İnsanoğlunun bedeni ve dünya arasındaki ilişki kurması; ayağa kalktığı ilk andan itibaren başlar. Gözlerinin önünde beliren doğayı görmesiyle de zirveye taşınır. Bu süreçten hareketle onların evreni tanıma çabası, bir varoluş mücadelesinin özünü oluşturur. Anlaşılır bir dille ifade edersek insanın kendi bedenini keşfetmesi; onu tanıması, kullanması, eğitmesi, donatması, bütün organlarını birbiriyle uyumlu şekilde çalıştırması ve ona yön vermesi gibi basit fakat ihtiyaçtan kaynaklanan işlevleri başarması sayesinde gerçekleşmiştir. Kendini tanıyan insanın bedeni ile de doğada var olması, ona yepyeni ufuklar ve hedefler göstermiştir. Artık insan, küçük gruplar oluşturup toplu yaşayabilmekte; başka insanlarla kolektif bir yaşam kurabilmektedir.
İnsanoğlunun kolektif yaşamına ait ilk örneklerden sayılan Çatalhöyük yerleşim yeri, ilginç bilgiler sunar bize. Örneğin, Çatalhöyük sakinleri yırtıcı hayvanlardan korunmak amacıyla evlerine merdiven vasıtasıyla çatıdan girmekteydiler. Tuvalet alanları ortak, mezarlıkları ise evlerinin içinde, oturdukları sedir benzeri bir yapının altında yer alıyordu. Ölü ve diri aynı anda, aynı mekânda birlikte bulunuyordu. Yaşam ve ölüm yan yana idi…
Mekân ve insan bedeni arasındaki ilişkiyi tanıklayan ilk örnekler de Çatalhöyük’te bulunmaktadır. Duvarlara elleri ile bezedikleri kırmızı motifler, beden ve mekân ilişkisini günümüze taşımıştır. Yine, bölgedeki mezarlardan çıkan kadın ve erkek kemiklerinin neredeyse aynı büyüklükte olmasından anlıyoruz ki Çatalhöyük’te kadın ve erkekler eşit beslenmekteydi. Bu veriler, bugün kadın ve erkek arasındaki anatomik farklılığın tarihsel kökenlerine işaret eder. Cinsler arasındaki anatomik farklılaşma zaman içinde ortaya çıkmıştır. Erkeğin kas gücüyle tarım aletlerini kullanmaya başlaması, bir yandan bu anatomik ayrışmayı ve diğer yandan toplumda erkek egemenliğini tetiklemiştir… Eril yaşam, eril din anlatımının da sahnesidir. Bu sahnedeki gösteri eril iktidarları doğurmuştur.
İnsanlık tarihini düşünelim, geçmiş zamanların dünyasına misafir olalım. Hangi yüzyıla gidersek gidelim ideal dünya dediğimiz bir bakıma olması gereken vasatın belli coğrafyalar, belli halklar ve dönemler için yaşandığını anlarız. Antik Dönem Atina’sı somut bir örnek olarak karşımıza çıkar. Öyle ki Atinalıların erdemden felsefeye, spordan estetiğe ve sanata her alanda ulaştığı noktaya bugünkü modern insan gıpta ile bakmaktadır. Agoralar, tiyatrolar, anıtlar, limanlar ve heykeller gibi taş yapılar, insanda bu sanatsal taş yapılara dokunma hissi uyandırmaktadır. R. Sennett’ in kitabından ilham ile bu durum bir beden ve taş uyumudur. Beden ve taş gerçek bir uyum içindedir. Sadece sahil kentleri değil daha yükseklere kurulan kentler beden için ulaşılmaz değildir… Ücra yerleşim yerleri bile yürümekle aşılacak yollara sahiptir. Yıkanmayı pek de sevmeyen Sokrates’in bu yollarda çıplak ayakla yürümesi, hem kendi bedenine hem ülkesine hem de ülkedeki demokrasisine güvendiğini gösterir. Güvensiz bir yolda çıplak ayakla yürümeyi kim göze alabilir ki!.. Yürürken onu koruyacak bir hukuk sistemi olduğunu bilmeden yerinden bile kımıldayamaz. Ayrıca sofistike sorular sorarak düşündüren bir filozof için can güvenliği çok önemlidir. Can güvenliğine inanmayan biri korkar, siner evinden bile dışarıya çıkamaz. Sokrates’in bedeni, yaşadığı topraklardaki demokrasi ile uyum içinde idi…
