“…Hükümdar prens, kendi özel zevkleri için, kendi yakınlarına karşı da fazladan bir savurganlıkla, atalarının biriktirdiği hazineleri harcar. Çevresini güvenilmez, salık verilmez kişilerle kuşatır, en önemli devlet işlerini bunlara emanet eder. Ama bu yeni dostlar hiç de yetenekli kişiler değillerdir, neyin kendilerine düştüğünü neyin kendi yetkilerinin dışında olduğunu bile ayırdedemezler. Üstelik hükümdar kendi kabilesinin ve öncüllerinin büyük hizmetliler katını yıkmaya bakar. Bunun üzerine bunlar da ötekiler de ondan nefret ederler ve ona karşı fesat çevirmeye başlarlar. Böylece birçok askerini kaybeder, çünkü onların maaşlarıyla kendi şatafatlı masraflarını karşılar, onların görüşme istemlerini reddeder ve onlarla ilgilenmez. Böylece, öncüllerinin yatırımlarını yok eder, onların yükselttikleri yapıyı yerle bir eder. Hanedanı yaşlanmıştır, süreğen (kronik) ve devasız bir hastalığa yakalanmıştır ve sonunda yok olur...” (İbni Haldun, 2014a: 284-5).
Söze Etyen Mahçupyan'ın YouTube'daki Fikir Coğrafyası kanalına verdiği önemli söyleşiden bahsederek başlayalım. Mahçupyan söyleşisinde AKP'nin yaklaşık 20 yıllık seyrinin bir analizini yapmış. AKP'nin ilk 10 yıl ülkede bir demokrasi denemesi yaptığını, ama daha sonra "devlet" (ya da
isterseniz "derin devlet"e) yaklaşmak zorunda kaldığını, ve dolayısıyla "otoriter" bir siyasete saptığını, "derin devlet"in Türk siyasetinin gerçeklerinden biri olduğunu ve bu dikkate alınmadan siyaset ve devlette birçok şeyin açıklanamayacağını söylüyor. Sözlerine devamla gelecek dönemde Türkiye'de Batı'ya dönük bir demokratik siyasi açılım olabileceği gibi "öbür tarafa" dönük, Avrasyacı bir otoriterlik arayışının da hakim olabileceğini söylemektedir. Mahçupyan'a göre ikisi de çekicidir. Bu tarafta başarılı Avrupa ve Amerika varsa, öbür tarafta da tekrar güçlenen Rusya ve yükselen Çin vardır.
Barış araştırmacısı yazar Daniele Ganser, "Nato'nun Gizli Orduları & Gladio Operasyonları ve Avrupa'da Devlet Terörü" adlı kitabında "derin devlet"in dünyada her devlette rastlanan genel bir olgu olduğunu kabul eder; Türkiye'de, Fransa'da, Almanya'da, İngiltere'de, İtalya'da, Amerika'da, hatta İsviçre'de bile bir "derin devlet" olgusunun varlığı kabul edilmeden birçok siyasi olay açıklanamaz. Yeri gelmişken "derin devlet" kavramının Türkçe'den çıktığını ve diğer dillere yayıldığını da burada not düşelim (ing. "deep state", alm. "tiefer Staat"). Uluslararası siyaset literatürüne bizim de nihayet bir kelime hediye etmemiz nedeniyle belki kimileri gururlanabilir; ben bundan gurur duymuyorum.
Şimdi, madem ki Türkiye'de bu ülkenin geleceği ile ilgili "ikna edilecek" ya da en azından "geri çekilmesi - ülkenin yoluna çıkmaması" gereken bir "derin devlet" olgusu vardır; o zaman onun, legal siyasetin ve devletin diğer organlarının ve ("tercihan" söz hakkı düşerse!) genelde Türk halkının geleceğin Türkiyesi'nin selameti açısından nasıl bir yol çizmeleri gerektiğini biz de tartışalım ve Etyen Mahçupyan'ın sorusuna cevap arayalım: "Hangi yol daha cazip? Batı tarzı bir demokrasi mi, yoksa Avrasya tarzı otoriter bir rejim mi?"
