Güçlü yazarlardan bazıları vardır ki tek bir eseri ile ölümsüzlüğün tarafına geçerler. Esas olan ve aynı zamanda yazarı ölümsüz kılan tılsım da eseridir. Bu yazarlardan birisi de Gonçarov’ dur . “Oblomov “ ise İvan Gonçarov’un isminin ötesine geçmiş, onun çok sevilen klasikleşmiş kitabıdır. “Oblomov “ örneğindeki gibi “ Gösteri Toplumu “ veya “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor “ kitapları da yazarlarının ötesine geçmiş eserlerdir. “Bu eserleri yazanlar kimlerdi ? “ sorusu akıllara takılan bir soru pek olmamıştır. Yazarlarının isimlerinin gündeme gelemeyişi belki yazarlarının sadeliklerinden kaynaklı olabilir. Kitaplar yazarlarını fersah fersah geçmiştir.
Oblomov, böyle bir eserdir. Bir tembellik anlamının ötesinden; aslında anlatımı tarihten gelir. Oblomov’un ilk öncülleri Atina sokaklarında para karşılığında din, devlet, erdem hakkında dersler veren sofistlerdir. Pek yıkanmayan bu sofistler avare avare gezinirler. Bu tipler, tarihin ilk aylaklarıdırlar. Sofistlerin böyle nitelenmelerinin nedeni sadece salt retorik ile para kazanmalarındaki yaratıcılıktır. Sofistler bu şekilde para kazanırken, sofistlerden bağımsız ilerleyen sofistler de vardır. Ölüme giderken eşi ve yakınları tarafından aylaklıkla suçlanan Sokrates’in konumu diğer sofistlerden farklıdır. O şüphecilik ile aylaklığa kavuşmuştur. Sokrates para kazanmak yerine gençlere erdemi, ahlakı anlatan bir aylak sokak filozofu olarak kalmıştır. Ama Sokrates çalışmadan ulaştığı bu şöhreti ile bütün yaratıcı aylakların ilhamı ve atası olmuştur. Ondan etkilenen başka bir yaratıcı aylak Diogenes’tir, o aylaklığını dönemin haşmetli İmparatoru İskender’in karşısında, “Gölge etme! Başka ihsan istemez.“ diyerek yapmıştır. Böylesine özgür bir bireyin sözünü; üzerine örttüğü örtüsünden başka bir şeyi olmayan, yaşlandığında bir baston sahibi olabilmiş bir insan, ancak böyle bir sözü söyleyebilir. Aylaklık bir vazgeçmedir. Kendi olabilmek için vazgeçmedir. Sistemden, rutinden, emir alma hiyerarşisinden, yaşamak için köle ücretinden kurtulmadır. Aylak insan asalak olamaz. Asalak olan insan en basit ihtiyaçlarını dahi bağımlısı, kölesi olduğu nobranından isteyerek yaşar. Fakat köle olarak çalışmayı ret eden kişi; kendisi olma yolunda bir şeyleri başarabilir. Çok çarpıcı bir örnekle ifade edersek; Aristo’nun anlatımıyla, “Mısır’da geometriyi boş gezen, hiçbir işi olmayan rahipler bulmuşlardır. “
“Galile, dünyayı değiştirmek bakımından herhangi bir hükümdardan çok fazlasını yapmıştır.” (1)
Diye söyler Bertrand Russel oysa modern dünya paradigmasına göre Galile bir işsizdir. Aslında o bir aylaktır. Russel aylaklığı “Aylaklığa Övgü “ kitabında şöyle tanımlar;
“Sanatı geliştiren, bilimleri bulan sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. Hatta baskı altındakilerin kurtuluşu bile yukarıdan aşağı doğru gelmiştir. Aylak sınıf olmasa, insanlık barbarlıktan hiç kurtulamazdı.” (2)
Russel çalışmayı “Aylaklığa Övgü “ kitabında şöyle tanımlar ve çalışmayı ikiye ayırır.
