Bizde anneler doktor doğurur. Öğretmenler de “Çalışırsa yapar” tekerlemesiyle bu hayali uzun yıllar besler. Nihayetinde pek az annenin çocuğu doktor olurken diğerleri tesisatçı, şoför, berber, asker, polis olur. Anneler doktor doğurmaktan vazgeçmedikçe eğitim sahasında ne yapsanız istenilen hedefe ulaşmak mümkün görünmüyor.
Annelerin doktor doğurması -neredeyse tümü- annelerin tıp bilimine duydukları derin aşktan, çocuklarının tıp dünyasının bir neferi olması arzusundan kaynaklanmaz pek tabi. Bunun nedenlerini tek kavramla belirtmek zor olur. Bir kavram “uydurmak” gerekirse buna “sosyopsikoekonomik” diyebiliriz. Hekimlik kadim bir meslektir ve toplumda çok itibar görür. Çocuğun hekim olması bir anne için gurur kaynağıdır. Ama bu statünün toplumda bulduğu karşılık tek başına bu arzuyu beslemeye yetmez. Yaşlanınca, hastalanınca bize bakar, beklentisi ciddi bir beklentidir. Psikolojik olarak kendini güvende hissetme arzusu da bu hayali besler. Ancak en büyük motivasyon genellikle ekonomiktir. Devlete kapısında bol paralı, garantili bir meslek sahibi olmak. Fakir doktor duymamıştır kimse. Bolca kibirlisi, asabisi, asosyali, kötüsü vardır ama kimse fakirine rastlamamıştır.
En gelişmiş toplumlarda bile doktorluk, mühendislik, hukukçuluk gibi meslekler binde bir binde iki gibi oranlarla ifade edilebilecek sayıda yetişmiş insanla ihtiyaçları karşıladığı için akademik sahada eğitim veren kurumlar da öğrencilerin yüzde on civarına akademik eğitim verir, geri kalan yüzde doksanlık kısım mesleki eğitim alır. Olması gereken de gerçekçi olan da budur. Bizde olan, söylemde mesleki eğitimin önemi ne kadar vurgulanırsa vurgulansın öğrencilerin yarısına akademik eğitim yarısına da mesleki eğitim verilir. Mesleki eğitime yönelim de pek az öğrenci ve velisinin bilinçli tercihi, çoğunluğunun ise zorunlu tercihi ile gerçekleşir. Çocuk ilk ve orta bölümde temel derslerden başarısızsa anne ve babalar çocuğun doktor olamayacağına 8 yılda ikna olur ve adres mesleki eğitimdir.
Öğrencilerin bir şekilde “ikna olanları” mesleki eğitim alırken diğer yarısı da akademik eğitimdedir. Bu süreçte annelerin doktorluk hayalleri 4-5 yıl daha sürer. Buradaki öğrencilerin yüzde onu neyi hedeflediğini bilir ve bir şekilde o hedefe ulaşır. Hatta çeşitli engellere rağmen bu öğrenciler hedeflerine ulaşır. Yüzde doksanı da kurslar, dershaneler, özel dersler ile hedefi revize ederek yola devam eder. Hedefler yavaş yavaş aşağı doğru kaymaya başlar. “Zeki ama çalışmıyor” “Çalışırsa yapar” gibi öğretmen sözleri bu dönem ve grubu içinde meşhur olmuştur. Nihayetinde bu kısımdaki öğrencilerin pek azı “daha az itibarlı”* meslekler edinirken birçoğu diplomalı işsizler ordusunun “niteliksiz” neferleri olur. Herkes ittifakla bilir ama itiraf etmez; diplomaların çoğu bir “nitelik” göstergesi değildir. Bir kurumda bir süre bekleyenlerin süre dolunca diploma sahibi olduğu malumumuzdur.
