Batı felsefe geleneği bir zincir olarak düşünülmelidir. Rastgele bir halkadan yola çıkılırsa ya eksik ya da yanlış anlaşılabilir. Felsefeciler bunu bizden çok daha iyi bilirler ama biz vasat okuyucular da gözlem ve deneyimlerimizle bunun böyle olduğunu biliriz. Eski Yunan Felsefesini bilmeden Hümanizmayı, Hümanizmayı bilmeden Rönesansı anlamakta güçlükler yaşarız; tıpkı Rönesans’ın üçayağından biri olan Reformasyonu, tek başına ele alıp anlamaya çalışırken "deformasyona" uğrattığımız gibi. Hala zaman zaman dinde Reform tartışmalarının yapıldığı ülkemizde, tarihsel koşullar ve ihtiyaçlar bir tarafa bırakılarak, “biz de aynısını yaparsak, Avrupa gibi oluruz” kanaati böyle bir anlama ve anlayışın sonucudur. Bu konudaki her girişimin sonuçsuz kalması bize bir şeyler söylüyor olmalı.
Bu durumda Wittgenstein’ı anlamak için oturup bütün bir Batı Felsefesini okumak mı gerekir? Kısmen evet, kısmen hayır. Hayır, çünkü her okuyucunun bunu yapma imkânı ve zamanı olmayabilir. Kaldı ki okuyucu her bir dönemi veya her dönemin felsefecilerini ayrıntılı ve derinlemesine öğrenmek zorunda da değildir. Bu sadece felsefe için değil diğer sosyal alanlar için de geçerlidir. Öyleyse nasıl ve ne kadar okuyacağız? Bana kalırsa, eğer konunun uzmanı olmayacaksak, genel bir bilgi, çoğumuz için yeterli olacaktır. Okuyarak kazandıklarımızla, okumayarak kaybettiklerimizi karşılaştırarak kazancımızı ve kaybımızı tespit edebiliriz.
Felsefe Okumak
Felsefe ve felsefecilerle ilgili akademik yazıların, hatta genel olarak akademik kitap ve makalelerin pek okunmadığını hepimiz biliyoruz. Zaten doğası gereği zor olan felsefe gibi bir konuyu, yine felsefi ve ağdalı bir dille anlatmaya çalıştığımızda okunmuyor olmasını pek de yadırgamamak gerekir. Bir başka husus da çoğumuzun, bu tür metinleri okuduktan bir süre sonra unutuyor olmamızdır. Bunun da nedeni, yine kanaatimce, söylenenlere kendi kültürümüzde, kendi dünyamızda bir karşılık bul/a/mayışımızdır. Ya da bulduklarımızın hayatımızda belirgin bir değişiklik yol açmamasıdır. Dolayısıyla, bizim burada felsefe ile ilgili yazdıklarımız, Mustafa Everdi’nin deyimiyle, bir tür vulgarize felsefedir, asıl felsefeyi işin uzmanlarına bırakmayı da edepten sayarız.
Wittgenstein renkli bir kişilik. Karşı karşıya gelindiğinde oturup tartışabileceğimiz, kızıp gülebileceğimiz bir insan. 20. yüzyılın adı en çok anılan felsefecilerinden biridir; Yahudi asıllıdır, makine mühendisi, cephede asker, esir kampında tutsak, üniversitede hoca, lisede öğretmen ve nihayet Viyana’daki bir manastırda bahçıvan yamağıdır. Babasından kalan mirasın yarısını yazar ve düşünürlere bağışlayan bir meczup. Sekiz kardeşinden üçünün intihar etmiş olması, onun hakkında bir bilgi verir mi bilmem ama hayatı boyunca hep içe kapanık bir çocuk ve insan olarak yaşamıştır.
Wittgenstein’i ilk kez Tractatus’la tanıdım. Altını çizerek okuduğum -ki bunlar toplam metnin en az dörtte biri kadarını oluşturur- kitabı yıllar sonra elime aldığımda, altını çizdiklerim de dahil, üzülerek söyleyeyim, bir tek cümlesini bile doğru hatırlayamadım. Mutlaka bir şeyler kalmıştır diye kendimi teselli ettim ama üzüntüm geçmedi.
Düşünürün “dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” cümlesi, olağanüstü bir buluş, bir tanımlama olarak hep tekrar edilmektedir. Eğer kastedilen, ses ve anlamdan ibaret “dil” ise, tanımlama, dilsizleri saf dışı bırakıyor demektir. Oysa böyle bir dilsiz, herhangi bir dile ihtiyaç duymadan muhteşem bir sanat eseri yaratabilir, örneğin resim yapabilir, bir müzik aleti çalabilir. Öte yandan böyle bir cümlenin varlığından haberdar olmayan binlerce insan, dil dünya/düşünce arasında yakın bir ilişki olduğunu rahatlıkla görebilir veya düşünebilir. Çoğu durumda olduğu gibi bu sözü Wittgenstein değil de, kasabada yaşayan bir öğretmen söyleseydi, belki kimse kayda bile almayacaktı. Bu, söylenen sözü küçümsemek değildir, ancak sözü tekrarlayarak dünyamızı genişlettiğimiz, çok sonradan ya da farkına geç vardığımız, her kapıyı açan bir anahtar da değildir. Hatta bir adım daha ileri giderek, bu aforizmayı kullananların çoğu tam olarak neyin kastedildiğini bile anlamaktan uzaktır.
