Mehmet Özbek ismini bilmeyen yoktur. Özellikle halk müziği tutkunlarının aşina olduğu Mehmet Özbek aynı zamanda klâsik mûsikîmizle ilgilenenlerin de çok yakından bildiği bir isimdir. Mehmet Özbek çıkınında pek çok vasfı birlikte taşıyan özel bir şahsiyet. Koro şefi, yorumcu, akademisyen, araştırmacı, derlemeci, yazar. Mûsıkîmizle ilgili yaptığı çalışmaları ve tespitleri konuştuğumuz sohbetimizde ses, çalgı ayrımına getirdiği yaklaşım dikkat çekici. Özbek şöyle diyor: “Artık günümüzde bazı çalgıların sesi elektronik olarak da üretiliyor. Yani bize ses mi lazım yoksa çalgının şekli mi lazım? Ses lâzım tabi ki. O çalgının biçimi etnografya müzesinde kalmalı.” Mehmet Özbek’i ve müzikal yaklaşımlarını sizin için konuştuk.
Nebahat Konu
Bize biraz yetiştiğiniz iklimden, ailenizden bahsedebilir misiniz?
1945 yılında Şanlıurfa’da doğdum. Orta halli bir ailenin çocuğuyum. Babam Kemal Bey devlet memuruydu, Urfa’da çok sevilen biriydi. Aslında bizim geçmişimizde çiftçilik de var. Bu geçmişten dolayı babama “Kemal Ağa” diye hitap edenler de vardı. Annemin adı ise Fatma Hanım. Tabii hac görevlerini yerine getirdikten sonra Hacı Kamil Ağa ve Hacı Fatma Hanım oldular. Annem de çevresindeki insanlar tarafından çok sevilen, saygı duyulan bir kadındı. Güzel bir aile ortamında büyüdüm. Ben ailenin en küçüğüydüm; yani el bebek gül bebek büyüdüm. İki ağabeyim, iki de ablam var. Ailede babamın sesi güzeldi ama pek belli etmezdi. Büyük abimin sesi de çok güzeldi. Bulunduğumuz ortamlarda bana mutlaka türküler okutur, hoyratlar söyletirdi. ‘Hoyrat’, Urfa yöresinin en yaygın ‘uzunhava’ türüdür.
İlk, orta öğreniminizi Urfa’da mı yaptınız?
İlkokulu Urfa’da, Vatan İlkokulu’nda okudum. Çok değerli hocalarımız vardı. Özellikle Hasan Yetkin” hocamızı hiç unutamam. Daha sonra Urfa Lisesi’nin ortaokul kısmına başladım, sonra da liseye devam ettim. Ortaokul ikinci sınıftayken ağabeyim bana bir cura hediye etti. İşte müzik aşkı o zaman başladı; halk müziği aşkı içime düşmüş oldu. Ağabeyim beni o sıralar Urfa Mûsıkî Cemiyeti’ne götürmeye başladı. Tabi o yaşlarda dinleyici olarak katılıyordum. İşte o zamanlar Tenekeci Mahmut Güzelgöz, Hafız Mahmut Yakar, Ahmet Uzungöl, Bakır Yurtsever gibi ustaları dinlemiştim.
Biz ilk aylarda onları dinler, takip ederdik, onlardan sadece mûsıkîyi değil, Urfa’da söylenen müzik formlarını, mûsıkî ortamının âdap ve erkânını öğrenirdik. Bu konuda Urfa’da başka yardımcı kurum da vardır. Bu da ‘Sıra Geceleri’dir.
Sıra gecelerinden bahseder misiniz?
Sıra geceleri aslında başlı başına bir sosyal kurumdur. Parantez içinde söylemek gerekirse son zamanlarda televizyonda sıra gecesi adı altında bir şeyler yapıyorlar, türküler okuyorlar. Bunun gerçek sıra gecesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Kısaca sıra gecesini açıklayacak olursak: Birbiriyle çok yakın dost olanların, haftanın belirli gününde sırayla birinin evinde toplanarak sohbet ettikleri bir sosyal ortamdır. Sıra gecesinin esasını sohbet oluşturur. Sıra gezen arkadaşlar arasında müzikle ilgili kimse yoksa müzik söz konusu değildir. Çeşitli konularda sohbet edilir. Söz konusu edebiyatsa şiirler okunur, yorumlar yapılır. Dini konulara ilgi duyanların sırasında dini konular konuşulur. Siyasete eğilimleri varsa siyaset konuşulur. Tabi bu arada, şehre gelen yabancı kimseler varsa onlarla ilgili konuşulur. Bir şeye ihtiyaçları olup olmadığı araştırılır, varsa tespit edilir, yerine getirilir. Yani sıra gecesi dediğimiz sohbet toplantısı, son derece geniş kapsamlı sosyal bir kurumdur. Çok yazık ki bu kavram çok yanlış tanıtıldı televizyonlarda. Sıra gezenler arasında müzikle ilgilenenler varsa ancak o zaman müzik söz konusu olur. Bu müzik esnasında, günün yahut geçmişin önemli plakları, ses kayıtları dinlenir. Yeni gazel metinleri okunur, bunlar Urfa’da yaygın olan ‘makam’ denen bir tür gazel formuna uyarlanır, yeni eserler meydana getirilir.