1970 ve 80'lerde Uzakdoğu'da hayranlık uyandıran Güney Kore ve Tayvan'ın kalkınması otoriter rejimler altında oldu. Güney Kore, ordunun ağırlıkta olduğu ve siyasi aktörlerin de genelde asker kökenli olduğu otoriter bir rejimle 1953 Kore savaşı bitiminden 1987'ye dek geldi. Bu süre zarfında disiplinli bir kalkınma sağladı; Samsung, Hyundai, LG (daha önce GoldStar) gibi dev sanayi şirketleri yükseldiler; 1987-88'de (kendi de asker kökenli) Roh Tae Woo reformları ile demokrasiye geçti.
Kore'ninkine benzer bir tarihi seyir yaşayan Tayvan 1945-86 arası dönem Kuomingtang tek parti diktası altında kalkındı. Tayvan ekonomisinin büyük şirketlerden çok aile içi sadakata dayalı bir çalışma disiplini olması nedeni ile daha çok KOBİ'lere dayalı olması sonucu Tayvanlı meşhur ve büyük şirket isimlerini pek duymamış olsak da, Tayvan ekonomisi 1986'da kişi başına milli gelirini 4008.- Dolar'a çıkarmayı başardı (aynı yıl Batı Almanya'da kişibaşı milli gelir 6883.- Dolar). O yıl tek parti rejimi sona erdi. Kore ve Tayvan bugün modern demokrasiler haline geldiler. Burada söylenmesi gereken bir başka nokta da her iki ülkenin doğal kaynaklardan yoksun bulunması ve eğitilmiş nüfusa dayanan disiplinli bir çalışma ile insan kaynaklarını seferber etmeleri sonunda kalkınmış olmalarıdır.
Uzakdoğu kalkınması, ilk Uzakdoğulu büyük güç olan Japonya'nın tarih sahnesinde yükselmesinden beri Türk devletlilerinin geleneksel ilgisini hep çekmiştir. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde Japonya'ya karşı hayranlık, daha sonra Kuzey Kore ve Tayvan'a ilgi hep devam etmiştir.
Japonya, 1868'de imparator Meiji'nin başlattığı reform hareketleriyle bir dizi siyasi, iktisadi ve zihni dönüşümden geçmiş ve kalkınarak 20. yüzyıl başında büyük bir güç olmuştu. Meiji reformları, tıpkı diğer Uzakdoğulu komşu ülkelerde olduğu gibi başlangıçta otoriter yöntemlerle uygulandı. Geleneksel ticaret erbabı olan zahire tüccarı sınıfı (bezirgan) bir kenara itilerek Samuray - Daimyo (feodal bey) sınıfı kılıçlarını çıkarıp ticari işletmelerin başına geçmeye çağırıldı. Büyük Japon ticari ve sanayi kuruluşları "askeri disiplin" altında yükseldiler.
Ne var ki Japon kalkınması ve iktisadi büyümesinin hemen hemen bütün maddi kazanımları 2. Dünya Savaşı'nda Amerikan bombaları altında yok edildi. Dünya sadece Japonya'ya atılan 2 atom bombasının dehşetinden haberdar oldu, oysa onlardan daha müthiş ve "konvansiyonel bombalarla" yürütülen Tokyo bombardımanına yüzlerce uçak katılmış, şehrin tamamına yakını çıkan yangınlarda kül olmuş, can kaybı 100.000 kişiyi geçmişti.. Bu atom bombalarının yolaçtığından çok daha ağır bir can kaybı idi; ve bu tek örnek de değildi. 2. Dünya Savaşı bittiğinde Japonya maddi manevi bir harabe halindeydi.