Bir yazarın ya da düşünürün söylediği her sözü bir hakikat gibi allayıp pullamak, sözü söyleyene de haksızlık olur. Örneğin başlangıçta resim-dil kuramı üzerinde çalışan Witgenstein, daha sonra bundan vazgeçip oyun-dil kuramına yönelir. Kazara oyun-dil kuramından haberdar olmayan bir okuyucu onu resim-dil kuramı üzerinde çalışan biri olarak tanımış olacaktır.
"Felsefenin amacı düşüncelerin mantıken aydınlatılmasıdır”. Felsefe bir öğretim değil, bir etkinliktir. Felsefi bir eser o halde aslen "açımlamalardan" oluşur. Felsefenin neticesi, “felsefi önermeler” değil, “önermelerin aydınlatılmasıdır”. Başka türlü bulanık ve karmaşık olacak düşünceleri açık kılmalı ve kesinlik ile sınırlamalıdır. Açıklama/açımlama konusunda bu vurguya karşın “üzerine konuşulamayan konusunda susmalı" ifadesi bizi biz ters köşe yapar. Üzerinde konuşulmayan ne demek? Felsefe açıklar/açımlar diyen birisi burada kendisiyle ters düşmüş olmuyor mu? “Yeri geldiğinde susmalı (söz sükûttur)” mı yoksa “düşüncelerimiz ifade ederken tıkandığımız bir nokta var” mı kastedilmektedir. Dahası üzerinde konuşulamayan bir şey/konu hakkında nasıl susulur? Aslında her iki durumda da hiç de yabancısı olmadığımız bir görüş dile getirilmektedir. Biliyorsak konuşacağız, bilmiyorsak susacağız. O zaman felsefe ne yapacak? Buradan yola çıkarak felsefenin yapacağı bir şey kalmamıştır sonucuna bile varabiliriz.
Aristo: "Dil düşüncenin elbisesidir"
Dil ile nesne/olgu arasındaki ilişki konusu eskiden beri bilinmektedir. Aristonun “dil düşüncenin elbisesidir” sözünü hatırlarsak, bu ilişkinin iki bin yıldır bilindiği ortaya çıkar. Deneyimlerin biricikliği konusunda söylediği “başkalarının bana dünya hakkında söyledikleri, benim dünya deneyimimin çok küçük ve önemsiz bir bölümünü” oluşturur sözü de yeni tespit olmaktan uzaktır.
Mantığın tüm önermeleri totolojinin genellemeleridir ve totolojinin tüm genellemeleri mantığın önermeleridir, “bunlardan başka mantıksal önerme yoktur” savı ise başlı başına bir totolojidir. Doğrusu buradan yola çıkarak hangi sorumuza cevap bulmuş olacağımız konusunda hiçbir fikrimiz yoktur.
Çoğunluğu Tractatus’ta yer alan ve ilk anda insanı çarpan, ancak azıcık dokunulduğunda foyası ortaya çıkan, çok sayıda benzer yargı cümlesi var. Bunlardan biri de “'sevilmeye, hayran olunmamaya çalış” cümlesidir. Bunda nasıl bir kötülük gördüğünü anlamak ise oldukça zordur. Oysa biz “marifet iltifata tabidir” diyenlerdeniz. Yunus Emre’yi hatırlatmaya gerek var mı? Hele hele hayranlığı zayıflık ve zavallılık olarak görmek, hayran olunanı da kibirli olarak tanımlamak, içinde gerçeklik payı olsa bile, bize çok da uymayan bir tanımlamadır.
Filozofumuz diyor ki “Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir”. Ve biz bunu asırlardır biliyoruz. Basitçe kendimizi değiştirmeden başkasını değiştirmeye kalkmamalıyız demek istiyor. Felsefe konusunda söylediklerine katılıyoruz "felsefe… büyülü şatoda büyülü bir şey gibi görünür, oysa dışarıda, günışığında bakıldığında, sıradan bir demir parçasından başka bir şey değildir."
Wittengstein'ın sistematik bir felesefesi yoktur. Bazı konularda Kant’ın etkisinde kalmıştır. Örneğin "anlamlandırma” konusunda, Kant'ın dış dünyaya ilişkin bilgiyi elde etme sürecini savunur. Zihin “ nedensellik, zorunluluk, karşıtlık, olanaklılık, bütünlük” gibi filtreler kullanır ve rasyonalize eder. Wittgenstein dili bir “inşa” olarak görür. Dilin kendi tutarlılığı ile dış dünyanın gerçekliğinin ayrı şeyler olduğu, bu dilin kendi tutarlılığının bize dış dünya hakkında gerçeğin bilgisini verdiği yanılgısını yarattığını söylemesi aynı teorik temele dayanır.