Gazel formunu biraz açar mısınız?
Gazel Orta Asya’dan getirilen Urfa’da ‘makam’ denilen formdur. Bu form bir makamın bütün özelliklerini taşıyan, uzun hava biçimindeki eserlerdir. Mesela ‘nevruz gazel’ dediğimiz şey aslında ‘nevruz makamı’dır. Uzun hava biçimindedir ve nevruz makamının bütün özelliklerini, karar sesini, geçici duraklarını, seyrini, vs. belirtecek şekilde, seslendirilen bir biçimdir ve şiirin her beyti başka bir makamı hatırlatacak bir çeşniyle söylenir. Bu şubeler arasında ya makama özgü ‘ayak’ dediğimiz çalgısal ezgi çalınır ya da şarkı türkü türünde eserler okunur.
Bu faaliyetleri kimler yapardı?
Mahmut Nedim Bey mesela. Çok zengin bir kişiydi ve İstanbul’dan getirttiği önemli plakları Urfa’daki sanatçılara dinletir, bu yaşlı Urfalı sanatçılar buradan bazı üslupları ve ses kullanma tekniklerini kaparlarmış. Mahmut Nedim Küçükoğlu gibi Hacı Mustafa Kamiloğlu da kendi konağında Urfalı ustaları yahut gençleri toplayarak bir tür mûsıkî eğitimi sunarmış.
Eski ustaların çok güçlü hafızaları varmış. Mahmut Güzelgöz ustanın yıllar sonra mukayese ettiğimizde hakikaten ustasından duyduğunun aynısını okuduğunu görüyoruz. Örneğin; Mukim Tahir, Tenekeci Mahmut’un ustasıymış ve Mukim Tahir’in okuduğu bir eserin, yıllar sonra Tenekeci Mahmut tarafından aynı şekilde icra edildiğini görmüştüm. Bugün bizler ses kayıt cihazlarına güvendiğimizden hafızamızı fazla yormuyoruz. Fakat eskiden böyle değilmiş.
Ortaokul yıllarında abinizin hediye ettiği cura ile neler yaptınız? Kimlerle çalıştınız?
Ortaokul yıllarında curayla birlikte arkadaşlar arasında da özel bir yeteneğim olduğu görüldü. Zaten yılsonu
müsamerelerinin aranan adamı olmuştum. Bir arkadaşımla birlikte artık müziğe kendimizi vermiştik, dersleri ihmal edercesine. Dört arkadaş özellikle müziğe çok önem verirdik. Biri sonradan İzmir Radyosu’nda radyo tanbur sanatçısı ve koro şefi olan ‘Vefik Ataç’tı. O içimizde müziği ev iyi bilen bir arkadaşımızdı. Babası ve amcası müzisyendi. yöre sanatçısıydı. Meşk için Vefik’lere giderdik. Amcası evdeyken müzik yapmasına müsaade etmediği için o gidene kadar ders çalışırdık, gittikten sonra amcasının cümbüşünü alırdı, ben de cura ile birlikte çalar söylerdik. Bir gün okulda bu konuyu ilk konuştuğumuzda çalıp söylemeye ne ile başlayacağımızı kararlaştırıyorduk. Ben, kendi bildiğim türkülerden sıraladım. Fakat Vefik “olmaz” deyip ‘divan ayağı’ ile başlamak gerektiğini söylemişti. ‘Divan ayağı’ aslında bizim ‘Urfa Makamı’ dediğimiz makama özgü bir ayak, yani bir tür peşrev. Ve buluştuğumuz gün ‘divan ayağı’ ile başladık. Hüseyni çeşnili olduğu için onun arkasına da hüseyni, uşşak karışık türküler çalıp söylemeye başladık. Diğer arkadaşımız Lütfü Emiroğlu, ziraat mühendisi oldu ve müziğe amatörce devam etti. Bir başka arkadaşımız Fazıl Öztop kanun çalardı. Böyle olunca biz artık yılsonu müsamerelerinin aranan sanatçıları olduk.
Urfa’da müzik ortamında ne tür çalgılar kullanılmaktadır?
Bağlama esastır. Urfa’da çok eski, çok yaygın bir çalgıdır. Bilindiği gibi belli bir ses genişliği, ses gücü var. Bu, makam fikrine dayalı ve fasıl tertibinde müzik icra edilen ortam için yetersiz kaldığından, çok eskilerden beri ud, kanun, keman, ney gibi çeşitli çalgılar da Urfa müziğinde yar almaktadır..
