Yapay Zekâ Çağında Saltanat Tartışması

06 Aralık 2020

 

Geçtiğimiz günlerde ajanslara “Çin, yeni nesil yapay güneş HL-2M Tokamak nükleer füzyon reaktörünü çalıştırdı.” haberi düştü. Bilimin geldiği son nokta budur diyebilir miyiz? Sanmıyorum. Belki bilim dünyasının daha değerli gördüğü başka çalışmalar da vardır. Yapay zekânın, robotik teknolojinin bir daha geri dönülmeyecek biçimde bir değişim ve gelişim (bu kavram felsefi olarak tartışmaya açıktır) oluşturacağı muhakkak. Bu değişim ve gelişim de bir domino etkisi oluşturarak kapitalizmin formundan insan ihtiyaç, ilişki ve statülerine kadar birçok şeyi değiştireceği artık bir bilimsel “kehanet” değil basit bir öngörü sayılabilir. Yani artık düşünüp tartışmamız gereken bambaşka, yeni, hayati sorunlarımız var. Ancak biz maalesef 18-19. yüzyıl Avrupa’sının iptidai tartışmalarını hâlâ aşabilmiş değiliz. Üstelik bu tartışmaların bizim açımızdan içtimai ve zihinsel bir gerçekliği olup olmadığı da tartışmalı bir durumdur.

“Saltanata dayalı bir yönetim mi yoksa demokratik bir yönetim mi istiyoruz?” tartışması. Maalesef bu tartışma aslında toplumun gündeminde değilken sanki gündemmiş gibi, toplumda bir karşılığı varmış gibi, herhangi bir konu tartışılırken yerli yersiz muhatapların birbirlerine “Siz saltanat yanlısı mısınız?” şeklinde gayet manasız soruların sorulup rakibin tüm söylediklerini değersizleştirme çabası içine girildiğini görüyoruz. Hülâsâ Batı – Doğu çatışmasının bizim içimizde tartışıldığı zemin hâlâ “Saltanat mı istiyorsunuz, birey değil tebaa mı olmak mı istiyorsunuz?” gibi basmakalıp, irrasyonel ve irreel yaklaşımlarla dolu.

Pandemi sürecinde popülerleşen “zoom” toplantılarından birinde bir inkılap tarihi profesörünün “Hala ‘Osmanlı Osmanlı’ deyip tebaa olmaya hevesli tipler görüyorum, inanılmaz.” demesi üzerine zoom toplantısından ayrılmıştım. Hayret ve şaşkınlıkla. En son ünlü bir ilahiyat profesörünün kasım ayında bir televizyon programında benzer ifadeler kullandığını hayret ve şaşkınlıkla gördüm.

Sıradan, hemen herkesin dilinde olabilecek bu yaklaşımlara neden şaşırdım? Çünkü “Osmanlı” diyen herkesi “saltanat yanlısı” görmek ezberci tipler için normal sayılabilir bir yaklaşım. Onlara durumu izah edemezsiniz çünkü bunu kavrayacak zihni olgunlukları yoktur. Profesör unvanı taşıyan akademisyenlerin “Osmanlı” diyen herkesi “saltanat yanlısı” sanmaları oldukça hayret edilecek bir durum benim için.  Bu yaklaşım “maalesef” ya yaygın-yerleşik bir ezberin, cehaletin ve muhakeme noksanlığının tezahürü ya da ideolojik bağnazlıkla kasten sergileniyor. Çünkü Osmanlı tarihine karşı hassasiyet gösterenlerin neredeyse hiçbiri “Saltanat isteyen, saltanat yanlısı, tebaa olmak isteyen” insanlar değil.

