"1128 akademisyen ve araştırmacı" tarafından yayınlanan bildiri ve bu bildiriye ilişkin ardıl gelişmeler, “suskunluğumu sürdürme kararı”mdan vazgeçip görüşlerimi paylaşma ihtiyacı doğurdu. Evvela belirtmeliyim ki, "1100 Akademisyen" imzalı bildirinin asıl kasdına ve bu bildiriyi ortaya çıkaran tutuma ne katılmam mümkündür, ne de sırf iddia düzeyinde dahi ileri sürülenlere ihtimal vermem söz konusudur.
Bu durumda, bu bildiriye imza koyanlar karşısında nasıl bir tutum takınılması gerekir?
Hükümet gücünü bugün elinde bulunduranların, uhdesinde devlet çarkına ait bürokratik bir yetki ve sorumluluk bulunanların bu tür tepki ve tutumlar karşısında, hukuken ve siyaseten hangi tavrı takınmaları meşru, şık ve etkili olur?
Hürriyetler, her mevsim aslî ihtiyacımız mıdır; ya ifade hürriyeti?… Hürriyetler, sadece mevsimlerden [size] bahar ve yaz [görünen] mevsimlerin]e mahsus keyif lüksleri, kamu otoritesinin keyif ve saadetine göre bahşedeceği cülûs bahşişleri midir!
Bütün bunları hangi duyarlılık, hak veya yetki ile sorguladığımı merak edenler çıkabilir. Herşeyden önce kim olursa olsun ve neye inanırsa inansın “bütün insan suretindeki varlıklar”ın haysiyetine hürmet edilmesi gerektiğine inanan sıradan bir insan olmak, daha azına razı olamayacağımız bir erdemdir ve bu erdeme layık olmayacaksak hayatın hiçbir dokunulmaz değeri yoktur. Bütün bu kelamı bir araya getirecek birikime ise Türkiye’de yarım asır ömür sürmüş bir insan, kendisini de bir ferdi saydığı civar etraf bütün coğrafyalardaki hukuksuzluklardan muzdarip bir insan hakları aktivisti, İnsan Hakları mücadelesinde sempozyum ve kongre düzeyindeki çeşitli akademik çalışmalara katkıda bulunmuş ve İnsan Hakları dersi vermiş bir hoca olarak vasıl olduğumu söyleyebilirim. Ayrıntısına girerek Bosna Savaşı, 28 Şubat, İHUK vs. konulara değinmeyi gereksiz buluyorum, bunlar bilenlerin zaten malumudur.
İfade hürriyeti sadedimize geri dönecek olursak bu konudaki ezberlerimizi düzeltelim: İfade hürriyeti, sadece ötekilerin “gagalarını ne kadar açacakları”na ilişkin size bahşedilmiş bir takdir yetkisi değildir. Bütün diğer hak ve hürriyetler gibi, sizin de “sadece bir insan teki” olarak katıldığınız, “zora ve şiddete başvurma oyunbozanlığı”na tevessül etmemek üzere sözleşmiş, “türdeş insan tekleri”nin biraraya gelmesinden oluşan bir “kamusal varoluş” vasatında, “insan sıfatındaki her ferde, tanınmaması halinde insanlık haysiyetinin korunamayacağı” bir şeydir ifade hürriyeti. Bu hürriyet, sadece sizin hoşunuza giden ya da kayıtsız kalabileceğiniz düşüncelerin dile getirilmesine hoş bakmanız, müsamaha gösterebileceğiniz fikirlerin kamuoyuna duyurulmasını hoş görmeniz anlamına gelmiyor efendiler!