Urfa halk müziğinin müziğimiz içinde konumu nedir?
Urfa halkının çoğunluğunu Orta Asya’dan göçen Akkoyunlu, Karakoyunlu, Özbek ve Azerilerden oluşan Türkmenler oluşturur. Az da olsa Arap ve Kürt soylu halk ta vardır. Türkmenler 9. yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan kopmuşlardır. Horasan’da bir süre kaldıktan sonra Batı’ya doğru geliyorlar. Bağdat’taki yönetimden memnun olmayan bazı Türkmen grupları Urfa, Harput üzerinden Azerbaycan’a geçiyorlar. Bunlar geçerken tabii konaklaya konaklaya yol alıyorlar. Bazı aileler bu yörelerde kalmayı uygun görüp buralara yerleşiyorlar. Dolayısıyla bu yöreleri başta dil ve edebiyat olmak üzere çeşitli yönleriyle incelediğimizde din, dil, edebiyat, musıki formları, kısaca kültür bakımından büyük beraberlik gösterdiklerini, bir soy ve kültür vadisi oluşturduklarını görürüz. Duruma müzik açısında baktığımızda, Kazak ve Özbek müziğinde ‘makom’ Azerbaycan müziğinde ‘mugam’ Urfa ve Elazığ müziğinde ‘makam’ formunun aynı olduğunu görüyoruz.
“Mesela tar, kaval, sipsi, tulum gibi çalgılar radyo bünyesinde yoktu. Bu gibi çalgılar mahalli sanatçılar tarafından çalınan çalgılardı. İlk defa ‘Yurdun Sesi’ programında, bir orkestra disiplini içinde bu çalgıları kullandım.”
Radyoya ne zaman başladınız, nasıl bir süreç yaşadınız?
1966 yılında radyoda stajyer olarak başladım. 1966 yılında TRT Kurumu THM, TSM dallarında sanatçı sınavı açmıştı. Başarılı olunca stajyer olarak çalışmalara başladık. Çok meşakkatli bir staj dönemi geçirdik. İstanbul Belediye Konservatuarı Türk Müziği Nazariyatı Bölümüne devam ediyordum. Bunun çok faydası oldu. Gerek giriş gerekse ara sınavlarda oldukça başarılıydım. O zamanlar bizim gibi ailelerde müzikle uğraşmak övünülecek bir durumdu; ancak bunu meslek edinmek ayıp sayılırdı. Bu nedenle Radyo sınavını kazandığımı bir yıl ailemden saklamıştım.
Staj bitti, atama için sanatçı kadrosu bekliyoruz… Derken kadrolar geldi ama Erzurum Radyosu’na ait kadrolar. O kadrolara atanıp geçici görev yeri olarak İstanbul Radyosu’nda çalışılacaktı.. Ben ve Cumhur Atalay, Ertan Ersoy, biz üçümüz kabul etmedik atanmayı. Ben tahsil için İstanbul’a gelmişim, bir de bizi Erzurum Radyosu’na gönderirlerse bunu aileme nasıl izah ederdim. Diğer arkadaşlar kabul ettiler, atamaları yapıldı. Ben vaz geçtim. Sanatçı olma hayalim sona ermişti ki Belediye konservatuarı Türk Halk Müziği Tatbikat Topluluğu Şefi rahmetli Adnan Ataman’dan gazeteci Erol Aktı aracılığıyla bir mesaj geldi. Topluluk için sanatçı sınavı açıyorlarmış. Sınava girdik. Sınavı kazanınca Belediye Konservatuarının Tatbikat Topluluğu’nda sanatçı olarak göreve başladım. Dokuz ay gibi bir süre sonra İstanbul Radyosu için ismime özel kadro geldi ve ben Tatbikat Topluluğu’ndan ayrılarak Radyo’ya döndüm. Öylece devam ettim, taa ki Kültür Bakanlığı Ankara Devlet Halk Müziği Korosu’nu kuruncaya kadar.
1974 yılında askerlik görevini yapmak üzere Radyodan izinli ayrıldım, 1976’da döndüm. Bu arada TRT bünyesinde ‘Müzik Dairesi’ kurulmuş Nida Tüfekçi Hoca TRT Müzik Dairesi Halk Müziği ve Oyunları Merkez Müdürü olarak Ankara’ya tayin olmuştu. Ondan boşalan İstanbul Radyosu Halk Müziği ve Oyunları Şube Müdürlüğü’ne de Yücel Paşmakçı Bey atanmıştı. Daha sonra Nida Bey, Türk Müziği Devlet Konservatuarının kurulması üzerine İstanbul’a dönünce, bu kez Yücel Bey merkez müdürlüğüne atandı ve Ankara’ya gitti. 1977 yılında Yücel Bey’den boşalan İstanbul Radyosu Türk Halk Müziği ve Oyunları Müdürlüğü’ne atandım. Üç yıl kadar bu görevi yürüttüm.