*

Saltanat ne İslami ne de ideal bir sistem. Malumunuz olduğu üzere ilk halife Hz. Ebubekir ile Hz. Peygamber arasında bir kan bağı yok. Müslümanların Emevilerle birlikte saltanatı yönetim şekli olarak benimsemesinden yüzlerce yıl öncesinden itibaren saltanat bir “Türk töresi” idi. Yani Cumhuriyetle birlikte ortadan kaldırılan bizdeki saltanat şekil bakımından bir İslami gelenek değil Türkler için de bir milli gelenekti. Bu sistem tabii ki sadece Türklere mahsus bir yönetim biçimi değil. Tüm zamanlarda ve tüm coğrafyalarda insanlığın ortak kaderi olmuş, toplumların tekâmül etmesiyle birlikte yavaş yavaş yerini diğer sistemlere bırakan bir olgu. Tam olarak ortadan kalkmadı tabii ki. İngiltere başta olmak üzere İsveç gibi Japonya gibi dünyanın en gelişmiş ülkelerinde kraliyet aileleri varlıklarını “resmi olarak” hala sürdürseler de modern dünya birbirlerine yakın zamanlarda demokrasi tecrübeleri yaşamış. Bu noktada Fransız Devrimi milat olmuştur, diyebiliriz. Devrimden yarım yüzyıl sonra Osmanlı dahil olmak üzere diğer imparatorluklar da meşruti sistem tecrübeleri yaşamaya başlar. Yani dünyada neredeyse tüm toplumlar aynı zamanlarda kraliyet-saltanatla yönetilmişler, Fransız Devrimi’nden sonra da toplumların çoğunluğu yavaş yavaş meşruti-demokratik sistemleri tercih etmişler. Bu süreçte Osmanlı Hanedanı da modernleşme iradesi göstermiş ve Fransa’ya zeki gençler göndermiş, anlayış ve sistem transferine başlamıştır.

Herkese hakkı teslim edilsin. Osmanlı coğrafyası saltanatla yönetilirken dünya demokrasi ile mi yönetiliyordu? Bazı şeyler milletlerin değil insanlığın ortak kaderidir. Dünyada saltanat varken bizde de saltanat vardı. Dünya meşruti sistemleri denedi. Biz de. Dünyada imparatorluklar yıkıldı bizde de… Üstelik bizde “saltanat-saray” kendi sonunu getirecek meşruti sistemi kendi iradesi ile getirdi. Bu sarayın iradesiydi. Bu irade önce meşrutiyeti daha sonra da cumhuriyeti doğurdu.

Türk “modernleşmesi” cumhuriyetle başlamaz. Cumhuriyetle bir dönüm noktasına gelir. Bu nokta modernleşme sürecinde “çatışmanın derinleşip şiddetlendiği” noktadır.

Bizim Batı’ya yönelişimiz ve Batı’ya doğru en büyük yürüyüşümüz Attila ile başlar ve bir daha bitmez. Dolayısıyla Batılılaşmanın bizdeki başlangıcına net sınırlar çizmek pek mümkün değildir. Bu yürüyüşün dönüm noktalarından biri de Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’nin sefâretidir. Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’den itibaren “Saray”ın talep ve tercihi ile modernleşme iradesi ortaya çıkar. Devamında Fransa’ya “zeki-kabiliyetli” öğrenciler gönderip “Türk aydını” profilini oluşturma iradesi de sarayındır. Sonra bir kısım kanuni düzenlemeler, Batı tipi kurumsallaşma, meşruti sisteme geçiş, tamamı “Saray”ın iradesidir.

Ne tabandan-halktan gelen bir talep söz konusudur ne de bağımsız, kendiliğinde ortaya çıkan bir “aydın iradesi” vardır. Sarayı bu noktada bir irade göstermeye zorlayan “devletin içinde bulunduğu zorluklar, buna karşı sömürgecilik ve sanayi devrimi ile birlikte Batı’nın giderek güçlenmesi, bunun da dengeyi Osmanlı aleyhine bozmasıdır. Bu ve benzeri gelişmeler Saray’ı “modernleşmeye” mecbur bırakmış ve bu mecburiyet modernleşme iradesini doğurmuştur. Yani cumhuriyeti doğuran ve ondan 100 yıl önce iyice belirginleşip somutlaşan modernleşme “Saray” iradesinin sonucudur.

Saray hem hanedanın hem de İslam halifesinin iradesini ifade eden bir kavram. Bu modernleşme süreci “gavur padişah” söylemleriyle bir direnişle karşılaşsa bile “halife” ve “hakanın” iradesiyle sürdürülmüştür.

İslam halifesinin başı çektiği modernleşme bazı mızmız mollaların itirazlarına muhatap olurken cumhuriyetten sonra “merkezin” yeni efendileri ile “taşraya” hapsedilmiş gelenekçilerin çatışmasına, varlık mücadelesine dönüşür. Yani bugün “parçalanmış bir toplum-parçalanmış bir toplumsal zihin” doğuran şey,  modern-gelenek çatışmasının cumhuriyetin ilanından sonra bir iktidar kavgasının konusu olması ile ilgilidir.

