Devletten beklenen var olan sorunlara makul, meşru çözümler üretmesidir. Toplumun gelişimini engelleyen sorunlara, yeni sorunlara mahal vermeyecek şekilde karşılıklar bulmasıdır. Hayat doğası gereği en rafine işleyen sistemlerde, toplumlarda bile akla gelen, gelmeyen yeni sorunlar üretir. Oynak bir zemin üzerine düzen kurmaya benziyor insanoğlunun hayatı. Doğası gereği böyledir hayat. Onu kuşatmak, problemsiz bir hâle sokmaya çabalamak beyhude olduğu gibi insanı insanlıktan çıkaran, hayatı cehenneme çeviren distopik maceralara girişmek demektir. Diğer taraftan doğası gereği sorun üreten hayatı ciddiye almamak, lakayt davranmak hele hele devlet üzerinden keyfi müdahalelerde bulunmak işi büsbütün çığırından çıkarmaktır. Türkiye’de son birkaç yıldır siyasal-ekonomik alanda realiteyle savaşa giriştik. Rasyonelliği yitirdiğimiz bu sürecin sancılarını ülkece çekiyoruz, daha da çekmeye devam edeceğiz. Devletin işleyişini temel yönetim ilkelerine uygun yapısal bir dönüşüme sokmadığımız için de anlamsız işlerle, çözüm olmayan tersine yeni sorunlar üreten uygulamalarla boğuşmaya devam ediyoruz. Milli Eğitim Bakanı’nın mülakat açıklaması da bunun en son ve somut örneği olarak karşımızda duruyor.
Bu açıklamanın nasıl bir açıklama olduğuna ve neye karşılık geldiğine dikkatle bakmamız gerekiyor. Bu içerikte ve düzeyde olan açıklama tüm boyutlarıyla ibretliktir. Mantıksal kurgusu, varsayımları, imaları, yorumlama-analiz etme biçimi, sorun tanılama ve çözüm üretme sistematiğiyle Türkiye’nin mevcut işleyişinin müşahhas bir örneğidir. Sayın Bakan’ın ne dediğine, dediklerini nasıl gerekçelendirdiğine, hangi koşullarda dediğine ve dediklerinin ne anlama geldiğine beraber bakalım.
Milli Eğitim Bakanı, seçim öncesinde verilen “Mülakatı kaldıracağız.” sözünün gereğini yapmak yerine “Mülakatı mülakat gibi yapacağız.” diyerek muhkem hale getireceklerini belirtti. Tüm diğer kariyer mesleklerde olduğu gibi öğretmenlikte de mülakatın olacağını, KPSS’den sonra kamuya alınacak adayların üç katı kadarının mülakata çağrılacağını ve yerleştirmenin KPSS puanının %50’si ile mülakatın %50’sinin toplamı üzerinden gerçekleşeceğini belirtti. Bakan’ın özetle söylediği şey bu.
Peki neden böyle bir çözüm önerisinde bulunuyor? Öğretmen adaylarının eğitim fakültelerinde aldığı eğitimin yeterli olmadığını, bunun ÖSYM alan testindeki sonuçlardan belli olduğunu belirtiyor. İkincisi öğretmen adaylarının ve üniversitelerin MEB’in ve Talim Terbiye Kurulu’nun dinamik müfredat çalışmalarını takip etmediğini dile getiriyor. Aslında iki başlık da temelde öğretmen yetiştirme sistemimizin temel üssü olan eğitim fakültelerinin ve pedagojik formasyon programlarının yetersizliğini dile getiriyor. “Okuldaki başarısızlığın temel sebebi bu. Öğretmen bilmiyor, nasıl öğretecek?” Tespit çok önemli, elimizde tespiti destekleyen Bakan’ın da paylaştığı ÖSYM alan testi verileri bulunuyor. Ayrıca öğretmen niteliğinin düşüklüğüne ilişkin Cumhuriyet’in başından bugüne gelen bir kabulümüz var. Bu gerçeklik üzerinden hem Sayın Bakan’a hem de kamuoyuna sormamız gereken şeyler var.
Birincisi öğretmen yetiştirmek için var olan yapılar, eğitim fakülteleri, yapmaları gerekeni yapmıyorlarsa o zaman diploma(ki o diploma, diplomayı alanın istenilen standartlarda yeterliliğe sahip olduğuna ilişkin devletin belgesi, taahhüdüdür) alanları suçlamak, itibarsızlaştırmak yerine bu kurumlardan hesap sormak gerekir.
İkincisi, Türkiye’de öğretmenlik için devletin oluşturduğu sistematik bellidir ve eğitim fakülteleri üzerinden işliyor temelde. MEB’in ve TTK’nın müfredat güncellemelerini takip etmiyorlar diye öğretmen adaylarını suçlamak yine çözüm üretmek yerine suyu bulandırmak, sorumluları bırakıp mağdurları suçlamaktır. Bu içeriği adaylara aktaracak yer bellidir ve içeriği aktarıp aktarmadığını takip etmesi, denetlemesi, müdahale etmesi gereken yer de bellidir. MEB, YÖK arasındaki koordinasyonsuzluğun faturasını öğretmen adaylarına çıkarmak ne gerçekliğe ne de insafa sığar. MEB ile YÖK, bu konu özelinde ne yapmışlar, hangi çalışmaların içerisine girmişler? Eğitim fakülteleri mademki istenilen düzeyde öğretmen yetiştiremiyor o halde MEB buna neden müdahale etmedi, neden müdahale etmiyor?
