Sedat Peker’in videoları gündemi belirlerken, “vay vay! neler neler olmuş!”, “gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır”, “kirli çamaşırlar ortaya dökülüyor”, “Türkiye bir kez daha bağırsaklarını temizliyor”, “ittifaklar bozuldu, iç hesaplaşmalar başladı”, “Susurluk’un ikinci perdesi sahneleniyor” türünden sade suya tirit “analizlerden” gına gelmişti.
Nihayet, nüfuz-ı nazar sahibi bir sosyal bilim insanı meseleye el koydu da derin bir nefes aldık.
Bu isim Hamit Bozarslan. 1958 Lice doğumlu. Tarih ve siyaset bilimi alanlarında doktorasını tamamladıktan sonra 1995-1997 yılları arasında Berlin’de bulunan Centre Marc Bloch’da araştırmacı olarak yer almış. Sonra EHESS-École des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de (Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu) çalışmaya başlamış. 2002-2008 yılları arasında, aynı kurum içinde yer alan Institut d’études de l’islam et des sociétés du monde musulman (İslâm ve Müslüman Toplumları Enstitüsü) başkanlığını da yürütmüş. Ortadoğu’da şiddet, siyasal hareketler, Kürt sorunu gibi konularda çalışmalarıyla tanınıyor. “Ortadoğu’nun Siyaset Sosyolojisi”, “Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi”, “Lüks ve Şiddet: İbn Haldun’un Hâkimiyet ve Direniş Kuramı”, “İmparatorluktan Günümüze Türkiye Tarihi”, “Kürt Sorunu: Ortadoğu’da Devletler ve Azınlıklar” Bozarslan’ın çalışmalarından bazıları.
Peki Hamit Bozarslan ülkemizin bugünkü vaziyeti ile ilgili çok ama çok vurucu tespitlerini nerede yaptı? 5 Haziran Cumartesi günü İrfan Aktan’ın gazeteduvar sitesinde yayınladığı röportajında. Bu hepsi birbirinden kıymetli tespitlerden özellikle birisinin altını çizmek ve üzerinde biraz fikir jimnastiği yapmak istiyorum.
İrfan Aktan’ın Hamit Bozarslan mülakatının ilgili kısmı şöyle:
- Peki şu anki toplumun olup bitenlere yönelik yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Nefret edilen iktidar sanki halkın değil “başkalarının” sorunuymuş gibi görülüyor. Sanki bu iktidara yönelik direnişi de “başkaları” üstlenmeliymiş gibi bakılıyor. Yani Türkiye toplumunda bu olanlara karşı bir sorumsuzlaşma söz konusu. Bu açıdan Türkiye toplumu reayalaşıyor. Reaya iktidarın işine karışmaz, iktidara soyunmaz, ata binmez ve kılıç kuşanmaz. Bu, İslâm felsefesinde çok açıkça dile getirilen bir olgudur ve Osmanlı’nın siyasal kültürü de reayalaşmaya dayanıyordu. Reayanın korunma hakkı var ama hak talep etme hakkı yoktur. 1990’larda her şeye rağmen toplumun bir kesimi reayalaşmamıştı ama bugün çok açık bir reayalaşma yaşanıyor. Bu reaya Köroğlu’na, Topaloğlu’na, Kozanoğlu’na alkış tutabilir ama kalkıp da “ben iktidar olmak istiyorum, başka türlü bir ülke istiyorum” gibi bir talebi dile getirmez. Tekraren söylüyorum, reaya Sultan tarafından bahşedilen haklarla yaşar ama kendisinin hak talep etme hakkı yoktur. Kendisinin hak talep etme hakkı olmayınca, ister istemez hak arayışını başka mercilere kaydırır. O merci geçmişte bir Kozanoğlu iken, çağımızın değişen koşullarında Internet yayınlarını izledikleri Sedat Peker gibi biri olabiliyor. Başta da söylediğim gibi Peker bu hikâyede bir kenar notu ama bir katalizör olarak bütün taşları yerinden oynatan birisi haline geldi.