Dikkat ederseniz buraya kadar “yetenek, kabiliyet, hayal” gibi kavramları öğrenciler için kullanmadık. Bir tek ebeveynin hayallerinden bahsettik. Ve sosyopsikoekonomik diye bir kavram uydurarak o hayali besleyen durumu izaha çalıştık. Halbuki çocuklara temel eğitimde basit bilgiler öğretirken onların kabiliyet ve ilgilerini keşfeder, onlara hayal etmeyi öğretir ve bu bağlamda bir eğitim planlarsınız. Bu esnada toplumun gelecek 20-50-100 yıllık ihtiyaçlarını öngörür, toplumun da imkan ve kabiliyetlerini önceleyen bir sistem kurgularsınız. Her şey tıkır tıkır işler, insanlar gereksiz hayaller kurmaz, herkes istediği, kabiliyetine uygun bir mesleğe sahip olur, bireyler mutlu, toplum mutlu olur, huzur içinde yaşar gideriz.
Ne kadar kolay değil mi? Masal gibi.
Aslında olması gereken apaçık ortadayken, hiç de karmaşık değilken, basit bir çözüm varken neden bir türlü mesele olması gerektiği gibi olmaz da eğitim-öğretim meselesi neredeyse artık çözülmesi imkansız devasa bir sorun olarak ortada durur?
Öyle ya veliden öğrenciye, politikacıdan akademisyene kadar herkes “eğitim-öğretim”de sorunun kaynağının ne olduğunu bilir ve gayet net çözüm önerileri vardır. Konuyla ilgili hiçbir sohbette şunu duymayız: “Ben konunun uzmanı değilim, umarız sorumlular ve yetkililer bu problemleri çözer.” Herkesin her şeyi çok iyi bildiği eğitim-öğretim sahasında sorunlar neden bir türlü çözülmez.
Çözülmesi imkansızdır çünkü konunun belki de çok küçük bir kısmı eğitim ve öğretimle ilgilidir.
Tarihsel, ideolojik, politik, ekonomik, sosyolojik açıdan “öncelikle” çözülmesi gereken birçok sorun eğitim-öğretimin önünde büyük problemler olarak durur.
· *En az 300 yıllık doğru bir “tarihi-sosyolojik ve felsefi okuma” ile doğru bir eğitim-öğretim vizyonu oluşturmadan,
· *Eğitim-öğretim süreçleri “tüm” ideolojik ve politik endoktrinasyondan arındırmadan – ki bu neredeyse bizim toplumda ve çoğu ulus devletinde imkansızdır-
· *Öğretim; bilimsel ilkeler etrafında apolitik, ideolojik motivasyondan arınmış biçimde tekrar kurgulanmadan,
· *Eğitim; tarihi ve kültürel gerçekleri özümsemiş ve toplumsal uzlaşmayı önceleyen, toplumsal çatışma doğuracak unsurlardan arınacak biçimde kurgulanmadan,
· *Çağın ve toplumun imkan ve ihtiyaçları doğru analiz edilmeden ve eldeki insan varlığının kabiliyet ve özellikleri doğru analiz edilmeden –ki “çağın ve toplumun imkan ve ihtiyaçları, insan varlığının kabiliyet ve özellikleri” ifadesi üzerinde uzunca durulup düşünülmesi gereken, her biri için uzun çalışmalar yapılması gereken meselelerdir. Ancak çoğu zaman basmakalıp bir ifade olarak kullanılır-
· *Ekonomik bağlamda yapısal sorunlar çözülmeden –ki bu başlıkta tarım-hayvancılık, sanayileşme, istihdam vb. kavramlar etrafındaki sorunların çözülmesi söz konusudur-
· *Paranın adil paylaşımı sağlanmadan – ki adil paylaşım da neredeyse imkansızdır, sadece biz değil dünya kapitalizmin parayı paylaşma anlayışına yenilmiş, hakkaniyetli bir “paylaşım” sistemi kurma noktasında aciz kalmıştır-
anneler doktor doğurmaktan vazgeçmeyecektir.