Doktora süreciniz biraz meşakkatli olmuş galiba?
Şube Müdürü olduğum dönemde üniversitedeki hocam Prof. Dr. Sadettin Buluç, (ki baba oğul gibiydik) Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümünde hem halk müziğini hem de halk edebiyatını bilen hoca olmadığını belirterek, benim doktora yapmamı ve Üniversiteye geçmemi istedi. Tabi o zamanlar da televizyonda “Yurdun Sesi” diye bir program hazırlıyor sevgili Cemile Kutgün’le beraber sunuyorduk; önce kararsız kaldım. Sonra kararımı verdim, doktora ve yabancı dil sınavlarını geçince, doktora çalışmalarına başladım. Tez konum “Urfa türkülerinin dil ve ezgi Yapısı” idi. Tabi biz bu arada diğer işlere daldık. Bunlarla birlikte doktorayı erteledik. Bu arada Sadettin Buluç hoca vefat etti. Tez danışmanım Prof. Dr. Mehmet Çavuşoğlu hocam oldu. Onunla hiç görüşemeden Çavuşoğlu Hoca da vefat etti. Derken Yücel Bey, Ankara’dan İstanbul’a döndü. O da İTÜ konservatuarında göreve başladı, Bu sefer ondan boşalan TRT Müzik Dairesi’nde Halk Müziği Merkez Müdürlüğü’ne ben atandım. Ankara’ya gidince doktora işi iyice aksadı ve doktora hakkımı kaybettim. 1996 yılında bir af çıktı. Aftan yararlanarak tekrar müracaat ettim ve kabul edildi. Bu sefer tez danışmanım Prof. Dr. Mertol Tulum Hoca oldu. Aslında her şey tamamdı, iş tezimi teslim edip savunmaya girmeye kalmıştı. Ama nerde? Devlet Korosu’nda harıl harıl konserlere çalışıyoruz. Yine hakkımı kaybettim, Mertol Hoca emekli oldu. Nihayet 2007 yılında ben de emekli olmuştum ki o aralar yine bir öğrenci affı çıkmıştı. Hemen fakülteye gittim Bölüm başkanı sayın Prof. Dr. Mustafa Özkan ile görüştüm, tezimin konusunu “Urfa Türküleri Dil ve Anlatım Özellikleri” diye değiştirdik. Özkan Hocanın danışmanlığında tezimi hazırlayıp teslim ettim, savunmasını yaptık ve uygun görülünce de ‘doktor’ unvanını aldık. Tezimi Sadettin Buluç hocaya ithaf ederek onun ruhunu şad etmeye çalışmıştım. Görevlerim boyunca yaptığım hizmetlerden dolayı daha önce de Harran Üniversitesi tarafından ‘Fahri Doktor’ unvanı da almıştım.
“İki oğlum da Antalya Devlet Operası’nda sanatçı; Umut Özbek ve Murat Özbek. Bunların eserlerini, temsillerini izliyorum, operaya karşı eğilimim eskiye oranla daha fazla artık.”
Derleme çalışmalarınızdan da biraz bahsedebilir misiniz?
Radyoda bulunduğum dönemlerde, yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli derlemeler yaptım. Anadolu’da birçok yöreden, yurtdışında ise Azerbaycan, Irak, Kosova, Bulgaristan gibi Türklerin yaşadığı coğrafyalardan türküler derledim ve bunların büyük bir kısmını TRT repertuarına aktardım.
Konser ve sahne çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Sahne çalışmalarından kastınız gazino ise, hayır, olmadı. Ama başta 22 Mart 1974 ve 22-23 Mart 1982 tarihlerinde İstanbul Şan Tiyatrosu’nda olmak üzere, hatırlayamayacağım sayıda solo konserlerim oldu. Yurt içinde: Şanlıurfa, Ankara, Diyarbakır, Mardin, Adana, Erzurum, Erzincan, Ordu, Trabzon, Elazığ, Kayseri ve Sivas’ta konserlerim oldu. Yurt dışında Yugoslavya 1977 (Ohri), 7-28 Eylül 1980 Japonya (Kawasaki, Tokyo, Sendai, Okayama, Osaka, Nagoya, Fukuoka, Kita Kyushu, Kurashiki, Matsuyama olmak üzere on şehirde), Irak 1987 (Babil), Suudi Arabistan 1984 (Cidde), Almanya 1998 (Düsseldorf), Hollanda 2001 (Amsterdam), Danimarka 2001 (Kopenhag), İsveç 2002 (Malmö), Almanya 2002 (Krefeld), Irak 2004 (Kerkük), Mısır 2006 (Kahire ve İskenderiye), Kazakistan (Türkistan), Azerbaycan (Bakü), Almanya 27-28-29 Mayıs 2016 (Mönchenglad, Essen, AAchen) şehirlerinde salon konserlerim oldu.
Kültür Bakanlığı Devlet Korosunun kuruluşu nasıl oldu?