Yukarıda bahsi geçen tarihi olay ve olgular herkesin malumu olduğu bilgilerin tekrarı niteliğindedir. Herkes bunları bilir ancak bunların ne anlama geldiğini fark edemez. Bu kavramlarla oluşturduğumuz çatışmaların aslında açıkça iktidar çatışmasından başka bir şeye hizmet etmeyecek şekilde kullanıldığını görürüz. Gelişmeler tüm dünya ile paralel-yakın biçimde gerçekleşirken sanki bunları istemeyen kalabalık bir kitle varmış gibi yapay bir çatışma iklimi-düşmanlık-tehdit oluşturulup çatışmacı bir retorikle toplumun bir kesimi ademe mahkûm edilmeye kalkılmıştır.

Batı toplumlarında ve diğer toplumlarda da modern ve gelenek çatışması fikri bağlamda yaşansa da bizdeki gibi “düşmanlığa” dönüştüğünü sanmıyorum. Bu noktada belki bizim ve Japonlar’ın benzeştiğini söyleyebiliriz. Kazuo Ishigura’nın Değişen Dünyada Bir Sanatçı romanında, modernleşme ve Amerikan yanlılarıyla İmparatorluk yanlıları arasında benzer bir çatışmanın yaşandığını hayretle görmüştüm. Ancak o çatışmanın düşmanlık boyutunda bugün sürüp sürmediğinden emin değilim.

Her toplum modernleşme sürecini kendine has biçimde yaşarken Türk “modernleşememesi” tarihinin mihenk noktası cumhuriyet tecrübesidir. Bir “zihinsel” dönüşüm olarak anlayabileceğimiz süreç iktidar çatışmasına” dönüştüğü için bugün korkunç ve geri dönülmesi hayal bile edilemeyecek “iç düşmanlık” iklimini inşa etmiştir. Modernizm, post modernizm, post truth derken hâlâ modernleşememiş bir toplum olmak, post truth çağına herkesten önce ulaşmak gibi alçaltıcı bir birinciliği hak etmemize neden oldu gibi görünüyor.

Bu sırada “modernleşme, demokrasi, gelişme” gibi kavramları müspet ya da menfi manada kullanmıyorum. Çünkü teorik olarak hepsi müspet manalar içeriyor gibi görünse de pratikte her biri ayrı ayrı tartışmaların konusudur. Ancak bu tartışmalar bu yazının konusu değil.

Tekrar konumuza dönecek olursak tarihin dilini hain-kahraman sarkacında romantik bir zemine oturtmak bilimsel bir tavır değildir. Bu tavır ne insanlığın ne de milletin faydasına. Bizde “bilimcilerin” tarih söz konusu olunca romantik bir anlayışa bürünmeleri anlaşılır şey değil.

"Osmanlı" denilince hemen muhatabına "saltanat yanlısı, tebaa-kul" demek cahil ya da ezberci öğrenci dilidir. Osmanlı ile ilgili hassasiyet sahiplerinin neredeyse hiçbiri saltanat istemez. Burada itiraz; bir milletin 6 asırlık, iyisi ile kötüsü ile kaderini tayin eden bir hanedanı şeytanlaştırmayadır. Modernleşme Batı menşeli bir kavram olduğu ve kültürel bir dönüşüm gerektirdiği için bizde Batıcı aktörler Türklerin Anadolu’da var ettikleri 1000 yıllık kültürü, geçmişi görmezden gelmek ve hatta unutturmak için sistematik bir politika yürütmüşlerdir. Bu noktada “Osmanlı” “Selçuklu” diyenler saltanat talep etmezler. Sadece bu topraklarda yaşamış, iyi kötü bir medeniyet inşa etmiş atalarına karşı bir vefa duygusunu ifade ederler. O kültürün, o geçmişin lanetlenmesine, şeytanlaştırılmasına karşı çıkarlar. Cumhuriyet ve demokrasi için 1000 yıllık Türk İslam tecrübesi, birikimi, müktesebatı bir tehdit değildir, bunu ifade ederler. Yoksa kimsenin bir Oğuz boyunun getirilip devletin başına oturtulması gibi bir arzusu yoktur. Geçmişin şeytanlaştırılması, lanetlenmesi, unutturulmaya çalışılması “resmi bir politikaya” dönüşünce insanlar bir vefa anlayışıyla duygusal biçimde geçmişlerine sahip çıkmışlar bu abartılı şeytanlaştırmaya karşı abartılı bir yüceltme, romantik bir özlemle duygularını ifade etmişlerdir.

Hülasa, akıl sağlığı yerinde olan kimse saltanat, kraliyet falan istemiyor. Sadece geçmişlerine saldırılmasından rahatsızlar.