Bedenler temel ihtiyaçlara Olimpiyatlardaki yüksek heyecanı yaşamak dışında kolayca ulaşabiliyordu. Günlük giysilerinde rahatlığı tercih eden beyaz entarili sıcak insanların tuvalet, hamam, tiyatro, okul, değirmene ulaşma ihtiyaçları kolayca karşılanıyordu. Bu toplumun insanı yarı çıplak gezmekten dahi çekinmiyordu. İster beğenelim ister beğenmeyelim; diğerlerinden farklı olanın yaşatılması barışçıl ve özgür bir kent pratiğini gösterir. Birbirine her yönüyle saygı duyan yurttaşlar ancak beraber yaşayabilirler. Kent izleniminde barışçıl olma ve bireysel olarak üstesinden gelemeyeceği zorluklara karşı koyma içgüdüsüyle toplumsallık oluşturma hâkimdi. Şehir plancısı William Hogarth’a göre “Birbirine dokunan bedenler toplumsal bağı ve düzenliliği işaret ediyordu.” (1) Kim bilir, William Hogarth “ birbirine dokunan bedenler” ifadesini bilinçaltındaki tanıma, anlama ve zarar vermeme isteğinin dışa vurumu olarak da söylemiş olabilir. Batı’da kent deneyiminde oluşturulan muazzam meydanlar belki Hogarth’ın teorisinin bilinçsizce ispatıydı. Beden ve kentin bütün hisleri meydanlarda buluşabilirdi. Batı’da kent meydanları tanınırlık anlamında isimleri belki ülkelerin ötesinde ve toplumsal hatırası insanoğlunun tarihinin bir parçasıydı.
Bu meydanlara Doğu’dan Saint Petesburg şehri de ciddi bir örnektir. Saint Petesburg kenti meydan şeklinde tasarlanmıştır. Bu biçim, Çarlık Rusya’sının demokratikleşme ve batılılaşma açılımı gibi gösterilmiştir ama aslında olan hem kendi halkını hem Dünya’yı kandırmanın farklı biçimidir. Moskova gibi eski ve kadim bir kentin varlığına rağmen Saint Petesburg “Batıya açılan bir pencere” gibi duyurulmak istendi. Kulaklara hoş gelen bir tını gibi ve bu oluş, sahteliğin kentleşmesiydi.
Hemen hemen tüm dünyada meydanlar, kentler, anıtlar kısaca üretilen mekânlar bedeni düşünmek zorundaydı. Beden ile medeniyet birbirine sarılmalıydı. Kent, medeniyet ve beden buluşmasına en iyi örnek, Antik Yunan’dı. Zira sıcaklığın ve sıcak bedenlerin kuşattığı Antik Yunan’da su yolları ile bir nevi insan vücudunun damarları gibi dolaşım tasarlanmıştı. İnsan bedeni Antik Yunan için ilham kaynağı idi. Kan vasıtasıyla besinlerin damarlara ulaşımı gibiydi kent, medeniyet ve bedenin iletişimi… Bu sayede kentler arasında görünür birliktelik sağlanmış oluyordu. İnsanlar sürekli fiziksel temas halindeydi, bu da kent görünümünde şimdilerin tabiri ile mutluluk endeksini yükseltiyordu. Bu güçlü demokratik zeminde ironiyi keşfetmiş olan bir halk, dünya sahnesine tiyatroyu da çıkarmıştı. Huni şeklinde yapılan taş basamaklı mekanlarda en üstte oturan kişinin en alttaki kişiyi görebildiği tiyatro sahnelerine her yerde rastlanıyordu. Bedenler tamamen birbirini takip edebiliyordu. Söylevler, manifestolar, tragedyalar, şiirler gözün görebildiği ve kulakların duyabildiği ölçüde ruhun en derinlere inebiliyordu.