İfade hürriyeti, sizin onaylamayacağınız yanlış, haksız, saçma, rahatsız edici, sarsıcı ve hatta şok edici bulacağınız görüşlerin, bu nitelikteki söyleyiş ve ifade tarzları kullanılarak açıklanmasını teminat altına alan bir hürriyettir. Bu görüşlere ve onların dile getirildiği söyleyiş ve ifade tarzlarına karşı, sadece hoşgörülü değil, hazımlı değil, aynı zamanda bunları deklare edenlerin kişiliklerine ve “aynı kamu bütünü içinde var olma hakları”na saygılı olmak zorundasınız! İfade hürriyetine saygılı olmak, dile getirilen her görüşü onaylamak anlamına gelmez. İfade hürriyeti, söz konusu görüşlere ve bunların söyleniş ve ifade ediliş tarzlarına karşı “gıkınız çıkmayacak!” demek değildir; aksine, bu görüşleri en sert biçimde eleştirebilir, bu ifade biçimlerine karşı en keskin reddiyeleri dile getirebilir, bu görüşlerle en radikal tarzda mücadele edebilir, bu görüş ve ifadeleri kınamak ve tel’in etmek amacıyla milyonları meydanlara toplayabilirsiniz. Bütün bu “ifade hürriyeti olimpiyatları”nın vazgeçilmez şartlarından biri, “şiddet, şiddete çağrı, zorbalık araçlarına davet, zorbalığı tescilli terör örgütlerini onaylama ve teşvik” içermiyor olması, öbürü de, kimseye yönelik hakaret, manevî şahsiyetini rencide edici bir aşağılama ve dışlama barındırmıyor olmasıdır. Şahsiyet ve haysiyetin izzeti ile “şiddete başvurmama ve şiddete bulaşmama erdemi”nin korunması, “barışçı ve medenî kamu”nun dürüst paydaş ve katılımcıları olmanın vazgeçilmez şartıdır çünkü!
İfade hürriyetine karşı, sadece sıradan vatandaşın eline silah alarak “oyunun barışçı kuralı”nı ihlal etmekten uzak durması yetmez; elinde kamu gücü olanların da, “ifade hürriyeti”ni zedeleyecek hiçbir eylemde bulunmamaları, olmazsa olmaz bir şarttır. Kamu otoritesini kullanma mevkiinde olanlar, “meşru şiddet tekeli” demek olan devlet gücünü –kendilerine emaneten tevdi edildiğini göz ardı ederek– kendi düşüncelerine, çıkarlarına ya da kutsal saydıkları şeylere aykırı buldukları görüş ve ifade biçimlerine karşı kullanamazlar! Zira bu, iktidar veya otoriteyi elinde bulunduranın bu gücü öteki görüşler aleyhine kullanmasını, onları baskı altına almasını ve hatta susturmasını meşru saymak olur ki, kamu gücünün “gücü gücü yetene bir savaş”ta bir hileye alet edilmesi, meşruiyet dışı bir vasata onay vermek demektir. Kamu görevleri, deruhte eden insanı “bir vatandaş teki” olmaktan çıkarmaz, üstelik bunlar, size emaneten tevdi edilmiştir ve bir gün elinizden gittiğinde de, sadece “bir vatandaş teki” olarak kalırsınız. Eğer, kudret elinizde iken onu başka görüşler aleyhine kullanmayı meşru sayarsanız, şimdi o güçten mahrum kaldığınızda, sizin görüşünüze karşı kullanılmasını da meşru saymanız gerekir; bu ise insanın vicdanen onaylayabileceği bir şey değildir.
Kamu otoritesinin özel bir biçimi olan siyasî otorite mevkiinde bulunan ve demokratik bir sistemde seçimle işbaşına gelen kişiler, kişi olarak kendilerini veya iktidar gücünün icraatlarını itham eden ve haksız, insafsız, hukuka aykırı ve hatta düşmanca buldukları beyanlar karşısında, elinde “ancak emaneten ve kamu yararı için kullanılmak üzere tevdi edilmiş” bir siyasî güç bulunduğunu unutarak kamuoyu nezdinde bu görüş ve beyanlar ve bunları dile getiren vatandaşlar ile savaşmaya tevessül edemez. Çiğnenmiş bir kişisel hakkı varsa elinde bulunan kamu gücünü kendi kefesini ağdırarak haklı çıkmak üzere kullanması, kişisel hakkını dava edeceği yargı merciinin bağımsız karar veren güvenilir bir yargıç olup olmadığı konusunda tereddütlere yol açar ve giderek yargı sistemine gölge düşürüp adaletin olmazsa olmaz bir gereği olan “kamu güveni”ni yıkıma uğratır.