İslam’ın önerdiği bir devlet sistemi yok. Ne demokrasi ne kraliyet ne aristokrasi. İslam bununla ilgilenmez. Pratiğinde de hepsinin örneklerini görebilirsiniz. Hakanın Gök Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olması, hakanın ve hanedanın kanının kutsal olması bir Türk töresidir. Bu töre de Osmanlı Hanedanının iradesi ile meşruti sistemle değiştirilerek etkisizleştirilmiş ve nihayet son bulmuştur.

Korkmaya mahal yok.

İslam, diyen “şeriat devleti”; Osmanlı- Selçuklu, diyen de krallık istemiyor. Sadece inançlarına ve geçmişlerine düşmanca saldırılmasından rahatsızlar. Hoş, Osmanlı ve Selçukludan rahatsız olanların kraliyetle bir dertleri yok. Onların derdi hanla-hakanla onların var olduğu kültürle ilgili. Kral, kraliçe, prenses, prens kavramlarının modern dönemde bizim dilimizde iltifat sözcükleri olması oldukça manidardır. Kral iyi; padişah kötü çağrışımlarla kullanılır.

Keşke mektep-medrese görmüş, profesör unvanı taşıyan kalburüstü akademisyenler bari makul bir dil kullansalar. Artık başka bir çağın eşiğindeyiz. 5G, yapay zekâ, yapay güneş, robotik teknoloji, dijital para, big data, dataizm, home deus kavramlarıyla düşünülüp gelecek projeksiyonlarının yapıldığı, değişim ve gelişimin baş döndürücü bir hızda yaşandığı bir zamanda hala “demokrasi mi saltanat mı” gibi hiçbir rasyonel ve reel karşılığı olmayan afaki, sırf muhatabını değersizleştirici bir dil kullanıp bunun üzerinden tartışmak “gerici, az gelişmiş” bir zihnin tezahürüdür.

Sosyal bilimcilerin önemli bir kısmı ezberden retorikle ezberlenilmiş tartışmalarda ezberden argümanlarla sükseli çıkışlar yapmakla meşgul. Bunlar ucuz ve bayağı yöntemler.

Kimse saltanat falan istemiyor.

Raşit Anaral

Değerli kardeşim, Abdurrahim Toprak...
Makaleniz dil, üslup ve içerik olarak çok isabetli olmuş... Tebrikler...
Ben genelde kaliteli yazılara dikkat ederim... Özellikle kullanılan kelimeler, daha çok ilgi alanıma giriyor... Bu konuda çalışmalarım da var... “Birey” kelimesi hariç kullanılan kelimeler hep kadim kültürün kelimeleri olmuş, bu açıdan da noktalama işaretleri olarak da güzel bir yazı olmuş...
Ancak “Dünyada imparatorluklar yıkıldı” demenizle ilgili görüş beyan edeceğim... Dünyada klasik manada imparatorlukların yıkılışı bir ölçüde doğru görülebilir... İmparatorluk çekişmeleri, daha doğrusu ulus devlet girişimleri Fransız devriminden önce başlamıştır... 1648 Vestfalya Barışıyla bu süreç başlayarak günümüze kadar gelmiştir... 1980’den sonra globalizmin ağırlık kazanmasıyla da şekil değiştirmek zorunda kalınmıştır...
İmparatorluk tanımı: Kendi topraklarında oturan çeşitli milletleri egemenliği altında toplayan devlet biçimi... Bu tarife göre Amerika 51 devletçiğin bir araya gelmesiyle kurulan bir imparatorluk değil mi? Avrupa birliği de aynı şekilde milletlerin bir araya gelerek egemenliklerinin büyük bir kısmını merkeze bırakmış durumdadırlar... İmparatorluk adı kullanılmasa bile güç kazanmak ihtiyacı, bu gruplaşmanın bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor... Bu yüzden imparatorluk benzeri yapılaşmalarda demokratik ihtiyaçlar zorunlu olarak daha çok ön plana çıkıyor... Aksi takdirde ulus devletler, yasakları daha artırarak, evrensel medeniyetten giderek uzaklaşmaktadır... Günümüzde TDK’nin başını çektiği lisan konusu da antidemokratik bir ulus devleti mantığıdır... Daha 5-6 ay önce Arapça tabela kaldırma komedisi de bu anlayıştan kaynaklanmıştır... Selam ve saygılar

Çar, 12/16/2020 - 13:32 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 331 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.