Atina demokrasisinin evrimi o dönem mekânları ile aynı tarihsel zemini paylaşıyordu. Agoralar en az tiyatrolar kadar önemliydi ve buralar mahkemelerin görüldüğü mekânlardı. Bedenlerin rahatlığı, onların doğru düşünüp birbirini anlamaları ve en önemlisi adil olabilmeleri adına birbirini görüp hissetmeleri, empati kurmaları gerekiyordu. Bu agoralar için Richard Sennett şunları söyler:
“ Mahkeme bin beş yüz kişi alabilen, dev, çatısız, bir mekandı. (Bir jüri’nin en azından 201, ama çoğunlukla 501 kişiden oluşması gerekiyordu; bu sayı bazen 1500’e kadar çıkabiliyordu.) (….) Atinalılar en ciddi siyasi işlerini, yani insanları şehirden sürme işini Agora’nın açık alanında yapıyorlardı. Yılda bir kere bütün yurttaşlar buluşup belli bireylerin tiran haline gelme tehdidini gösterecek kadar güçlenip güçlenmediklerine karar verirlerdi; konuşmalar yapılır bir liste hazırlanırdı. İki ay sonra yurttaşlar tekrar toplanırlardı. Sürgün cezası verme olasılığı özellikle düşünmeye ayrılan iki ay boyunca sonsuz gizli pazarlık, derin dedikodu, fısıltı kampanyası ve iş yemeği imkanı yaratırdı – Agora, siyaset gelgitin döküntüleriyle tekrar tekrar yıkanırdı. Yurttaşlar yeniden toplandıklarında eğer birisi aleyhinde 6000 den fazla oy olursa o kişi gelecek on yılı sürgünde geçirirdi.” (2)
6000 kişinin bir araya gelerek kentlerinin geleceği için tartışmaları, bunun için karar almaları, hatta tiran olabilecek kişileri tespit ederek kentin dokusundan ötelere sürgün edebilecek inisiyatifi alabilen kentlilik duygusu; modern insan için bir hayal gibi geliyor.
Atinalıların medeniyet tahayyülünü kulağın duyabildiği bir düşünsel zemin olarak ele alırsak, Roma için gözün esir alındığı bir heybet şehri tanımlaması yapabiliriz. William Shakespeare ’in “Dünya bir sahnedir.” söylemine atıfla biz de Roma için aynı ifadeyi kullanabiliriz; Roma gerçekten bir sahne gibidir.
Roma’nın sahneliğinin ötesinde, insan, taş ve medeniyet ilişkisi de tarih yazılacak şekilde ilerlemiş ve şehrin dokusu göçler ile yavaş yavaş değişime uğramıştır. Roma’da yollar daha düzenliydi, özellikle gettolardaki binalar taş yapılar şeklinde inşa ediliyor ve buralarda genellikle fakirler kalıyordu. Dev kolezyumlar iktidarın görsel gücü gibiydi. Bu kolezyumlarda halk, binaların ihtişamıyla ve devleti anımsatan resmi görünüm ile eziliyordu. Kolezyumlarda eski tapınakların hükmedişi hissediliyordu. Devasa tapınaklar ve din adamlarının huzurunda halk eziliyordu. İlerleyen zamanlarda ise aynı acıları kolezyumlarda gösteriye maruz kalanlar yaşıyordu. Aynı acıları bu dev kolezyumlarda gösteri esnasında olanlar yaşıyordu. Çizmeye çalıştığım tabloyu Guy Debord şu haklı sözleri tamamlar: “Gösteriye maruz kalanlar bir sonra olacaklar nedeniyle hiç harekete geçemezler.” Evet, kolezyumlarda beden hem izleyici hem mağdur hem de kahramandı. Gladyatörlerin klasik söylemleriyle ifade edecek olursak onların yaptığı iş, “Ölmekte olanların Sezar’ı selamlamalarıydı.” Böylelikle beden bütünlüğü ilk kez yönetim eliyle bozuluyordu. Sistem için bedenler kurban oluyordu. Parçalanan bedenler iktidarı güçlendiren tutkallardı. Mitsel anlatımlarda ölen bedenler masal gibi geliyordu. Halk için masal, ölüm ve yaşam bir aradaydı.
