Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyede insanlığa irşad buyrulan ilâhi yasanın sahabe neslinden başlamak üzere, asırlar ve nesiller boyunca insanlar tarafından anlaşılıp yorumlanarak hayata tercüme edilmesi fıkıh ilmini ortaya çıkarmıştır.
Derin anlayış, ince kavrayış anlamına gelen fıkıh kelimesi beşerin ilâhi yasayı idrâk etme çabasından ibarettir.
Bu yönüyle Kitap ve sünnete sorular soran bir fakîh, deneyler yaparak tabiata sorular soran bir fizikçiye benzetilebilir. Bir fizikçi nasıl ki kendi arzusuna göre yasalar koyamazsa bir fıkıhçı da kendi arzusuna göre fetva veremez, kanun yapamaz. Hem fizikçi, hem fıkıhçı Cenab-ı Hak ve Kâdir-i Mutlak’ın vaz’ ettiği yasaları anlamaya, kavramaya; zaten var olan yasaları keşf etmeye çalışır; böylece insanların lehine ve aleyhine olanın bilgisine ulaşmayı hedeflerler. Nitekim İmam-ı Azam Ebu Hanife fıkıh ilmini “kişinin lehine ve aleyhine olanı bilmesi” olarak tanımlar.
Fıkıh, Müslümanın günlük hayatını düzenleyen normatif bir ilimdir. Fıkıh ilminin ele aldığı ve düzenlediği alanlar bireyin şahsi işleri ve davranışlarıyla sınırlı kalmayıp toplumsal ilişkileri ve kamu yönetimini de kapsadığından, son asırlarda “İslam hukuku” teriminin fıkıh karşılığı olarak kullanımı da yaygınlaşmıştır. Zaman zaman İslam hukuku kastedilerek “şeriat” kelimesi de kullanılmaktadır. Esasında şeriat İslam’ın ahlak ve inanç alanlarındaki düzenlemelerini de kapsar. Buna mukabil fıkhın mükellefin fiillerine münhasır kullanımı İmam Şafii’den itibaren standartlaşmıştır.
İngilizcede fıkıh ilmini ifade etmek üzere “Islamic law” veya “Islamic jurisprudence” terimleri kullanılırken; özellikle 1990’lardan itibaren “Islamic ethics” kullanımı da gittikçe artan oranda tedavüle girmiştir. “Islamic law” tabiri fıkhın normatif yönüne, “Islamic jurisprudence” ise doktrine vurgu yapar. Bu iki terimin yetersiz kaldığı durumlarda, mesela yasalar tarafından düzenlenmemiş veya kolluk güçlerinin kovuşturma sahasına girmeyen beşeri durum ve ilişkilerle ilgili düzenlemeleri de kapsayacak şekilde “Islamic ethics” kavramına başvurulmaktadır. Geçen asrın ortalarına kadar özellikle Anglosakson dünyada rastlanan “Muhammadan law” ve “Muhammadan jurisprudence” tabirleri ise günümüzde terk edilmiş görünüyor. Fransızcada ise İslam hukukunu karşılamak üzere “droit musulman” denilmektedir.
Günümüzde İslam hukukunun kimi branşları Suudi Arabistan, İran, İsrail, Yunanistan, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Nijerya gibi ülkelerde yürürlüktedir; ancak Türkiye’de fıkıh bir tarih ve “eski hukuk” bahsidir.
Karar gazetesinde 12 Ağustos 2020 tarihinde yayımlanan köşe yazısında Mustafa Çağrıcı hocamız “fıkıh hukuku” tabirini kullanarak fıkıh müktesabâtının esasen fukahânın eseri olduğunu belirtmektedir. Bu tespit doğrudur; mamafih okurların zihninde karışıklığa yol açmaması için tavzihe muhtaçtır.
İlahi yasanın beşeri akıl ve tecrübe ile okunması fıkhı, adı üstünde “anlayış”ı doğurur. Hz. Ali “istentiku’l-Kur’an; fe innehu la yantık” (Kur’an’ı konuşturun; çünkü o kendiliğinden konuşmaz) buyurmuştu. Kur’an-ı Kerim’i konuşturmak ona doğru soruları sormakla olur. Bu sorular aldığımız eğitimden, içinde neşet ettiğimiz sosyal çevreden, tevarüs ettiğimiz tarih ve kültürden gelir. Bir aborjinin sorusuyla bir eskimonun sorusu; bir Avrupalının sorusuyla bir Hindistanlının sorusu aynı olmayacağından cevap yani fetva, fıkıh zamana ve zemine göre değişir.
Gazzali merhum ilimleri tasnif ederken ilm-i fıkh’ı seküler (dünyevi) ilimler arasında saymıştır. Fıkıh, kaynakları ilahi; dalları beşeri bir Tuba ağacıdır. İlahi nassların, kitap ve sünnetin beşeri yorumudur. Bir yorum diğerini nakzetmez, ortadan kaldırmaz. Bu durumda insanlar fıkıh marketindeki yorumlardan birini beğenip alınca ayıplanamayacakları gibi, içtihatlardan biri için “bu tek doğrudur” denmez; “bu benim seçip beğendiğim, aldığım doğrudur” denir.