- Reayalaşmayı toplumun boyun eğmeye yatkınlığıyla değil, çok ciddi devlet baskılarıyla izah etmek daha gerçekçi olmaz mı?Elbette, zaten çok şiddetli bir baskının sonuçlarını görüyoruz ama gördüğümüz şey, bunun ötesine geçen bir olgu. Meseleyi sadece baskıyla açıklayamayız. Ortaya çıkan tepkiler çok yoğun olsa da bunlar bir harekete, direnişe dönüşemiyor. Ama aynı zamanda sanki Peker’in bu hareketinin, bu direnişi sağlayabildiğine yönelik bir algı gelişiyor. Bu direnemeyenin direniş duygusunu başka bir merciye aktarması gibi tuhaf bir vesayet olgusuna işaret ediyor.
- Yani bazı kesimler, kendilerinin yapamadığını böylesi bir mafya karakterinden mi bekliyor?- Hayır, kimse Peker’den bizi kurtarmasını beklemiyor. Ama Peker’e karşı “dinsizin hakkından ancak imansız gelir” yaklaşımı var. İmansızın gelmesinin kendilerinin kurtulacağı anlamına gelmeyeceğini herkes biliyor. Fakat “imansız” “dinsize” karşı teşvik ediliyor. Burada psikoanalitik olarak son derece problemli bir şey var. Sanki bu iktidara ancak ve ancak ona benzeyen veya ondan biri direnebilirmiş, ona müstahak olan ancak buymuş gibi bir algı söz konusu. Reayalaşmış bir toplum, hak talep etme hakkı olmadığını düşünür ve iktidarın işine karışmaz. Olan bitenleri sadece seyreder. Oysa hak talep etme hakkı aynı zamanda hukuku yapma, düzenleme, değiştirme hakkıdır. Bir birey olarak özne olma hakkıdır. Eğer bu haktan muaf tutulmuşsanız, sizi bu haktan mahrum bırakanla karşı karşıya gelemeyince, onu bir başkasının yaptıklarına müstahak görmekle yetinirsiniz.
Şimdi Bozarsalan’ın işaret ettiği ipin ucundan tutup ilerleyelim.
Senelerce hapis yatmış, adı pek çok şiddet hadisesine karışmış bir suç örgütü lideri olan Sedat Peker’in videoları halktan inanılmaz bir ilgi görüyor. Yaptığı ifşaatlar dilden dile dolaşıyor, sosyal medya gündemini belirliyor.
Bugüne kadar yayınlanan bölümlerin toplam seyredilme sayıları yüz milyonu aşmış vaziyette.
6 Haziran Pazar günü yayınlanan bölüm, bu yazı yayınlandığında, (sadece on saat içinde) 5,8 milyon kişi tarafından seyredilmişti.
Seyirciler yoğun şekilde yorum da yapıyorlar. Yani aktif bir katılım ve destek söz konusu. Yine bu yazı yazılırken dokuzuncu videoya 45.000’i aşkı yorum yazılmıştı.
Anlaşılan otoriterleşmenin artık iyice boğucu seviyelere ulaştığı zamanlarda Peker’in korkutucu otorite figürleri ile dalga geçmesi, onlar aşağılaması insanların hoşuna gidiyor.
Tarihte otoriteye baş kaldıran “eşkıya” figürlerinden çokça var ama bu tiplerden bazılarının halktan teveccüh görüp birer kahramanına dönüşmeleri, özel ilgiyi hak eden sosyolojik bir fenomen.
Meksika’da Emliano Zapata, İsviçre’de William Tell, İngiltere’de Guy Fawkes, Amerika’da Jesse James, Calamity Jane batıda yaşamış bu tür kanunsuz halk kahramanlarına örnek olarak verilebilir. Tabi kurgu edebiyatta rastlayacağımız Pecos Bill, Zorro gibi Robin Hood gibi “kanunsuz kahramanları” da unutmamamız gerekir.
Dönüp kendi coğrafyamıza baktığımızda Bozarslan’ın örnek verdiği Köroğlu, Kozanoğlu, Topaloğlu gibi isimlerin yanına ilave edilebilecek, Haydaroğlu, Dadaloğlu, Hekimoğlu, Kerimoğlu, Çapanoğlu, Çakıcı, Çakırcalı Mehmet Efe, Topal Osman, Çerkes Ethem, Yörük Ali, Resneli Niyazi gibi sayısız isim bulabiliriz.
Tarih boyunca bu tip kimselerin hayatlarında hem meşru devlet otoritesiyle çatıştıkları hem de o otoritenin emrine girdikleri zamanların olduğunu görüyoruz.