TRT Müzik Dairesi Halk Müziği ve Oyunları Merkez Müdürü iken Ankara, İstanbul ve İzmir Radyolarından davet ettiğimiz sanatçılarla Neriman Altındağ Tüfekçi Hoca hanımın yönetiminde Devlet Konser Salonu’nda (Opera) Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Konsey Üyeleri ve yüksek bürokratlara bir konser sunarak halk müziğimizin zenginliğini ve önemini sergilemeye çalıştık. Konserin takdimini benim hazırladığım metin üzerinden değerli spiker sevgili Başak Doğru yaptı. Konser sonrası Opera fuayesinde Sayın Cumhurbaşkanı ve Konsey Üyeleri’nin sanatçılarla tanışma kokteyli oldu. Kokteylde, Sayın Cumhurbaşkanı ile sohbetimizde, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde böyle bir Devlet Korosu’nun kurulmasının önemini arz etme fırsatı bulmuştum. Sayın Bakan Gökhan Evliyaoğlu da yanlarındaydı. Birlikte konunun önemi üzerinde duruldu ama önce pek bir ses çıkmadı.
Aradan iki yıl geçmişti ki Urfa Milletvekili ve İçişleri Komisyon Başkanı Sayın Osman Doğan Kültür Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu’yla bu konuyu görüşmüş: Bakan, zaten böyle bir kuruluşu düşündüklerini ama nasıl, nereden ve ne zaman başlayacaklarına henüz karar veremediklerini söylemiş. O tarihlerde müsteşar Kemal Gökçe Paşa idi. Güzel Sanatlar Genel Müdürü aranıyor, gerekli evrakın kısa zamanda hazırlanması talimatı veriliyor. O zaman hatırlıyorum, Osman Bey kararnameyi bizatihi takip etti. Kısa zamanda kuruluşu gerçekleştirdik. Geç de kalınmış olsa, Devlet bünyesinde bir Türk Halk Müziği Korosu'nun kuruluşu gerçekleşmişti.
Radyoda yapamadığınız neleri yapabildiniz Devlet Korosunda?
Radyoda o zamanlar geleneksel müzikte çok sesli uygulama yapamıyorsunuz. Ben bunu o zamanlar hazırladığımız televizyon programlarımda Genel Müdür’ün özel izniyle denemeler adı altında yapıyorduk. O güne (1977) kadar radyo bünyesinde tar, kaval, sipsi, tulum, zurna gibi çalgılar yoktu. Bu gibi çalgılar mahalli sanatçılar tarafından çalınan çalgılardı. İlk defa “Yurdun Sesi” programında, bu çalgıları bir orkestra disiplini içinde kullandım. Daha sonra bu çalgılar için TRT’de sınavlar açıldı, sanatçılar alındı. Sonra, beste türküler TRT repertuarına giremezdi. Biz bunları seslendirmeye çalıştık. Burada bir ikilem vardı. Aslında, beste türküler anonim türkü ya da mahalli türkü adı altında çok az da olsa repertuara girmişti, giriyordu. Bu yanılgıyı Devlet Korosunda yıktık. Türkülerin bir mizansen dâhilinde sunulması, Saz ses hep birlikte okunması yerine gerek çalgı topluluğunda, gerekse koroda eserlerin partilere bölünerek çalınıp söylenmesi yaptığım basit uygulamalardı. Hep hayal etmiştim. Halk müziği ses sanatçılarının türkü okuma yanında halk dansı yapabilmeli, samah dönebilmeliydi. Bunu da gerçekleştirdim.
Türküler değişir, dinamiktir. Klasik eserlerimiz gibi değildir. Müzik karakteri değişebilir türkülerin, sözleri değişebilir. Folklorun genel özelliklerinden biri de bu zaten, ‘değişkenlik’. Dolayısıyla biz Kültür Bakanlığı Devlet Halk Müziği Korosu’nu kurunca çok detaylı bir eğitime tabi tuttuk arkadaşları. Genel solfej, halk müziği solfeji, halk edebiyatı ve Anadolu ağızları, ışık-ses ve makyaj bilgisi, ses eğitimi gibi dersler koyduk.
“Kuralı şöyle koymak lazım; her eser koro eseri değildir, her eser solo eseri de değildir. Her sanatçı hem solist hem korist olamaz, bunları ayırmak lazım.”
Bu koral icra tekniklerinin ağız, üslup ve tavrı bozma ihtimali var mı?
Bir kuralı şöyle koymak lazım; her eser koro sesi değildir, her eser solo eseri de değildir. Her sanatçı hem solist hem korist olamaz, bunları ayırmak lazım.
Türkiye’deki operanın halka inmemesi Türk Halk Müziği’ne yeterince önem verilmemesinden kaynaklanmış olabilir mi?