Tanrılar bedenleri ile hem yeryüzünde hem gökyüzünde yaşıyorlardı. Tanrıların bedenleri vardı, hatta bazılarının elinde şimşek çakan asalara sahipti. Evli ve çocukları olan çelişkili varlıklardı. Göz paganlığın esareti altındaydı. Herkesin tanrısı ya da tanrıları olduğu için inanç konusundaki netlik semavi dinler kadar değildi. Beden henüz siyasallaşmamıştı.
Bedenin siyasallaşması tek tanrılı dinlerin doğuşu ile başladı. Beden simgelerin, ritüellerin ve hatta dinlerin savaş alanıydı. Beden algısındaki bu ilk değişimleri Hz. İsa ile birlikte yaşadı. İsa ilk tebliğlerini ziyafetler ile beziyordu. Bunlar akşamları gizli yapılan yemek ritüelinden ibaret eylemlerdi. Bu üretilen paradigmada Hz. İsa insanın bedenine verdiği yemek ile giriyordu. İsa’nın düşüncesine göre insan bedenine hükmetmek onun içerisinde olmakla mümkündü. Ona kutsal ekmeğini ve kutsal şarabını ikram etmek, ona kendini hissettirmekti. O hükmedilenin kendini İsa bilmesi gerekiyordu. Hz İsa ile beden ilişkisinin mucizevi yanları da vardı. O, rivayetlere göre ölüleri diriltebiliyordu. O bir yaratıcıydı. Eski topluluklar çok vahşiydi ve İsa döneminde bedenin artık arındırılması gerekiyordu. Geçmiş dönemlerin günahları bedeni su ile vaftiz etmek ile arındırılabilirdi. Su sayesinde arındırılmış beden ile din ilintisi kuruluyordu. Yani İsa, bedeni bir nevi kutsallaştırmıştı. Meryem bakire bir bedenden, tanrısal bedeni dünyaya getiriyordu. Bu husus o dönem tablolarına ideal bir İsa figürü olarak yansıdı. İsa çok ideal (yakışıklı) bir görünüm ile resmedildi. Fakat aydınlanma dönemi sonrası tablolarında ise, İsa beden olarak kaburgaları çökmüş, yanakları içe geçmiş, acı çeken bir kişi olarak yansıdı. Dünya bilgiye teslim oluyordu. Onun yüzündeki ifade de bir nevi iyimserlik ve budalalık yansıyordu. Dostoyevski “Budala” kitabının ismi tam da bu nedenle oluşmuştur. Kitabın isminin kaynağı Dostoyevski’nin Eşi Anna ile gittiği Fransa seyahatinde gördüğü İsa’yı anlatan tabloydu.