Bu maddeler çoğaltılabilir, her biri kendi içinde alt başlıklara ayrılıp derinlemesine üzerinde çalışılabilir. Eğitim-öğretime dair sorunlar ancak bu biçimde “belki” çözülebilir. Ancak sırf bu maddeler bile ele alınıp çözüm üretilmeye çalışılsa çok sayıda uzmanın, uzun zaman bu başlıklarda çalışma yapması, ülkenin bütün motivasyonunun bu noktaya odaklanması gerekir. Tüm bunların yapıldığını farz etsek bile dönüşüm birkaç on yıl alacaktır.
Birkaç on yıl geleceğimiz için feda olsun. Yeter ki eğitim-öğretim sahasındaki sorunları çözelim. Mümkün mü? Çok zor.
Peki buna engel olan şey ne?
Öncelikle çözüm uzun zaman ister ve radikal değişimler içerir. Toplum uzun zaman bekleyemez, ilk seçimde cezalandırır ve toplumsal alışkanlıklar radikal değişimlere karşı oldukça dirençlidir. Bu nedenle de yönetenler daima palyatif çözümlerle sorunları çözmeye çalışır, tavır genellikle popülisttir, bu da sorunu çözmediği gibi derinleştirip içinden çıkılmaz hale getirir.
Dahası ideolojik ezberlerden, politik motivasyondan, Tanzimat’tan itibaren derinleşerek süren zihinsel çatışmadan kurtulmadan eğitim-öğretime dair çözüm üzerinde uzlaşabilmek pek mümkün görünmemektedir.
“Matematiğin, edebiyatın, tarihin nasıl öğretileceğinden, eğitimin kapalı mekanlarda mı dijital ortamlarda mı yapılacağı” tartışmalarından önce halledilmesi gereken o kadar ciddi sorunlar olmasına rağmen mesele gelip “matematiğin öğretilmesi ve çok net yapılması” noktasında çözüm arayışına dönüşüyor. Tabelaları değiştirip, soruları kolaylaştırıp, sürekli sınav ve müfredat değişiklikleri yaparak, her ile bir üniversite kurarak sorunları aşmaya çalışıyor ve aslında sorunları daha da derinleştiriyorsunuz.
Meseleyi gündelik siyaset tartışması haline dönüştürmek maalesef çözümsüzlüğü besliyor. Çünkü konu “gelişmişlik” sahasında en az 300 yıllık; “kurumsal zorunlu eğitim” sahasında an az 150 yıllık bir meseledir. 2. Abdülhamit’in sistemleştirdiği iptidai(ilkokul), rüştiye(ortaokul), idadi(lise) ve sultani(lise) şeklinde isimlendirilen okullar kurup ilköğretimi zorunlu hale getirmesi, eğitim-öğretimin Batılı anlamda kurumsallaşması ile başlayan bir süreç. Cumhuriyet döneminde bir takım yenilik ve değişiklikler olsa da sistem “makbul vatandaş yetiştirmek” ve “gelişmek” amaçlarını daima korudu. İlk anda kulağa hoş gelse de “makbul vatandaş yetiştirmek” motivasyonu eğitim-öğretim sürecini ideolojik-politik endoktrinasyona, felsefesi olmayan bir “gelişme” hedefi de kapitalizme mahkum etti.
Dolayısıyla bu mesele; sınav sistemi, üniversiteleşme oranı, dijital ortamda eğitim, okulda eğitim tartışmalarından çok daha ötede çok daha karmaşık bir meseledir.
Elde kala kala “her annenin çocuğunun doktor olması hayali” üzerinden eleştirilerle eğitim-öğretimi anlamaya çalışmak kalır. Boş verin yahu, bırakın her anne çocuğu için “doktorluk” hayalleri kursun. Hiç olmazsa şimdilik bunu hayal etmek mümkün. Bunu hayal etmek bile hayal olunca o zaman oturur, “Şu meselenin aslını bir konuşsak iyi olur…” noktasına geliriz.
Kim bilir…
(*) İtibar; meslekte, statüde, parada, etnik ya da inanç aidiyetinde değil doğrudan kişinin kendisinde ya vardır ya da yoktur. Yalnız maalesef toplum genellikle itibarı bu biçimde anlamaz.
Yeni yorum ekle