Amerika, 1945'te Japonya'ya kendi hazırlattığı bir anayasayı dikte ederek Japonya'da "şekli" de olsa bir demokrasi başlattı. Ve Japonya savaş sonrası tekrar kalkınmasını bu Amerika'dan ithal demokrasi ile sağladı. Japonya'da demokrasinin olup olmadığı hala kimilerinin tartışma konusudur, çünkü 60 senedir seçimleri neredeyse aralıksız Liberal Parti kazanmaktadır; bunun bir tek parti rejiminden farkı kimilerince sorulmaktadır. Biz gene de iyi-kötü bir Japon demokrasisinin işlemekte olduğunu Fukushima nükleer santral kazasından sonra gördük. Ağır kamuoyu baskısı sonucu Japon hükümeti tüm atom santrallerini kapatma kararı verdi. Oysa bu Japon sanayii ve ticareti açısından riskli ve zararlar getirecek bir karardı; enerji maliyetleri yükseliyordu. Atom enerjisinin yerine pahalı doğalgaz ithalatı dışa bağımlılığı artırıyordu. Bu Japon mallarının uluslararası rekabetteki fiyat avantajını kıracak, ihracatı zora sokacaktı. Ama buna bakılmadı, kamuoyu talepleri dinlendi.
Uzakdoğu'da "otoriter kalkınma"nın son ve dev örneği Çin'dir. 2000'ler başından beri yükselmiş olup şimdi ABD ile güç yarışına girmiştir. Çin hala otoriter bir siyaset ile serbest pazarın çalışma disiplinini birleştirerek büyümeye devam etmektedir. Bugün Çin dışında Uzakdoğu'daki tüm güçlü ekonomilerin modern demokrasilere döndüklerini görüyoruz. Ne var ki, daha önceki güçlü ve otoriter yönetimler altında disiplinli kalkınma dönemi Türk devlet ve siyaseti içindeki kimi gruplara hep cazip gelmiştir. Mahçupyan'ın ifadesiyle "diğer tarafın da bir cazibesi vardır". Geleneksel olarak Türk siyasi sağı bu tip kalkınma modellerine hep sıcak bakmıştır. Örneğin MHP'nin yıllar önce ekonomi-politik fikriyatını yazan Mürşid Altaylı'nın "Dinamik Ana Stratejiler" kitabı hızlı kalkınma için tek parti diktatörlüğü çağrısı yapar. Başka türlü düşük ücretli emeğin avantajlarından faydalanan bir sermaye birikimi sağlamanın (ya da emeği sömürerek zenginleşmenin!) yolu yoktur. Çalışan kesimin hak ve ücret talepleri bir demokraside dizginlenemez ve bu kapital birikimini engeller. Kapital birikimi olmadan da ekonomik büyüme ve kalkınma olmaz. Bir ya da iki nesil bu uğurda feda edilecektir, ama gelecek kuşaklar refah içinde yaşayacaklardır. Uzakdoğu'da da otoriter rejimler kanalıyla yapılan şey bu idi. Bu tür fikriyatın bugünün iktidarına da cazip geldiğini, uygulamaya çalışılan "düşük ücret - ihracat ekonomisi" ekonomi-politiğine bakıldığında anlamak zor değildir. Acaba otoriter bir ekonomi-politik bizim ülkemiz için gerçekten bu kadar "cazip midir?"
Otoriter bir yönetim altında verimli bir çalışma disiplini sağlamak ciddi bir toplumsal disiplin ve kurallara uyma kültürü gerektirir. Bunun (tabir caizse) "mükemmel" bir örneği Hitler Almanyası idi. Bu dönemi işleyen ilginç bir film ile analizimizi sürdürelim: Hollywood yapımı "Büyük Kaçış" (The Great Escape) adlı 1963'te çevrilen savaş filmi, bir Alman esir kampından kaçmaya çalışan müttefik askerlerinin macerasını işler. İki esir sivil halk kılığında kamptan kaçıp yakındaki bir kasabaya dek gelirler; sahte belgeleri mükemmel taklit edilmiştir, kontrollerde şüphe uyandırmazlar, ancak tavırlarıyla iki sivil polisin şüphesini üzerlerine çekerler. Polisler kaçakları takibe başlar ve takip edildiğini anlayan kaçaklar koşarak bir tren istasyonuna girerler. Amaçları kalabalıkta izlerini kaybettirmektir. Polislerden biri derhal istasyonun anons odasına girerek mikrofonu eline alır ve istasyondaki halka çağrı yapar: "Dikkat! Lütfen polise yardım edin! Derhal yere yatın!".. Tüm istasyon tek komutla yere yatar; 2 kaçak olduğu gibi ortada kalakalırlar. Silahını çeken diğer polis ikisini de orada vurur!