Kendisinden fakülte sıralarında İslam Ahlakı dersi aldığım Çağrıcı hocamın “hiyel” literatürüne dair tespitlerine tamamen katılıyorum. Hiyel bahsi hülle gibi gayr-i ahlaki uygulamalara veya zekât kaçırma gibi yolsuzluklara yol açarak hukuk-ahlak ilişkisini zedelemiştir.
Bu cür’etli tespitler dahi tavzihe muhtaçtır. Kanun ve fermanlar genellikle, bizzat fıkıh geleneği tarafından kamu otoritesinin uhdesinde sayılan alanları düzenleyen normlardır. Osmanlı, Karamanlı, Dulkadıroğlu gibi Müslüman Türk devletlerince yayımlanan kanunnamelerde mesela ceza hukukuna dair bahislerin sonunda “meğer ki hadd-i şer’i vacip olmaya” kaydı düşülmüştür. Şartları tevafür ettiğinde haddler uygulanır; ancak bu şartların oluşması nadir ender hiç hükmündedir demektir.
Diyelim ki hırsızlık cezası düzenlenecek. “Bir kimse şu şekilde hırsızlık etse 1 akçe ödeye, bu şekilde hırsızlık etse 2 akçe ödeye…” gibi para cezaları belirlenmiştir. Oysa herkes bilir ki şeriatta hırsızın eli kesilir. Ancak şer’an hırsızın elini kesmek o kadar da kolay değildir. Zira Allah’ın elçisi (sav) “hadleri şüphelerle düşürünüz!” buyurmuştur. Fukaha bu konuya kafa yormuş, nelerin şüphe olacağını belirlemiştir. Buna göre: çalınan mal belli bir kıymet nisabına ulaşmış olmalı, kıymetli dahi olsa bozulabilir bir ürün olmamalı, çalınan mal usulüne uygun olarak korunmuş olmalı: mesela altın veya kıymetli kâğıtların kasada kilit altında bulunmalı, hırsız haneye veya iş yerine izinsiz ve gayri tabii yollardan girmiş olmalı, konu mahkemeye taşınmış olmalı…
Bu gibi şartlardan biri eksik olsa hadd-i şer’i, yani el kesme cezası düşer. Bu sebepledir ki hadd-i sirkat ve recm gibi cezalar doktrinde mevcut olmakla birlikte en azından Osmanlı tatbikatında, fıkhın ruhuna ve makasıda uygun olarak, uygulamada pek az yer bulabilmiştir.
Nasslar (kitap ve sünnette açıkça ifade edilmiş bulunan ilahi buyruklar) tarafından belirlenmiş ve sayıları pek az olan hadd cezaları düştüğünde devreye ta’zir cezaları girer. Bu alan ise örfi hukuk olarak da tabir olunagelmiş bulunan kamu otoritesinin (fıkıh edebiyatındaki terimlerle sultanın, halifenin, imamın); günümüzde milli iradenin temsil makamı ve yasama erkinin yürütücüsü meclislerin uhdesindedir. Dolayısıyla örfi hukukun fıkıhla çelişki içinde olduğu iddiası abartılıdır.
“Kodifikasyonda İngiltere bir istisnadır. Orada da iyi bir ahlak ve hukuk eğitimiyle örfî hukukun doğurabileceği olumsuzluklar önlenmiştir.”
Kaza belâ ile âlem dolduğu / kazların kadıya uçmaklığından
Selefin rüşvetle hüccet yazması / halefin anlayıp hükmün bozması
Yıkılan binanın birden tozması / asıl sermayenin topraklığından”
Bize göre eski hukukumuzdaki yozlaşma toplumumuzdaki çürümenin göstergelerinden biridir. Nitekim devr-i cumhuriyette radikal bir denemeyle o pek ilerlemiş düvel-i muazzamanın hukukunu da iktibas ettik ne değişti? Mısır’da olduğu gibi Mecelle yerine Kod Napolyon gelince toplumun ahlâkı değişiyor mu? Türkiye’de olduğu gibi HAK yerine İsviçre medeni kanununu alınca kadına yönelen şiddet azalıyor mu?
İnanın Berlin’deki hâkimleri Kufe’ye tayin etseniz halk hâkimleri asardı. Anglosakson hukukçularını Emevi veya Abbasi sözümona hilafetlerine taşısanız onların da sonu Ebu Hanife gibi zehir içirilerek şehit edilmek, Hanefi mezhebinin büyük ansiklopedisti Serahsi (rh) gibi kuyu hapsinde uzaktan eğitimle ders verip kitap yazdırmak, İmam Malik ve Ahmed bin Hanbel gibi kırbaçlanmak olurdu.
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!”
Muhterem Fatih Hoıcam, Güzel…
Muhterem Fatih Hoıcam,
Güzel yazını okudum. Eline emeğine ve zihnine sağlık..
Star Gazetesi'ndeki Ayasofya'nın vakıf statüsüyle ilgili yazısı da çok iyiydi.
Yazılarınla hatırlattığın için teşekkürler..
Selamlar ve başarlar..
Sevgili Fatih Bey, bunca…
Sevgili Fatih Bey, bunca zaman sonra yazmak, benim yazını geç görmemden kaynaklanan bir tuhaflık olacak ama ama yine de hem yazıma olumlu afıfların için teşekkür hem de engin bilgin ve nefis üslubun için tebrik etmekten kendimi alamadım. Sevgiyle.
Yeni yorum ekle