Aslında türkülerimiz yönelmeler var, yok değil ancak 1. Türk müziğinin, türkülerin ruhunu keşfedememişler. Eserlerinde ya türkünün kendisini kullanıyorlar ya da kendi anlayışlarına göre Türk ruhunu okşamayan Türkün müziğine uzak bölümler besteliyorlar. 2. Okuma üslubu Türk’e ait bir üslup değil. Adam sevgilisine buluşma teklif ediyor: “Mavilim Mavişelim, tenhada buluşalım” diyecek, döver gibi seslendiriyor. Bunlar halkın zevkine ve müzik anlayışına ters uygulamalar. Dikkat edilirse opera ve operetlerimizim en ilgi çekici bölümleri halk ezgilerinin aynen alınarak işlendiği bölümlerdir. Allahtan artık YouTube diye bir şey var da söylediklerimizi doğrulayacak örnekleri bolca görüyoruz. Üzeyir Hacıbeyli’nin Köroğlu Operası’da Köroğlu’nun aryasını bir Bülbül Memedov’dan, bir de Türk artistlerinden dinleyiniz. Allahtan Murat Karahan gibi (geleneksel müziğimizi bilen) birkaç solistlerimiz var da operanın zevkine varabiliyoruz.
Türk Halk Müziği’nde ‘ayak’ kavramını açar mısınız? ‘Ayak’ tam olarak ‘makam’ kelimesinin karşılığı mıdır? Klasik Türk Müziği makamları halk ezgilerini tanımlamada yeterli midir?
“Ayak” tabiri bugüne kadar, daha doğrusu birkaç yıl öncesine kadar hep yanlış kullanılırdı. Ustalarımız, sanatçılarımız tarafından olduğu gibi genç nesil tarafından da yanlış kullanılırdı. Az da olsa amatörler arasında hala kullanılmakta. “Ayak” tabiri halk müziğinde “hazırlayıcı ezgi”, bir esere (bu eser uzun hava ya da bir kırık hava da olabilir) girmeden önce ve aralarda çalınabilen ezginin kendisidir. Yani “hazırlayıcı ezgi” anlamında kullanılır. Bu bazen söylenecek esere ait kalıp ezgidir. Örneğin ‘Urfa Divanı’ söylenecekse girişte ve aralarda ‘Urfa Divan Ayağı’ çalınır; eğer ‘Varsak Hoyratı’ söylenecekse ‘Varsak Hoyratının Ayağı’ çalınır. Eğer ‘Müstezad Divan’ söylenecekse ‘Müstezad Ayağı’ çalınır. İşte ‘ayak’ bu kalıp ezgilerin adıdır. Cahil bilmez uydurur ya, bir şey bildiğini göstermek isteyenler, dizisi çargâh olsun, mahur olsun, nikriz olsun, sonu çargâh dörtlüsüyle biten her ezgilere müstezat ayağı deyip çıkarlar.
Sonuç olarak ayak böyle esere ait kalıp ezgi olabileceği gibi, taksim, açış, yol gösterme gibi serbest çalgısal ezgi de olabilir; ancak bu serbest ezgi söylenecek eseri çağrıştıracak nitelikte olmalıdır. Bazen aynı makam ya da tatta olan ezgiler de söylenecek esere ayak olabilir. Burada esas olan, hazırlayıcı, çağrıştırıcı, hatırlatıcı nitelikte olmasıdır.
Diğer soruya gelecek olursak, Klâsik Türk Müziği makamları halk ezgilerini tanımlamada yararlanılsa da eksiktir. Çünkü halk müziği sınırları belli bir müzik değildir. Her gün yeni bir halk ezgisiyle karşılaşabiliriz. Çünkü türküler belli kalıplara göre yaratılmaz özgür düşüncenin ürünleridirler. Gerçek sanatçı kurala göre eser yaratmaz; kurallar iyi ya da kötü eserlerden çıkar.
Bu nedenle makam ve çeşnilerden (dörtlü ve beşlileri) ezgilerin tahlilinde söz edebiliriz. Mesela Silifke yöresinin Kullar olam seni doğuran anaya türküsü hiçbir makama uymaz eskiden olsaydı, bunu besteleyen “Yeni bir makam buldum” diye ortaya atılırdı. Oysa bu eser Musa Eroğlu’nun özgür düşüncesinin ürünüdür. Tahlili söz konusu olduğunda hangi dörtlü ve beşlilerden oluştuğundan söz edilir. Halk ezgileri Türk müziği makam geleneğinde olduğu gibi illa makamın ya da çeşninin karar sesinde bitmeyebilir. Bu diğer müziklerde de böyledir. Ezgiyi dizinin dörtlüsünde ya da beşlisinde bitirmek günümüzde geleneksel müzikte de moda oldu. Bunu halk yüzlerce yıldır yapıyor.
Halk müziğimizde farklı enstrümanların kullanılışına nasıl bakıyorsunuz?
Müziğe yakışan her çalgı kullanılabilir. Klarnete, kemana nasıl alıştık. Saksafon, obua, çello, kontrbas, bunlara alışabiliriz. Bu bir kültür işi.