Hitler'in baskı rejiminin Alman kültürünün otoriteye saygı ve kurallara disiplinle uyma özellikleri olmadan yürümesinin imkansız olduğunu pek çok tarihçi ve sosyal bilimci kabul eder. Şimdi aynı sahnenin Türkiye'de bir tren istasyonunda ya da (tren Türkiye'de pek yaygın olarak kullanılmadığından) isterseniz bir otobüs terminalinde yaşandığını hayal edelim. "Yere yatın! Terörist!" gibi emir anonsları büyük ihtimalle kitleyi paniğe sürükler! Bağırış çağırış altında herkes bir yöne koşturur, birileri bir diğerinin üzerine atlayıp "teröristi yakaladım" diye bağırabilir; bayan yolculardan çığlık atanlar ve bayılanlar olabilir ve olay büyük ihtimalle tam bir keşmekeşle sonuçlanır!
Bu düşünsel deneyi yaparak (Einstein ünlü "İzafiyet Teorisi"ni böyle zihni deneylerle tasarlamış ve yazmıştır) toplumumuzun bir özelliğini vurgulamak istedik: Türk halkının otoriter bir yönetim altında düzen ve disiplinle davranacağı pek ispat edilmiş bir sosyal gerçek değildir. Ordudaki geleneksel disiplin ve bize "asker millet" denmesi gibi bir takım geleneksel yakıştırmalar belki silah altındaki davranış ve itaati açıklayabilir, ama sivil toplumsal gerçeğimizi tasvir açısından yeterli değildir. Kaldı ki, hem (demokrasisi her zaman tartışmalı ve sıkıntılı olmuş) Türkiye'de, hem de kültür coğrafyamızın doğal uzantısı olan Türk ve İslam dünyasında otoriterlik yaygın bir siyasi tezahürdür ve petrol zengini birkaç ülke dışında (o da sayılırsa!) otoriterliğin gelişmiş bir ekonomi ya da kalkınmış bir toplum getirdiğine dair bir delile rastlamıyoruz. Tam tersine demokratik standartlardaki eksiklik siyasi düzende denetleme mekanizmalarını kaldırdığından ve devlet mekanizmasını kontrolsüz bıraktığından dolayı İslam dünyasında keyfi yönetimlerin varlığı, kanun nizam hakimiyetinin, adalet mekanizmasının ve diğer kamu hizmetlerinin kronik yetersizliği ve aksaklığı artık alışılmış olgulardır. Ekonomi de bundan etkilenmekte ve ekonomik geri kalmışlık biz de dahil Türk ve İslam dünyasının tamamına yakınını etkilemektedir.
Türkiye, Cumhuriyet'ten sonra diğer İslam ülkelerinden görece daha gelişmiş toplumsal ve ekonomik imkanları yakalayabilmiş ise bunda demokrasisinin (eksik ve yetersiz olsa ve zaman zaman kesintiye uğrasa da) oynadığı rolü inkar edemeyiz. 20 seneye yaklaşan AKP iktidarında da ilk 10 sene demokratik standartlara (sorunlar yaşansa da, en azından AB'yi memnun edecek derecede) asgari bir özen gösterilmesi ile ekonomik gelişim arasında kabaca bir bağ olduğunu görüyoruz. 2002'de AKP iktidara geldiğinde 3687 Dolar olan kişi başı milli gelir, demokratik standartların sürdürülmeye çalışıldığı son yıl olan 2013'e dek artarak 12.614 Dolar'a çıkmıştı. Bu tarihten sonra giderek artan otoriterlik eğilimleri ve sonunda "Türk usulü başkanlık sistemi" adı altında yetki ve gücü neredeyse tamamen merkezileştiren bir anayasal düzen ile 2020'de 8536 Dolar'a gerilemiştir. Halihazırda iktisadi kriz devam etmektedir; son 2 yılın iktisadi krizinden bu dönemde tüm dünyayı etkilemiş olan Corona salgını sorumlu tutulsa da iktisadi durgunluk bundan öncesinde başlamıştır ve siyasi anlayışın demokrasiden otoriterliğe dönmeye başladığı 2013 yılı ile çakışmaktadır; bizce bu sonuç anlamlıdır.