Demokratik siyasetin olmazsa olmaz gereklerinden biri de “kamu gücünün müdalahesinden korunmuş bir kamuoyu” oluşumudur; bu nitelikteki bir kamuoyu, iktidarın icraatları konusunda “tartışma özgürlüğü”nün hükümet araçlarına baş vurulmadan kullanıldığı bir zemin oluşturur. Birilerinin hükümet icraatlarını eleştirip itham ettiği, birilerinin de hükümet icraatlarını haklı bulup savundukları, başka birilerinin de tartışma dışı görüşler veya tartışmayı aşmaya yarayacak görüşlerle katkıda bulunduğu böyle bir vasat, “doğrunun ancak özgür düşünme ve tartışma” aracılığıyla “halkın iradesi”nde karara bağlanacağı kabulüne yaslanan demokrasilerin teminatıdır.
Siyasî otorite, velev ki, siyaseten gayet haklı olduğu apaçık olan bir mevzuda bile “kamuoyunun sağduyusu”na havale ederek siyaseten haklılığını “halkın iradesi”nin karara bağlamasına fırsat tanır. Sabırsızlık yahut acullük göstererek ortaya atılır, “ama bu bana haksızlık, aslında ben doğru olanı yapıyorum; bu eleştiriyi getirenler şöyle şöyle insanlardır; bunlara haddini bildirmek şarttır…” türünden beyanlarla kamuoyuna müdahale ederseniz, size haksızlık edildiğini, yaptığınız icraatın doğru, eleştirinin haksız olduğunu özgürce savunacak olanların “ağzını kapatmış”; onların konuşmasını ya gereksiz, ya da “size yandaşlık” izharı, daha da kötüsü, sizin işaret ve tahrikinizin oyuncağı konumuna düşürmüş olursunuz.
Bu genel değerlendirmeler ışığında akademisyenler bildirisi hakkında şu hususların vurgulanmasında fayda görüyorum:
- Akademisyenlerden bir kesimi kalkıp bir bildiri yayınladıysa, başka bir kesimi, veya akademisyen olmayan bir grup vatandaş, buna karşı çıkan başka bir bildiri yayınlayabilir; yahut kimi köşe yazarları bu ilk bildiriye ya da ikincisine eleştiri getirebilirler. Demokratik kamuoyu, her türlü görüşün dile getirildiği bir ortamda, doğrunun galip geleceğine dair insanın fıtratındaki “hakkı ve hakikati tasdik hakkaniyeti”ne ve “safdil bir sağduyu”ya güvenin eseridir. Halkı “fitnecilerin kandıracağı bir avanak sürüsü”, “havuç gösterilince hoplayacak aptal tavşan kolonisi” gibi görmüyorsanız muhalif ya da muvafık herkesin, görüşünü serbestçe açıklamasının önündeki engelleri kaldırır; “barika-i hakikatin müsademe-i efkardan” doğuşuna ebelik edersiniz. Bunun için hazımlı, sabırlı, esprili, mizah ve hiciv yeteneği ve kıvraklığı gösteren özgüvenli bir siyasetçi profiline ne kadar muhtaç olduğumuz izahtan varestedir.
- Bildiride ileri sürülen "devletin katliam yaptığı" iddiası, şuyûu vukûundan beter bir isnâddır. Böyle bir şeyin tahakkuk edip etmediğini; hangi somut delil ve gerekçelere dayanarak böyle bir hükme varıldığını bilmiyorum. Kanaatim sorulacak olursa, bu hükmün, operasyon yapan devlet kuvvetinin muhtemel özensiz ve hatta hukuka aykırı kimi fiil ve işlemlerinin "bölgede meskun halka karşı kasıtlı ve planlı bir yok etme faaliyeti" şeklinde çarpıtılarak abartılmış olmasını kuvvetle muhtemel görüyorum. Böyle bir çarpıtma ve abartmanın ağırlıklı olarak sol-sosyalist / Kürd ve ayrılıkçı görüşlere sahip olduğunu tahmin ettiğim hazırlayıcı ve imzacıların (listeyi incelemedim; üslubu anlamak için de, başka bir tecessüs ile de bunu gerekli görmüyorum) "otorite karşıtı romantizm"lerini haklı çıkarmak için eskiden beri îtiyad edindikleri bir "aydın tahrifatı"ndan ibaret olduğunu düşünüyorum.