“Çalışma nedir ? Çalışma iki çeşittir: Birincisi, yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan maddenin durumunu, böyle başka bir maddeye göre değiştirmek; ikincisi de başkalarına, yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan bir maddenin durumunu, böyle başka bir maddeye göre değiştirmelerini söylemektir. Birinci cins çalışma tatsızdır ve az para getirir; ikinci cins ise tatlıdır ve çok para getirir. İkinci cins çalışma çok çeşitlidir: Emir verenler yanı sıra, ne gibi emirler vereceği konusunda akıl verenler vardır .” (3)
Diye devam eder. Aslında çalışma, üretim veya yaratım anlamında hayli kısırdır. Çalışma bize yeni bir durumu ifade edemez. Aylaklık ise yaratıcılıktır. Aylaklık yukarıda anlatılan iki çeşit çalışma acısının döngüsünde başlar.
Sayfalar ilerleyince Bertrand Russel’dan konuyu daha iyi anlayacağımız örneğini okuruz.
“Gerçek odur ki, maddenin bir bölümü varlığımız için zorunlu olduğu halde, maddeye durmadan biçim ve yer değiştirmek hiç de iyi insan hayatlarından biri değildir. Eğer öyle olsaydı, kanal açma işinde çalışan her ameleyi Shakespeare’den üstün tutmamız gerekirdi.” (4)
Shakespeare örneği bir hayli ironiktir. Evet Shakespeare de modern zamanın sekiz saat mesai yapan çalışanlarına göre bir işsizdir. Ama dünyaya kattığı anlam tiyatrolarının psikolojiye kattığı anlam yönüyle en büyük aylaklardandır.
Düşünün ki ; dokuz, on saat çalışarak gündelik ekmek parasını kazanmaya zorunlu ve asalaklaştırılmış hiçbir insan hiçbir şey başaramaz. Değişim dönüşüm ondan gelemez. O sadece biyolojik olarak nefes alma verme eyleminde bulunuyordur. Aslında yaşarken ölenlerdendir. Böyle insanlar her gece ölüp sabah cehennemlerine doğarlar. Kendi olamayışları ve zorunluluklarından doğan seçimleri sadece kendi asalaklığının devamı içindir. Kendisi dahil kimseye bir faydası dokunmaz. Paul Lafargue “ Tembellik Hakkı “ kitabında bu kitleyi ve yoksulluğu şöyle anlatır.
(….) çalışarak sefaletinizi artırıyorsunuz[i] ve sefaletiniz çalışmayı kanun zoruyla dayatma mecburiyetinden kurtarıyor bizi. Çalışmayı kanun yoluyla zorunlu kılmak “fazla şiddet gerektiren ve gürültü koparan bir iş; açlık ise tam tersine dingin, sessiz, sürekli baskı olmakla kalmıyor, çalışmanın sanayinin en doğal gerekçesi olarak, en güçlü çabaların yolunu açıyor. “ Çalışın, çalışın ki yoksullaşın proleterler, toplumsal serveti ve bireysel sefaletinizi büyütmek için çalışın, çalışın ki yoksullaştıkça çalışmak ve sefilleşmek için daha çok nedeniniz olsun. Kapitalist üretimin kanunu budur. “ (5)
Çalışmak, saatleri, mekanları seçilen, olmadığına öykünülen ve bütün muhafazakar klişeleri içselleştirmiş bir kişinin kölelik sorunudur. Çalışmak sistemin çarkında, sistemin gücünü boşalttığı her gün yeni iyi niyet derileri giymeye mecbur edilen sınıfların, sınıf atlama isteminin köleci sonucudur.
Yoksulluk ve sefillik ayrımını Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” kitabından okursak aslında sistemin güçlü elleri halk için sefilliği istemektedir.
“Yoksullukta yaratılıştan gelen soylu duygularınızı koruyabilirsiniz, sefillikte ise asla ! Sefil bir kimseyi insanlar aralarından uzaklaştırmak için sopa kullanmazlar, süpürgeyle süpürürler ; daha aşağılama içindir bu ve hakları da yok değildir böyle davranmakta, çünkü sefilliğe düştüğünde ilk kendisi olmalıdır kendini aşağılamaya.” ( 6 )
Dostoyevski sefillik ve yoksulluk ayrımını taşı gediğine oturtarak anlatmıştır. İnsanlar çalışarak yoksulluğun daha öte sınırlarına sefilliğe doğru da gidebilirler.
