Entelektüel pragmatizm
Dünyaya ayak uydurmakta galiba fazlasıyla mahiriz. Göçebe kültürünün genlerimize zerk ettiği alışkanlıklardan mı, başka sebeplerden midir bu, Allah bilir. Üstelik sadece günlük, somut hayatı ilgilendiren konularda değil, entelektüel alanda da bu maharetimiz ezici bir görüntüye sahip. Ne güzel işte denebilir. Ama kazın ayağı pek öyle değil.
Entelektüel sahiciliği kaybedişimiz başkalarının düşünceleriyle nemalanmayı kanıksamaktan kaynaklanan bir marazın göstergesi. Bunun toplumsal, kültürel ve hatta siyasal hayatımızı etkileyecek sonuçlar doğurması ise handiyse kaçınılmaz. Tanzimat’tan beri yaşadığımız sıkıntı burada. Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’i bu sürecin edebiyata konu olmuş toplumsal bir sembolüyse, Ahmet Cevdet de entelektüel alandaki sembolü. Her ikisi de aslında nemalanmadan çok daha öteye, söz konusu marazın cinnete dönüşmüş biçimleri: O kadar da değil dedirten ama son kertede var olan marazı büyüteç altında görmemizi sağlayan marjinal örneklerdir.
Sahiciliğini oluşturamayan bir fikir zemininin dünyanın (ötekilerin) dümen suyuna girmesi işten değil. Dünyaya direnmek yerine yelkenleri kolayca suya indiriyorsak burada bir tuhaflık olmalı. Biz bunu en son ideoloji konusunda yaptık. Batı düşüncesi ve siyaseti ideolojilerin sonundan bahsetmeye başladı, biz de “demek öyle” diyerek her türlü ideolojik söylemi tu kaka yapmaya, ideolojileri gayri meşru ve anakronik ilan etmeye başladık. Dünyanın sosyal, siyasal ve entelektüel şartlarıyla kendi şartlarımız arasındaki mesafeyi hesaba katmadık.
Entelektüel aklın batı düşüncesine bu kadar tabîi noktaya gelmiş olması bir zillet sayılmalı değil midir? Yoksa sağcısı, solcusu, İslamcısıyla hepimiz Hegelci bir tarihsellik anlayışı etrafında hemfikir olduk da tarihsel sürecin zorunlu bir aşaması olarak “ideolojilerin sonu” düşüncesine evet mi dedik? Doğrusu bu ihtimali yabana atmamak gerektiğini düşünüyorum. Entelektüel alandaki tabiiyetimiz, Batı düşmanlığı yaparken bile Batı’ya ayak uydurma hissiyatıyla tebarüz eden bir görüngü.
İdeolojileri yüceltirken ve ideolojik ayrışmalarla bir kimlik ve siyaset geliştirmeye çalışırken nasıl Batı’nın oluşturduğu tarihsel konjonktüre ayak uydurmaya çalışmışsak, seksenler sonrasında da aynı halet-i ruhiyeye teslim olduk. Hatta bu defa neredeyse eşzamanlı bir şekilde dünyayı yakaladık. Oysa dönemsel şartlar ideolojilerin muhalefetine belki de çok daha ihtiyaç duymamızı icap ettiriyordu.
Küresel stabilizasyon
Hiç şüphesiz ideolojileri özümseyerek ve hakkıyla idrak edemedik. Entelektüel ve siyasal alanı bir tür ideolojik çatışmalar tiyatrosuna çevirmiş, özne olmak yerine sağcı-solcu birtakım figüranlar haline gelmeyi isteyerek veya istemeyerek kabul etmiş gibiydik. İdeolojileri putlaştırma marazı hepimizi perişan etti. Bunun meydana getirdiği kültürel-siyasal travmalardan şimdi bile tamamen kurtulabilmiş değiliz. Ama bütün bunlar ideolojileri gayri meşru söylemler ilan etmemizi gerektiriyor muydu derseniz, hiç sanmam. Bize düşen esas itibariyle “ideolojiler arası diyalog”u kurmak ve dünyayı değiştirme konusundaki bilincimizi mütemadiyen yüksek tutmak olmalıydı. Lakin bunu yapmak yerine, birileri dinler arası diyalog/medeniyetler arası diyalog servisleriyle bizi başka bir mecraya taşımanın aymazlığına düştü.
Küresel entegrasyon süreci “ideolojilerin sonu” söylemiyle nasıl entelektüel, fikri bir aşama kaydettiyse, dinler/medeniyetler arası diyalog söylemiyle de aynı minvalde yeni bir irtifa kazanmanın emarelerini verdi. Fakat daha mevzi niteliği, aynı zamanda daha “taşralı” kodlara sahip olması sebebiyle etkisiz kaldı. Belirli mahfiller dışında entelektüel karşılığı olamadı. Buna karşılık, ideolojilerden boşaltılmış bir dünya, küresel emperyalizmin arzu ettiği stabilizasyon için şartları elverişli hale getirdi.
Yetti mi? Hayır. Eşitsizliğin ve çıkar ilişkilerinin hakim olduğu bir dünyada sistemin tamamen tutarlılık içinde işlediğini düşünmemiz yanlış olur. Bir taraftan ideolojilerin sonunu ilan eden dünya, diğer taraftan milliyetçilik ideolojisini tetikleyerek sürecin paradoksal bir şekilde işlemesini sağladı, sağlıyor. Sistem, filmi adeta yüzyıl geriye sararak, milliyetçilik ideolojisi üzerinden dünyayı yeni bir tesviyeden geçiriyor. Kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda milliyetçilik ideolojisi için pozitif ayrımcılık yapmakta hiçbir beis görmüyor.