Yani “devlet” eşkıyaları bazen bir yönetim enstrümanı olarak kullanıyor. Hatta öyle zamanlar oluyor ki iktidarın bir kısmı eşkıya çeteleri ile paylaşılabiliyor.
Merkezi otoriteye isyan eden çeteler -zaman zaman- güçlendikleri (ve merkezi otoritenin sağlayamadığı istikrar, huzur ve güveni sağlayabildikleri) oranda, bir “alternatif devlet” hüviyetine bile kavuşabiliyorlar.
Kamu hukukunun yeterince oturtulamadığı, halkımız tarafından içselleştirilemediği coğrafyamızda aşk-nefret ekseninde gidip gelen devlet-eşkıya ilişkisinin kökleri eski zamanlara gidiyor.
İslam Ansiklopedisi’nin “eşkıya” maddesine bir göz atalım:
ImageDevlet [Osmanlı] bazen büyük eşkıya liderlerine bir görev vererek onları kontrol altına almaya, adamlarını yanından ayırmaya ve bulundukları bölgeden uzaklaştırmaya çalışırdı. Özellikle bu anlayış, belli başlı Celâlî liderlerinin isyanlarının önlenmesinde oldukça etkili olmuştu. Bu şekilde bir devlet görevine getirilen eşkıya reisi bir süre sonra genellikle ortadan kaldırılırdı.
Bu arada “ehl-i örf” denilen taşradaki devlet görevlileri de zaman zaman eşkıyalığa teşebbüs ediyordu. Nitekim bazan eşkıya teftişiyle görevlendirilen bir kadı veya nâib halka zulmediyor, bir sancak beyi eşkıya ile birleşebiliyordu. Devleti taşrada temsil eden sipahi oğulları ile silâhdar, yeniçeri, cebeci, topçu, beylerbeyi ve sancak beyi subaşılarının bir kısmının eşkıya grupları teşkil ettiği de oluyordu. Ehl-i örfün aslî görevi eşkıya ve harâminin hakkından gelmek olduğu halde bunların halkı ezdiğini gören gerçek eşkıya zulmünü daha da arttırırdı. İki ateş arasında kalan köylü de tehlikenin daha çok geldiği eşkıya tarafına meylederdi. Böylece birçok eşkıya grubu taşrada köy ağaları, şehirlerde ise zâbit ve idarecilerle iş birliği içine girerdi. Halk eşkıyaya para, yiyecek ve barınak vermek zorunda kalırdı. Eşkıyaya yardım ve yataklık yapan halk “nezir akçesi”ne bağlanarak topluca para cezasına çarptırılabilirdi.
Tarihte, özellikle devlet otoritesinin zayıfladığı zamanlarda, halk tarafından teveccüh gören “sosyal adalet savaşçısı haydutların” türediğini görüyoruz.
Bugün halkın sessiz ve derinden teveccüh gösterdiği bu rolü Sedat Peker oynuyor.
Eric J. Hobsbawm “Sosyal İsyancılar” adıyla dilimize çevrilen eserinde bir “erdemli eşkıya” tanımı yapar:
Image“Bireysel ve gönüllü üyelerden oluşmuş eşkıyalık kategorisinde yer alanlar kolaylıkla baş eğmeyen ve köylülüğün pasif toplumsal rolünü kabul etmeyen insanlar olup, inatçı, serkeş ve bireysel isyancılardır. Kendilerini "saygıdeğer" ilan ederler.
Geleneksel köy toplumu içinde bu insanlar çoğunlukta olmayabilir ama onlardan birkaçına her zaman rastlamak mümkündür. Bunlar adaletsizlikle ya da baskıyla karşılaştıklarında kolaylıkla baş eğmeyip direnen ve kanundışına düşen insanlardır. Baskılara bu tip karşı çıkış aslında "erdemli eşkıyalığın" (Noble Robber) başlangıcıdır. Toprak ağaları ve onların adamlarının köy kızlarına istediğini yapabileceği bir toplumda, ırzına geçilmiş kız kardeşinin şerefini kurtarmayı amaçlayan Pancho Villa öteki köylülerden şüphesiz farklı olacaktır.”