Konumuz itibari ile Oblomov’ a tekrar dönecek olursak; Oblomov bütün bu çalışma yaralarının bir ürünüdür. Gonçarov dönemi anlatma ihtiyacından kaynaklı olarak eserini sadece bir ayda bitirmiştir. Oblomov normalde aristokrat bir derebeyidir. Oblomovka adı altında birkaç köyün sahibidir. Dönem serf ayaklanmalarının olduğu yıllardır. Serfler özgürlüğüne kısa zaman sonra kavuşacaktır. Bu dönem ayrıca Rus edebiyatının en çok üretim yapılan dönemidir. Oblomov bütün derebeylik hikâyesinden vazgeçip insan olma içgüdüsüyle Petesburg’da memur olmuş fakat çalışma hayatının ikiyüzlülüğüne dayanamayıp yine Oblomovka’ya dönmüştür. Çok zorda kalmadıkça yatağından hiç çıkmamaktadır. Aslında o bir yatak değil onun kendine döndüğü annesidir. Anne rahmidir. Rüyalarını hep bu yatakta görür. Bu yatak onun hayattan korunağı ve barınağıdır. Aslında Oblomov da adı konulmamış bir filozof yan vardır. Kendi masumiyetini kirlenmemişliğini bu yattığı yatağa ve daldığı düşüncelere borçludur. O içinde olduğunda, ona acı verecek hayata kayıtsız kalarak kendini korumaktadır. Sıradan insan için her şey çok hızlı olmalıdır. Ayrıca da hemen ve derhal olmalıdır, işler yetiştirilmelidir. Hızlı bir şekilde yükselmelidir. Sadece önceliği pragmatik bir çalışma hayatı olan insan için her şey mubahtır. Bu sebeplerle normal insan durmasını beceremez çünkü bir sistemin içindedir. O çalışma hayatının kölesidir. Oysa aylak olan insan için düşünmeden yaşamak olamaz. Hayat durmak, izlemek, anlamak, yorumlamak, yaşamak, tefekkür etmek içindir.
Oblomov, hayatı anlatırken dostlarına şöyle seslenir ;
Evet, hayat konusunda şairim, çünkü hayat bir şiirdir. Onu insanlar berbat ediyor.(7)
Oblomov hayatı kendi olarak yaşamak ve gerçekten anlamak istemiştir. Hayatın güzel yanlarını keşfetmiştir. Bu nedenle hayatın keşmekeşini ıskalamıştır. Hırs tutkunlarından uzaklaşarak kaybetmenin kıyısında olmuştur. Onun için mutluluğa ulaşmak şart değildir. O mutluluğu düşlemek ile mutlu olur. O korkunç kazanma tutkusunun ötesinde kalarak çalışmanın acılarından kendini korumuştur.
Biz çalışmanın acılarından kendimizi koruyabilir miyiz? Sorusu üzerinde düşünmek gerekir. Bu soru da siz okurlarımdan cevap aradığım soru olarak kalsın.
Sonunda hem kaybeden, hem kazanan taraf Oblomov olmuştur. O insanlığının doğal sınırlarında kalan, kötü hislerden korunan, kurgulanmamış; kapitalizmin kötülüklerine direnen aylak insandır.
KAYNAKÇA
- “Aylaklığa Övgü “ Bertnard Russel Cem Yayınları Sayfa 33
- Age Cem Yayınları Sayfa 32
- Age Cem Yayınları Sayfa 11
- Age Cem Yayınları Sayfa 19
- “Tembellik Hakkı “ Paul Lafargue İş Bankası Kültür Yayınları Sayfa 13
- “Suç ve Ceza “ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski İş Bankası Kültür Yayınları Sayfa 13
- “Oblomov “ Ivan E. Gonçarov İş Bankası Kültür Yayınları Sayfa 220
Merhaba üstad. Kalemine…
Merhaba üstad. Kalemine yüreğine sağlık.
TEK KELİMEYLE MÜKEMMEL
TEK KELİMEYLE MÜKEMMEL
Yeni yorum ekle