Böylece makalemizin sonuna yaklaşıyoruz. İncelememizin başında zikredilen Etyen Mahçupyan'ın sorusunu tekrar edersek: Gelecek dönemde Türkiye'de Batı'ya dönük bir demokratik siyasi açılım olabileceği gibi "öbür tarafa" dönük, Avrasyacı bir otoriterlik arayışının da hakim olması ihtimali vardır. Mahçupyan'a göre ikisi de çekicidir. Bu tarafta başarılı Avrupa ve Amerika varsa, öbür tarafta da tekrar güçlenen Rusya ve yükselen Çin vardır. O halde hangisi tercih edilecektir? Bizim bu soruya cevabımız, demokrasi dışı arayışların bize hiçbirzaman fayda ve gelişme getirmediğidir. Yaşanmış tecrübeler ortadadır. Otoriter yönetimler Türkiye'de (ve ortak değerlerini paylaştığı Türk ve İslam dünyasında) ekonomik ve toplumsal gelişmeyi yavaşlatmış ve zayıflatmış; tersine demokratik idareler onu hızlandırmış ve önünü açmıştır. Özellikle Türkiye gibi ekonomisi zengin yeraltı kaynaklarına dayanmayan bir ülke için iktisadi gelişme ancak iyi eğitilmiş ve kaliteli insan kaynaklarını seferber etmek, bu kaynağın israf edilmemesi ve (beyin göçü ya da diğer nedenlerle) kaybedilmemesi için onu hukuk ve insan haklarına dayalı istikrarlı bir düzen içinde yaşatmakla mümkündür. "Derin devlet", siyaset, sivil-askeri bürokrasi ve halk düzeyinde yapılması gereken doğru tercih budur.
Sonuç: Türk vatanseverinin doğal fikriyatı demokrasi olmalıdır. Aksi hal bize sorunlar çıkarmaya, milletçe vakit ve enerji kaybettirmeye devam eder.
Kaynaklar:
- ibn haldun, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1662703
- Türkiye Yeni Bir Resmi İdeolojiye mi Geçiyor? https://www.youtube.com/watch?v=9ba7KXP6bJw
- Daniele Ganser, Nato'nun Gizli Orduları & Gladio Operasyonları ve Avrupa'da Devlet Terörü, İstanbul, 2012
- Daniele Ganser https://www.youtube.com/watch?v=Gwi0nyfyW7E
- https://en.wikipedia.org/wiki/Deep_state#Etymology_and_historical_usage
- James Cotton (Australian National University), From Authoritarianism to Democracy in South Korea, Political Studies (1989), XXXVII, 244-259
- Roh Tae Woo, https://en.wikipedia.org/wiki/Roh_Tae-woo
- Taiwan GDP - Gross Domestic Product, https://countryeconomy.com/gdp/taiwan?year=1988
- Germany GDP Per Capita 1970-2021, https://www.macrotrends.net/countries/DEU/germany/gdp-per-capita
- Meiji Restoration, https://en.wikipedia.org/wiki/Meiji_Restoration
- Post-occupation Japan, https://en.wikipedia.org/wiki/Post-occupation_Japan
- Nuclear power in Japan, https://en.wikipedia.org/wiki/Nuclear_power_in_Japan
- Liberal Democratic Party (Japan), https://en.wikipedia.org/wiki/Liberal_Democratic_Party_(Japan)
- Mürşid Altaylı, Türk Milliyetçi-Toplumcu Doktrininin Umumi Esasları, İstanbul,1969
- GDP per capita (current US$) - Turkey, https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD?locations=TR
Yeni yorum ekle