Artık günümüzde bazı çalgıların sesi elektronik olarak da üretiliyor. Yani bize ses mi lazım yoksa çalgının şekli mi lazım? Ses lazım tabi ki. O çalgının biçimi etnografya müzesinde kalmalı.
Biz batı enstrümanlarını kullanıyoruz. Şimdi öyle bir şey ki türkülerimiz keşke senfoni orkestrası eşliğinde de okunsa.
Kitap çalışmalarınızdan da bahsedebilir misiniz?
Ötüken Yayınevi’nin önerileri üzerine, “Folklor ve Türkülerimiz” adı altında bir kitap çalışması yaptım. Bunu da halkın anlayabileceği şekilde, sade bir biçimde, halk müziği, halk edebiyatı, halk müziğinin önemi-özellikleri, ülkemizdeki halk müziği çalışmaları, derlemeler gibi konuları içeren aynı zamanda tüm Anadolu’yu kapsayan, her yörenin türkülerine ve her türden türkülerin konularına yer veren bir tür antoloji hazırladım. Benim ilk kitabım odur.
Daha sonra “Ortaokullar için Müzik Eğitimi I-II-III” diye bir kitabımı hazırlayıp yayımladım. Atatürk Dil ve Kültür Yüksek Kurumu’nun yayınladığı “Türk Halk Müziği Terimleri Sözlüğü” de bana ait. Ve en son yine Ötüken Yayınevi’nden, “Türkülerin Dili” kitabımı yayınladım.
Türk Müziği’ne hizmet etmek isteyen gençlere önerileriniz nelerdir?
En başta halk müziği sanatçısı şiirle, edebiyatla uğraşacak, sanatın diğer dallarıyla ilgilenecek, orada görgüsünü geliştirecek, kendi müziğini çok iyi bilecek, kendi müziğinin alanıyla ilgili yayınlanmış eserleri okuyacak, idol kabul ettiği ustaları takip edecek, yayınlanmış güzel albümler var en azından onları dinleyecek ve örnek olarak bu alanda kendini ciddi olarak geliştirmiş, yetiştirmiş kişileri takip edecek. Edebiyatla, şiirle ve müziğin, sanatın diğer dallarıyla uğraştığı zaman zaten ufku genişler.
Bizlere son olarak neler söylemek istersiniz?
Halk müziğinde besteler konusuna kısa bir şekilde değinelim. Yani biz türkü olarak sadece kırsal kesimdeki insanların başlarından geçen olayları müzikle ifadeleri, âşıklarımızın yarattıkları kendine has ezgiler veya geleneksel ezgileri, deyişleri halk müziği olarak kabul ettiğimiz takdirde özellikle günümüzde büyük bir şehir nüfusunu bir kenara atmış oluyoruz. Şehir insanlarının da duygularını dile getiren halk müziği formunda eserlere ihtiyaç vardır. Bunu Sadettin Kaynak, Haydar Telhüner, Zeki Duygulu gibi sanatçılarımız yapmışlardır. Ve bu eserler çok sevilen, tutulan eserlerdir. Ben de bazı eserler besteledim. Alışıla gelmişin dışında örnek olabilecek şeyler yapmaya çalıştım. Örneğin, “Gözleri Fettan Güzel”, “Mum kimin yaman Kerkük” vb. bunlar yaygın üslupta olan bestelerimdir. Sonra Orhan Şaik Gökyar’ın “Bu vatan kimin?”, Fuzuli’nin “Beni candan usandırdın” şiirlerini besteledim. Tabi bunları örnek olsun diye yaptım. Yoksa bir besteci havasıyla ortaya konmuş şeyler değil.
Mehmet Özbek Kimdir?
1945 yılında Şanlıurfa'da doğdu. İlk ve orta tahsilini burada tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Urfa Türkülerinin Dil ve Anlatım Özellikleri” adlı teziyle doktorasını tamamladı ve “edebiyat doktoru” unvanını aldı.
Öğrencilik yıllarında, İstanbul Belediye Konservatuarının Türk Müziği Nazariyatı Bölümü'ne de iki yıl devam ederek Münir Nurettin Selçuk, Melahat Pars, Muzaffer Birtan, Şefik Gürmeriç, Halil Bedi Yönetken, Süheylâ Altmışdört ve Dürdane Altan gibi hocalardan ders aldı. 1966 yılında TRT kurumunun açmış olduğu sınavı kazandı ve İstanbul Radyosu'nda Türk Halk Müziği Stajyer Sanatçı, 1969 yılından sonra da sanatçı olarak çalışmalarını sürdürdü. 1977 yılında aynı radyonun Türk Halk Müziği ve Oyunları Şube Müdürlüğü, 1982 yılında da TRT Müzik Dairesi Türk Halk Müziği ve Oyunları Müdürlüğü görevlerine atandı. 1983-1995 yılları arasında Hacettepe, 1998-2000 yılları arasında Gazi, 2006-2007 ders yılında ise Ankara Üniversiteleri Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri Halk Bilimi Anabilim Dallarında Türk Halk Müziği dersleri verdi. 1996-2002 yılları arasında Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Bilim Kurulu Üyesi olup Müzik Perde ve Sahne Sanatları Kolu Başkanı olarak çalıştı. Haziran 1986’dan başlayarak kuruluşunu gerçekleştirdiği Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara Devlet Türk Halk Müziği Korosu'nun şefi olarak görevini sürdüren Özbek, Ekim 2007’de kendi isteğiyle bu kurumdan emekliye ayrıldı.