- Kamu gücünün 90'larda ayyuka çıkan kanun ve hukukdışına –siyasetçilerin çanak tutarak sağladığı destek ile– çıkmaları da, memleketimizde bir "kamu îtiyâdı" niteliğindedir. Böyle olmasaydı, "Bölge Halkı"ndan ayrılıkçı terör ve onun siyasî kanadı olan partilerin, oranı zaman zaman % 8'lere varan bir destek devşirmesinin mümkün olamayacağını anlamak için fazla zekaya hacet yoktur!
- Buna rağmen Türkiye Devleti'nin, "Bölge'de meskun Kürd Halkı'na karşı", ayrılıkçı terör süreci boyunca "katliam uyguladığı"na inanabilmek için Robin Hood efsanesiyle yetiştirilmiş bir kolej romantizmi veya Demirci Kawa efsanesiyle bir efsunlanmış dağ romantizmi opaklığından muzdarip olmak gerekir. Ana-babaları Stalin gibi en az bir düzine halkı sistematik bir biçimde katliama uğratmış bir kan içiciyi "dünya halklarının kurtarıcısı" olarak selamlamaktan utanmamış bir takım eblehlerin, kendilerini "büyük bir davaya adanmış entelektüeller" olarak yüceltme gayretkeşliği, işaret ettiğim tahrifatı utanmaz bir sorumsuzlukla yapmayı mazur görmelerine yol açmaktadır.
- Bu utanmaz sorumsuzlukta "Devlet"in sadece ihmali değil, neredeyse açık desteği rol oynamıştır. Gerek ayrılıkçı terör sürecinde "Bölge Halkı"na ve gerekse darbeler ve sıkıyönetimler boyunca memleketin bütün ahalisine karşı, kamu görevlilerinin kanun ve hukuk dışı ve hatta kimi zaman insanlık dışı fiil ve icraatlarda bulunduğu ithamları, yeterince ciddiye alınmamıştır. Bu ithamlar soruşturulup suçu sabit olanların hak ettikleri cezaya çarptırılarak kamu otoritesine güveni yeniden tesis etmek dururken devletlûların "bu şımarık (!) çocuklar"ı himayeye varan bir tutum takınması, toplumu kamusal varoluşa yabancılaştırıcı bir karartma olarak işlevselleşmiştir.
- Halbuki, yakın tarihinde "soykırım töhmeti" altında bırakılarak meşrûiyeti uluslararası platformlarda tartışılır hale getirilmiş bir devletin, ilk, ertelenemez ve mazeret-bahane kaldırmaz aslî sorumluluğu, üzerindeki bu töhmeti en ufak bir kuşkuya mahal bırakmayacak surette kaldıracak, "hukukuna toz kondurtmaz" bir kamu gücü ihdas etmek üzere yeniden-yapılanmak olmalıydı. Üzülerek görüyoruz ki, son "öz-yönetimsizlik" kalkışmasındaki Hükümet tavrında dahi böyle bir hassasiyet bulunmamaktadır.