Ama bunun kendi içinde tutarlı bir tarafı yok değil. Zira 19. Yüzyılda milliyetçilik/ulus-devlet ideolojisinin ortaya çıkışı dünyanın kapitalistleşme sürecinden bağımsız bir husus değil. Hem sömürgeleştirme süreci hem de ulus-devlet kapitalizmi bu ideolojiyi birer ihtiyaç olarak dayatıyor. Dolayısıyla kapitalizm, kendi dinamikleri doğrultusunda işine yarayan ideolojiyi beslemekte hiçbir beis görmüyor. İdeolojilerin oluşturduğu kültürel, sosyal tahribat veya yanılsamalar onun umurunda değil. Milliyetçiliğin meydana getirdiği terör ve hukuksuzluğu pekala göz ardı edebiliyor. Bununsa elbette konvansiyonel-hakim yapıya istinaden entelektüel gerekçesini/kılıfını üretiyor.
Milliyetçilik şimdi dünya sisteminin doğal, doğal olduğu kadar tek meşru ideolojisi haline gelmiş gözüküyor. Ama aslında ideolojik dayatma bundan ibaret değil. İdeolojilerin tu kaka edildiği bir dünyada liberal ideolojiye yapılan pozitif ayrımcılık da tam bir muamma. Daha açıkçası, ideolojik yadsımanın liberal ideolojiye muhalif ideolojiler için söz konusu edilmesi son derece ilginç. Aslında entelektüel bir tuzağın içine düşürüldüğümüz çok net. Liberal ideoloji postmodern hikayelerle (terminolojiyle) entelektüel-siyasal düşünceyi teslim almanın ve kızağa çekmenin keyfini çıkarıyor.
“Tarihin sonu”na karşı milletin asıl gücü: ideoloji
Halbuki ideolojilere en fazla ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz. Kapitalizmi ve liberalizmi “tarihin sonu” diye kabul etmedikçe ideolojik arayışlardan sarf-ı nazar edemeyiz. Hatta belki yeni bir ideoloji için entelektüel bir seferberlik başlatmamız gerekiyor. Bunu dünya sistemine rağmen yapmak zorunda olduğumuz aşikar. Birileri yine reel siyasetten ve birtakım gerçeklerden dem vurarak enseyi karartmamız için akıl vermek isteyecektir. Oysa o akıl, bizim değil, bize empoze edilmiş, güdük ve kozmopolit bir akıldır.
Pragmatizmi aşmak diye bir derdimiz olacaksa, bunun belki zor ama en görünür yollarından biri ideolojik projeksiyondur. Zor, çünkü dünya sistemi açısından bu bir tehdit ve tekinsizlik demektir. Kendi açımızdan da bunun zor bir tercih olduğu aşikar. Zira böyle bir tercih, meftunu olduğumuz bazı dünya nimetlerini “kaybetme” cesaretini göze almadan yapılamaz. Göze alacak bir ruha sahip olamayanların yapabilecekleri bir tercih değil. Halbuki millet olmanın büyüklüğü burada. Sadece çağa uydurmakla büyük millet olamayız. Pragmatizmi bir kader diye kabul ederek belki dünya sistemi içinde iyi bir yer edinebiliriz ama sistemi dönüştürecek bir kudrete sahip olabilir miyiz, sanmam. Öte taraftan pragmatizm, hiçbir zaman gerçek bir bağımsızlık anlamına gelmez, bağımsızlığı olsa olsa çıkar mantalitesine indirgeyerek sisteme entegre eder.
İdeolojik bakış, bu çerçevede anlam ve siyaset dünyamıza yönelik bir müdahaleyi, muhalif bir durum alışı gerektirir. Olana değil olması gerekene göre bir değişim tasavvuru ortaya koyar. Biliyoruz ki bu tasavvur konvansiyonel sistemle ne kadar tezatsa o kadar ideoloji tanımı içerisine konulur. Uyumlu olduğu nispette de ideoloji olarak tavsif edilmekten uzaklaşır. Buradan bakıldığında bile ideolojilere karşı gösterilen tahammülsüzlük veya kuşkuculuğu daha iyi anlamak mümkün. En azından bizim dünyamız açısından taşıdığı anlam bu. Kendi gerçekliğimizi Batı’nın dinamikleriyle değerlendirmek, söz konusu dinamikleri dünyanın genel geçer düzeni diye kabul etmek zorunda değiliz. Böyle gelmiş böyle gider zihniyeti bizim bugün maruz kaldığımız küresel manipülasyondur.
İdeoloji, küresel sisteme karşı bir milleti temayüz ettirecek en önemli koşullardan biri sayılabilir. Burada tabii ki ödünç, kopya ideolojileri kast ediyor olamayız. Her halükarda geçmişin yanlışlarıyla tarihi tekerrür ettirmeyecek bir akla ve uyanıklığa sahip olarak hareket etmemiz lazım. Bu toprakların ruhu ve değerleriyle buluşabilmiş, evrensel bir öze ve iddiaya sahip, tarihsel gerçekliğe muvafık bir ideoloji, bizim bugün muhtaç olduğumuz “gelecek ufku ve tasavvuru”dur.
Dünyamızı iyileştirmekten öteye yeni bir dünya tahayyülü içeren tarz-ı siyaset için ideolojik alternatife (akla) şiddetle ihtiyaç var. Lakin bunu başarabilecek entelektüel kudrete ve idealizme sahip miyiz? Şüpheli.