1966 yılından başlayarak profesyonelce Türk Halk Müziği ses sanatçısı ve şefi olarak çalıştı. 1977-1986 yılları arasında TRT Türk Halk Müziği Denetleme ve Repertuar Kurullarında da üye ve başkan olarak görev yaptı. Başta Urfa olmak üzere Anadolu'da birçok yörenin; yurt dışında ise Irak, Azerbaycan, Yugoslavya ve Bulgaristan Türklerinin halk ezgilerini derledi. Sözlü ve sözsüz olmak üzere bunların 300 kadarını TRT repertuarına kazandırdı. TRT kurumunda bulunduğu dönemlerde radyoda hazırladığı: ''Âşıklık Geleneği'', ''Türk Halk Çalgıları'', ''Türküler Ne Der'', ''Türkülerin Dünü Bugünü'', “Bilince Sevdiklerimiz”; televizyonda hazırladığı: ''Yurdun Sesi'' programıyla o güne kadar radyo bünyesinde kullanılmayan Tar, Kaval, Zurna, Tulum gibi çalgıları ilk defa bir orkestra disiplini içinde kullanarak Türk Halk Müziğinin çalgı ve repertuar bakımından temel değerlerini ortaya koyup alışıla gelmişin dışında yaptığı icralarla bu müziğin zenginliğini ve evrenselleşmeye açık olduğunu vurguladı. ''Elimizden Obamızdan'', ''Kervan'' adlı TV programlarla yine o güne kadar yabancısı bulunduğumuz, Kazak, Kırgız, Özbek ve Türkmenlerin oyun ve müziklerinden örnekler vererek Türk dünyasının genişliğini ve bu alan içindeki kültür birliğini vurgulamaya çalıştı.
Japonya, Suudi Arabistan, Yugoslavya, Irak, Almanya, Hollanda, Danimarka, İsveç, Mısır ve Azerbaycan olmak üzere yurt dışında ve yurt içinde konserler vererek Türk Halk Müziği'ni tanıttı. Japonya'nın en büyük kültür kurumu olan MİN-ON ‘un davetlisi olarak 1980 yılında gittiği Japonya'nın 10 şehrinde, Prof. Koizumi yönetiminde verdikleri açıklamalı konserlerle başta Urfa türkü ve hoyratları olmak Türk halk müziğinin zengin ve orijinal değerlerini tanıttı. Konserlerin bazı ezgileri Sony şirketi tarafından LP haline getirildi. Yaptığı basın toplantısıyla Türkleri ve onların kültürlerinin tanıtılmasını ve sevilmesini sağladı. 1987 yılında Babil Festivali'nde gerek yönettiği koro, gerekse yaptığı solo, dinleyicilerde büyük ilgi ve heyecan yarattı. Arap ve Türkmen gazeteleri kendisinden ve korosundan büyük bir övgüyle bahsetti.
Altun Hızma, Türkülerin Dilinden, Mum Kimin Yanan Kerkük, Yadigâr Türküler adlı albümleri; uzunçalarları ve 45’lik plakları; Folklor ve Türkülerimiz, Müzik Eğitimi, Türk Halk Çalgı Bilgisi, Türk Halk Müziği Terimleri Sözlüğü, Türkülerin Dili adlı kitapları da bulunan Özbek’e bu örnek hizmetlerinden dolayı Harran Üniversitesi tarafından da “Fahri Doktor” unvanı verildi.
Ey kavalın yanık sesi Aç…
Ey kavalın yanık sesi
Aç kuzunun melemesi
Acı bademin gölgesi
Unutmadım, ah ömrüm ah
#yaman
(Türkü formunda; Bir beste çalışmamdan)
Anadolu'nun bağrından yetişmiş gönül erlerine
selam olsun.. Saygılar..
Nebahat hocam, bizlere…
Nebahat hocam, bizlere önemli bir değerimiz olan Mehmet Özbek hocamızı tanıttınız. Sayenizde yine bilgilendik, çok teşekkür ederiz. Hürmetler, sevgiler...
Allah razı olsun hocam.Allah…
Allah razı olsun hocam.Allah size ve Özbek Üstada hayırlı,sağlıklı ömür ihsan eylesin.
Yeni yorum ekle