Felsefeyi “dili yanlış anlamanın bir yan ürünü” olarak tanımlar. Tractatus’un giriş cümlesi bir “felsefe” kitabında pek rastlayamacağımız türdendir. “Bu kitabı, belki de yalnızca, içinde dile getirilen düşünceleri ya da benzeri düşünceleri daha önce düşünmüş olanlar anlar”. Kısaca ben bu kitabı benim gibi düşünenler için yazdım diyor. Başkalarının okumasına gerek yok. Bana sadece “hakikat arayıcısı derseniz, mutlu olmam için bu yeter bana” dediği için aynı yolun yolcusu olduğumuzu söyleyebiliriz.
Bazen insanı gülümseten aforizmalarla karşılaşırız, “benim önermelerimi anlayan sonunda onların anlamsız olduklarını görür”, gibi. Ve “bugün felsefe öğreten, başkasına sunduğu yiyeceği, ona ağzının tadına uygundur diye değil, ağzının tadını değiştirmek için verir" diyerek de yaptığı işi küçümser. Öte yandan “felsefe, dilin yanlış anlaşılması ve konuşulması sonucu ortaya çıkmıştır” diyecek kadar felsefecidir.
Yanılgılarımıza dikkat çeker. Bizim, kendi gözündeki merteği görmez ama başkasının gözündeki çöpü çıkarmaya çalışır sözüne benzer şekilde, modern insan "yere çizdiği düşmanının resmine mızrağını saplayan yerliye güler, sonra cüzdanından çıkardığı çocuğunun resmini öpmekte beis görmez. Oysa temelde ikisi de aynı şeydir." der.
Akıl ile ahlak arasında bağlantı kurar. "Keşke biraz daha aklım olsaydı, o zaman daha ahlaklı olurdum" der. Ahlâk neyin değerli ve yaşamın anlamının ne olduğunu sorgular veya yaşamı yaşanmaya değer kılan şeyi veya doğru yaşama tarzını. Bunlar da yabancısı olmadığımız, günlük hayatta kullandığımız harcıalem cümlelerdir. Bizim kültürümüzde de, benzer şekilde, akılla din, akılla ahlak arasında bir bağ vardır. “Mantıksız olan hiçbir şeyi düşünemeyiz çünkü o zaman mantıksız oluruz” derken neyi kastettiği ise pek açık değil.
Dile biraz Derridavari yaklaşır. Şöyle der; Şu iyi bir sandalyedir, dersem, bunun anlamı, bu sandalye belli, önceden belirlenmiş bir amaca yarıyor demektir ve "iyi" sözcüğünün, bu amacın önceden saptanmış olması bakımından ancak burada bir anlamı vardır. Görece anlamda "iyi" esasında, belli, önceden belirlenmiş bir standarda varılmasından başka bir şey değildir. Eğer örneğin, bu adam iyi bir piyanisttir dersek, bununla, onun belli bir güçlük derecesindeki parçaları belli bir beceriklilik derecesinde çalabildiğini kastederiz.
Benzer şekilde eğer ben, üşütmemem benim için önemlidir dersem, bununla, bir soğuk algınlığının benim yaşamımı, belli bir tarzda rahatsız edeceğini kastederim ve eğer ben, bu doğru yoldur dersem, bununla, bu yolun belli bir amaca yönelik olması bakımından doğru ve ona göre olduğunu kastederim. Böyle kullanıldığında bu cümleler, hiçbir güçlük ve asla derin sorunlar yaratmazlar. Ama bu, onların ahlâkta kullanıldıkları tarz değildir. Varsayalım, ben tenis oynuyorum ve biri beni oynarken gördü ve bana ama siz oldukça kötü oynuyorsunuz, dedi ve ben de ona şöyle cevap verdim: "kötü oynadığımı biliyorum, ama asla daha iyi oynamak istemiyorum". Bunun üzerine şöyle diyebilir. "Peki, öyleyse sorun yok" ama varsayınız ki ben, sizden birine göz göre göre yalan söyleseydim ve o da bana "davranışınız iğrenç." deseydi ve bunun üzerine ben ona "kötü davrandığımı biliyorum, ama hiç de daha iyi davranmak istemiyorum." deseydim, o zaman da o, "peki, öyleyse sorun yok." diyebilir miydi? Kesinlikle hayır; muhtemelen şöyle derdi: "o zaman sizin daha iyi davranmayı istemeniz gerekecektir." Ve ilkinin göreceli bir yargı olmasına karşın, bu mutlak bir değer yargısıdır. Bu ikisi arasındaki fark şudur: her göreceli değer yargısı, olguların yalnızca bir saptanmasıdır ve buna göre de formüle edilebilir. Sizce bütün bunları bir iki cümlede, hatta tek cümlede ifade etmek mümkün değil midir? Kişisel yargılar görecelidir!
Sonuç olarak, benim hayatımda dramatik bir değişiklik yaratmadı. Umarım sizinkinde yaratır.
Yeni yorum ekle