Bedenin hikâyesinde birçok bölünmeler meydana geldi. Demokrasi uğruna beden parçalandı, buna resmi bir kanun hikâyesi bile eklendi. Kafa, bedenden çok hızlı koparılan giyotin ile ayrılıyordu. Bunu icat eden Bay Giyotin (Kendisi aynı zamanda bir doktordu) icadını insanın en az acı çekeceği öldürme aleti olarak tanımlıyordu. Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikayesi” ve Dostoyevski’nin “Budala” eseri çarpıcı giyotin sahneleri ile bezenmiştir. Görülüyor ki beden edebiyat ile iç içeydi. Öyle ki Dostoyevski kafa koparıldıktan sonra bedenin hislerini anlatma gayretine bile girişti. Kafanın bedenden ayrılışını, insan kurban etme ritüellerinde daha önce özellikle de Azteklerde görülmüştü. Azteklerde kafa bedenden bir törensel mekânda ayrılıyordu. Beden ve ayrılan kafalar boyanmış, süslenmiş bir şekildeydi, dağdan yuvarlanmalarıyla tören bitiyordu. Azteklere nazaran beden ve giyotin ilişkisinde giyotinin bize hissettirdiği sahne Guy Debord’un “Gösteri Toplumuna” uygun olan cinstendi.
Beden giyotinden vatandaş olmak pahasına kafasını vererek kurtulurken, bedenin başka bir esareti adına Viktoryal dönem başlıyordu. Kraliçe Viktorya bedeni 19. yy’da neredeyse karanlık dönemlerde bile olamayan esaret ile dizginlemek istedi. Öyle ki hazretin, kadınların gülmelerine bile tahammülü yoktu. Kraliçenin ‘kadın bacağını andıran masa ayaklarının görünmemesi için İngiltere’deki bütün masaların örtülerinin yere kadar indirilmesini’ emreden fermanı çok şaşırtıcıdır. On iki doğum yapan kraliçe, bakire Meryem Ana’ya hayrandı.
Buraya kadar taşıdığımız hikâyenin yanında günümüzde bedenin eli ayağı düzgün değil. Yüzü hala gülmüyor. Modern zamanlarda bile demokratik bir yaşama ulaşımında aksaklıklar hiç tükenmeden yaşanıyor. Beden, kent ve demokrasi varoluşu açısından uyumlu olması gerekirken dahi yaşanıyor. Oysaki şehirler kurulurken ilhamını bedenden almışlardı. Caddeler ve sokaklar şehrin atar damarları, şehrin meydanları ise kalp gibi düşünülmüştü.
İnsanın ve bedenin serüveni henüz bitmemiştir. Bedenin hikâyesi demokrasinin ilerlemesi ile gelişimine devam edecektir. Beden ve demokrasi hikâyesinde sevindirici haberi; çocukların bedenleri 19. Yüzyıla kadar önemsiz bir nesne iken 19. yüzyıl ile birlikte çocuk elbiselerinin fabrikalarda dikilip üretilmesini ilerlemenin başka bir çeşidi olarak da düşünebiliriz. Beden biyolojisinin yanında; ayrıca bir his ve hissetme merkezini de bünyesinde taşımakta. Buna paralel olarak bedenin rahatlama serüveni ile şehrin demokratikleşme süreci arasında ölçülülük mutlaka artacak. Evrenden ayrı düşünülmeyecek insan, kim bilir bedeni ile ilgili hangi hikâyelerin kahramanı olacaktır?
Kaynakça:
1- Richard Sennett Ten ve Taş “ Batı Uygarlığında Beden ve Şehir “ Metis Yayınları sayfa 14
2-Richard Sennett Ten ve Taş “ Batı Uygarlığında Beden ve Şehir “ Metis Yayınları sayfa 46
3- Richard Sennett Ten ve Taş “ Batı Uygarlığında Beden ve Şehir “ Metis Yayınları sayfa 47
"... diğerlerinden farklı…
"... diğerlerinden farklı olanın yaşatılması barışçıl ve özgür bir kent pratiğini gösterir."
Atina'daki, insan sayılmayan köleler unutulmuş sanki...
Tamamen Batı'nın değerlerine…
Tamamen Batı'nın değerlerine göre, Batı'nın ürettiği bilgilere dayalı, yanıltıcı ifadelerle dolu bir yazı. Kaynak da belli zaten: bir Batılının yazdığı, Batı Uygarlığında Beden ve Şehir kitabı. Bize hiçbir faydası olamayacak bir kitap özeti yapılmış.
Yeni yorum ekle