Hobsbawm, tanımını yaptığı “Erdemli Eşkıya” “imgesinin” özelliklerini şöyle sıralar:
- Erdemli bir eşkıya suç işleyerek değil, adaletsizliğin kurbanı olarak kanun dışına düşer. Ya da halk tarafından değil otoritelerce suç kabul edilen bazı eylemlerden ötürü hüküm giyer.
- Adaletsizliğe karşı çıkar.
- Zenginlerden alıp fakirlere verir.
- Nefsi müdafaa ve öç alma dışında adam öldürmez.
- Şayet yaşarsa, kendi halkına, şerefli bir adam ve topluluğun saygı duyulan bir üyesi olarak geri döner. (Zaten kendi halkını hiç bir zaman terk etmez.)
- Ona hayran olunur, yardım edilir ve desteklenir.
- Topluluğun hiçbir üyesi ona karşı olan otoritelere yardımcı olmayacağından, ancak ihanete uğrayarak öldürülür.
- Görünmez bir yaratık, ele geçmez, kurşun işlemez bir insan olarak kabul edilir.
- Adil olan kralın ya da imparatorun düşmanı değil, orta tabakanın, ruhban sınıfının ve baskı yapanların düşmanıdır.
Sedat Peker’in bu dokuz maddenin kaçını karşıladığına lütfen kendiniz cevap verin.
Hobsbawm’a göre, devlet otoritesi ve feodal beyler nezdinde suçlu sayılan “sosyal eşkıya” gerçekte yasa dışına çıkmış köylüdür. Oysa aynı kişi, köylülerin gözünde bir kahraman, sınıfının temsilcisi, öç alıcısı, adaletsizliği düzeltmek için dövüşen biri, belki de onları özgürlüğe kavuşturacak olan liderdir. O, hayran olunan, yardım edilen ve desteklenen kişidir. Sıradan köylülerle kanundışı isyancı ve soyguncu arasındaki bu ilişki sosyal eşkıyalığa enteresan bir içerik kazandırır.
Adam öldürme ve terör yaratmada ölçülü olmak “sosyal eşkıya” tasavvuruna ait bir özellik. Sedat Peker’in söyleminde bu açıkça görülüyor. Fakat bu tipler zaman zaman halkın zihninde oluşturdukları bu tasavvurun kapsamına giren ahlak kurallarının hepsine uymayabiliyorlar. Hobsbawm bunlara “öç alıcılar” diyor ve bunların, eylemlerinin yarattığı korku ve dehşete rağmen kahraman sayılmaya devam edilebileceklerini belirtiyor.
Bir de “bu tiplerin eşkıya olma gerekçeleri, adaleti yerine getirmek değil, yoksulun ve zayıfın da gerektiğinde dehşet salabileceğini ispat etmektir” diyor Hobsbawm. Belki de avam nezdinde ilgi görmelerinin sebebi biraz da bu.
Yeni “erdemli eşkıyamız” Sedat Peker ile tarihteki “erdemli eşkıyamız” Köroğlu arasında tespit edebildiğimiz diğer paralellikleri maddeleyerek bu uzayan yazımızı sonlandıralım.
- Köroğlu isyanının meşruiyetini, babasının gözüne mil çektiren otoriteye tepkiye dayandırıyordu. Peker, eşi ve kızlarının yaşadığı eve baskın yapan otoriteye tepkiye dayandırıyor.
- Köroğlu, otoritenin elinin erişemeyeceği dağlara kaçmıştı. Peker Dubai’de.
- Köroğlu halka fısıltı gazetesi ile yayılan efsaneleşmiş hikayeleriyle ulaşıyordu. Peker her hafta kendi anlattığı hikayesiyle internetten ulaşıyor.
- Köroğlu kahramanlıklarını güzel türkülerle, şiirlerle anlatıyordu. Peker ise usta malı satıyor, Mehmet Akif’ten, Necip Fazıl’dan, Nihat Atsız’dan şiirlerle anlatısını destekliyor.
- Köroğlu padişahtan ziyade “Bolu Beyine” meydan okuyordu. Peker de “abi” dediği cumhurbaşkanına çatmamaya özen gösterip bugünün “beylerine” meydan okuyor.
- Köroğlu’nun Ayvaz’ı vardı. Peker’in yanında yöresinde destekçilerinin olduğunu anlıyoruz ama videolarda onları göremiyoruz.
Bakalım yeni “erdemli eşkıyamızın hikayesi” nasıl bitecek…
Yeni yorum ekle