahip olabileceğini gösterir.
Konumuzla ilişkilendirilebilecek bir düşünceyi Thomas Bauer’in Müphemlik Kültürü ve İslam kitabında, John Caputo’dan yaptığı alıntıda buluruz:
“Önemli, değerli ve anlamlı olan her şey müphemlikle doludur: Aşk ve ölüm, tanrı ve acı, doğru ve yanlış, geçmiş ve gelecek.” (1)
Örneğin kaçakçılık yapmayı düşünseniz bile en azından bir sınır ve o sınırı koyan bir devlete ihtiyaç duyarsınız. Bir halk kitlesini seçimlerle yönetmek için de yine devlete ve sistemin kurallarına ihtiyaç vardır. Yani bu düzenin aygıtlarını, sermayesini, düşünce kuruluşlarını, sivil toplumunu ve yasalarını kullanmak zorundasınızdır. Zohran Mamdani gibi biri olabilmek, mutlaka bir sistemle bağlantılı olmayı gerektirir. Her şeyden önce siyaset yapmak zorundasınızdır. Bu noktadan itibaren söyledikleriniz tartılacaktır; tıpkı geçmişte ve gelecekte tüm siyasetçilerin sözlerinin tartıldığı gibi. Aristoteles’in “Bir şiir, tarihten daha gerçektir.” sözü, politikacıların sözlerinin gerçekleşme oranının da şiirin gerçekliği kadar olabileceğini düşündürür.
Politikacıysanız bağlı olduğunuz camia, ideoloji, kitle, inançlar, sosyal medya ve oy beklediğiniz halk sizi bir alana çeker. Bu çekim sırasında güçlü bir ideolojik pratiğiniz yoksa savrulabilir veya zorunlu olarak farklı koalisyonlar kurmak durumunda kalabilirsiniz. Sermayesi olmayan bir politikacının bu küresel demokrasi krizinde varlık göstermesi zordur.
Sanatçılar, filozoflar, düşünürler ve entelektüeller ise politikacılardan ayrılır. Onların gücü dildedir. Dilin sınırlarına kadar gidebilirler. Bu nedenle hem kendileri hem de ürettikleri eserler sınır aşan bir niteliğe sahiptir. Gandhi için Hindistan, onun bağını koparamadığı bir coğrafya olmakla birlikte aynı zamanda bir sınır değildir. Pasif direniş ile sözünü söylemiş ve koskoca İngiltere’yi yenmiştir. Gandhi özgürdür; çünkü politikacı değildir. Sınır aşan biridir ama aynı zamanda son derece yereldir.
Politikacıların ise kaçamadıkları bir yazgıları vardır. Onların dayandıkları manevi bir miras bulunur. Bu mirası kanıtlamayı bekleyen halk kitleleri karşılarındadır. Politikacı için seçmen bir aynadır; seçmen de onda kurtuluşu arar. Seçtiği kişi bazen bir mesih, bir mehdi ya da en azından bir kurtarıcı olarak görülür. Zaman ve şartlar, tarih boyunca bu beklentiler için hep hazırdır. Büyük anlatılar bu nedenle kurulur ve halka sunulur.
Zohran Mamdani gibi çok kimlikli bir bilinç taşıdığınızı iddia ettiğiniz anda şu soru ortaya çıkar: Ne zaman hangi kimliğiniz öne çıkıyor? Zohran Mamdani hangi durumda “asıl kimliği”ne yakındır? Amerika gibi küresel kapitalizmin merkezlerinden birinin içinde komünist ya da sosyalist bir siyasetçi midir? Katolik Kilisesi’nin baskın olduğu bir toplumda LGBT savunucusu bir aktivist midir? Göçmenler için Hintli bir annenin ve Gineli bir babanın çocuğu mudur? Yoksa güçlü lobilerin karşısında duran bir Müslüman mıdır? Kısacası, Zohran Mamdani kimdir?
Politikacıların bir çeşit yazgının ürünü olabileceğini söylemiştim. Kendi olmak ya da özgür kalmak politikacılar için zordur. Bu zorluğu sistem yaratır. Sistemin açmazlarına örneği, yine Amerika’dan, Baudrillard verir:
“Kennedy iktidarından sonra gelen tüm başkanlar, sanki onu kendileri öldürmüş gibi bu cinayetin hesabını verme durumuyla karşı karşıya kalmışlardır.” (2)
Bu cümle, siyaset yapılan alanın ne kadar zorlayıcı olduğunu göstermeye yeter.
Kanaatimce Daryush Sheyegan’ın ortaya koyduğu “kültürel şizofreni” kavramının, Zohran Mamdani’de karşılık bulma ihtimali vardır. Umarım yanılırım. Kültürel şizofreniye göre modernleşme sürecindeki toplumların bireyleri bir kimlik kırılması yaşarlar. Sheyegan bunu bir yozlaşma olarak değil, bir geçiş sancısı olarak görür. Kültürel şizofrenide önce kimlik bölünmesi yaşanır, ardından bu kimliğin yarattığı ağırlık kırılır. Politikacı için bu durum sistemle bütünleşmeye yol açabilir; entelektüel için ise büyük bir zenginlik kaynağıdır.
Asıl soru şudur:
Zohran Mamdani “kültürel şizofreniyi” yaşayacak mı?
Bunu elbette zaman gösterecek.
Düşünmekle kalınız.
Kaynakça
1 — Thomas Bauer, Müphemlik Kültürü ve İslam, İletişim Yayınları, s. 51.
2 — Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, s. 38.
Yeni yorum ekle