- Bütün bunlara rağmen akademisyen olsun olmasın, bir kısım vatandaş, "devletin katliam yaptığı"na dair bir kanaate vâsıl olmuş iseler bu kanaatlerini kamuoyuna deklare etmeleri, herşeye rağmen "ifade hürriyeti" kapsamındadır. Mezkûr bildiriyi birkaç kez ve dikkatle okudum (Kaynak: http://www.cumhuriyet.com.tr/…/1100_un_uzerinde_akademisyen… ). O kanaatteyim ki, kamu yetkisini haiz olsun olmasın hiçbir hukuk adamı bu bildiride "terörü öven" ya da "özyönetim kalkışması"nda ayrılıkçı terör örgütünün başvurduğu şiddetin herhangi bir türünü “açıkça destekleyen” bir beyana yer verildiğine hükmedemez. "Devlete kıyım ve katliam isnad etmek, örgütün terör eylemlerini örterek ona destek olmaktır" şeklindeki bir yorum ise bildiride dile getirilen beyanın kendisi olmayıp beyan hakkındaki “dolaylı bir yorum”dan ibaret kalacaktır.
- Bizzat Başbakan'ın ağzından işiterek dehşete kapıldığım bir beyanda "bu akademisyenlerin bildirisinde terör örgütünün eylemlerine neden tek kelime edilmediği", soru konusu yapılıyordu. Bu beyanı, meşrû devlet otoritesinin "bu hırsızın hiç mi suçu yok" tarzında bir "mazerete sığınma" zaafı sayıyorum. Meşrû kamu otoritesi, kendi iş ve eylemlerinin terör olarak nitelendirilmesi karşısında "terörist boş mu duruyor, neden onlara zırnık kelam etmiyorsun" demekle, "terör örgütü ve militanları" ile eşit muameleye tâbi tutulmayı talep etmiş olmak gibi bir derekeye razı olamaz. Öte yandan, hiç kimse açıkladığı bir kanaatin ötesine gidilerek "şu konuda da düşünceni açıkla öyleyse!" diye kanaat beyan etmeye icbar edilemez.
- YÖK, Rektörlükler ve ilgili diğer merciler ile savcılıkların, mezkûr bildiriye imza koyan akademisyenler hakkında soruşturma başlattıkları-başlatacakları, bazılarının açığa alındığı, el çektirildiği yönündeki haberler “teorik olarak bir hukuk devleti”nde hakkındaki ithamdan aklanma fırsatı şeklinde yorumlanabilir; ancak en üst kamu mercilerinin "ihsas-ı rey"de değil "cürüm isnadı"nda bulunduğu bu insanlar hakkında, adil yargılama yapılacağı ve suçsuz iseler bir zarar görmeyecekleri söylenebilir mi? "Yeni bir 1402'likler faciası mı" diye sorulacak olsa "1402’likler sıkıyönetim icraatıydı, bu ise normal rejimin sıkıyönetimleştirilmesi olarak yorumlanacak olsa buna ne cevap verebileceksiniz?" diye sormak gerekir.
- Bu akademisyenler hakkında soruşturma yapılır da, "oluk oluk kan akıtıp kanlarıyla duş almak" tan [Yâ Rabbim! Akıl ve tahayyülümüzü bu mülevves lafzın pornografik kirleticiliğinden, memleketi bu tür bir felaketin zerresinin tecellisinden sen muhafaza buyur] dem vuranlar hakkında ne yapılır acaba? Bu beyanın kamu otoritesi ve "Yüce Adaletimiz" terazisinde hükmü ne olacaktır? Beyan sahibi hakkında soruşturma açılması yeterli midir? Bu soruşturma ne zaman ve hangi hükme varılarak sonuçlandırılacaktır?
- Sahi, bu haşin gidiş, huşunet ve dehşetin bu sınırsızlaşması neyi çağırmakta, başımıza ne geleceğini müjdelemekte, ya da ihtar etmektedir?
- Ve bir dizi soru daha: “Demokrasinize katılmak kimlerin ayrıcalığıdır, efendiler!” “Yüksek müsaadeli bir demokrasi olabilir mi?” “Hoşgörü göstermek imtiyazı” ve “hoşgörüsüzlük hak ve yetkisi” gibi şeyler meşrû ise Cumhuriyet Mitingleri’nden şikayetiniz neydi? Sadece “hoşlandığınız ifadeler” hür ve serbest olacaksa bu rejim ile “Vesayet Rejimi” arasındaki lezzet farkı nedir? “Başkaları için kaynatılmış ağu”dan şifa mı umuyorsunuz?