Üçüncüsü,Sayın Bakan başarısızlığı ÖSYM alan testi verileri üzerine dayandırıyor ancak daha önce de bu verilere sayısız kez dikkat çekmiş biri olarak, bu testin geçerliliği ve güvenilirliğinin ne olduğundan çok emin değiliz. Çünkü 2013’ten bu yana bu test yapılıyor ve o günden bu yana sonuçlar hep çok düşük. Sonuçlar üzerinden MEB’in, YÖK’ün, ÖSYM’nin durumu değerlendirdiklerine, bundan hareketle içerik, yöntem ve süreç değişikliğine gittiklerine dair hiçbir girişim yok. Şimdi ani bir aydınlanmayla alan testindeki sonuçlardan hareketle şaibeli bir uygulamayı tahkim etmek ne kadar makul?
Dördüncüsü, diyelim ki; gerçekten de öğretmen yetiştirme sistemimiz kötü ve aday öğretmenlerimizin yeterlilikleri çok düşük. Peki bu düşüklüğün 45 dakikalık bir mülakatla giderilebileceğini kabul etmemizi gerektiren rasyonel, pedagojik gerekçeler nedir? Öğretmen yeterliliklerinin 45 dakikalık bir mülakat uygulamasıyla tamamlanacağına bizi götüren kanıt nedir? Bu tarz bir eşleştirme yapmak yani eğitim fakültesinde dört yıllık bir eğitimle veremediklerimizin 45 dakikalık mülakatla kazandırılacağını kabul etmek hangi mantıkla, hangi muhakemeyle, hangi analitik yaklaşımla mümkün?
Beşincisi, bilindiği üzere diploma, yukarıda da altını çizdiğimiz üzere, bir yetkinlik belgesidir ve belgeyi alanın o işe uygun olduğunun garantisidir. Plansız politikalar nedeniyle istihdam edebileceğimizden çok fazla öğretmen adayı yetiştirdiğimiz için herhangi bir haksızlık olmaması amacıyla KPSS sınavıyla nesnel bir ölçüt geliştirildi. KPSS sınavı, diplomayı anlamsızlaştıran bir uygulama değil, söz konusu plansızlığın oluşturduğu açmazı gidermeye yönelik bir çözüm olarak sistemde mevcut. Mülakat ise diplomayı değersizleştiriyor, istismara yol açıyor, şaibelere neden oluyor. Neden? Çünkü mülakat Sayın Bakan’ın ima ettiği gibi, eğitim fakültelerinde eksik kalan bilgileri tamamlayan, gideren bir enstrüman değil, olamaz. KPSS’ye paralel, aynı işlevle kullanılan ancak çok kötü bir aracın ikamesidir. Mülakatı öğretmenin yeterliliğini arttırmak için kullanamazsınız, ölçmek için kullanabilirsiniz ancak. Buna da gerek yok çünkü zaten KPSS ile ölçümü yapıyoruz. İkincisi adayların elinde bir diploma var ve bu diploma zaten sizin mülakatla ölçmeye çalıştığınız şeyin ölçüldüğünü, değerlendirildiğini ve uygun görüldüğünü belirtiyor.
Altıncısı, bağlantılı şekilde gelelim mülakata. İnsan kaynağı yönetiminde kullanılan bir araç olarak mülakat yukarıda da dediğim gibi yeterlilik kazandırmak için değil ölçmek için var. Diğer taraftan ölçme aracı olarak nasıl kullanıldığı da çok önemli. Bakan’ın açıkladığı gibi 45 dakikalık bir mülakat olabilir mi? Bu mülakatta görevli olanlar kim ve hangi formasyondan geçtiler? Eğitim fakültesindeki hocaların dört yılda kazandıramadıklarını 45 dakikada nasıl kazandıracaklar? Hangi donanımla, hangi yetkinlikle?
Yedincisi, okuldaki başarısızlığımızın öğretmen yetersizliğinden kaynaklandığına ilişkin MEB veya akademide yapılmış dört başı mamur bir tane araştırma gösterilebilir mi? Sistemdeki başarısızlığın faturasını öğretmene çıkarmak; gerçekliği çarpıtmak, sistemi, ülkenin koşullarını, işleyişi görmezden gelmektir. Derinleşen yoksulluğun eğitim başarısına etkisi var mı ve bu ölçülmüş mü? Sosyal-ekonomik düzey ile başarı arasında bağlantı var mı? Ülkenin eğitim kalitesi ile yönetim, hukuk, siyaset düzeyi arasında ilişki yok mu? Akademik vaziyetimiz, medyanın niteliği, kültür-sanat dünyamızın durumu, sivil toplumun dinamizmi kısacası devlet-toplum olarak işleyişimiz çok iyi de eğitimimiz mi kötü? Hayatımızın tüm boyutlarıyla yansıdığı bir alan ve bütün bu yansımaların faturasını öğretmene çıkarmak gerçekçi değil, hakkaniyetli değil, sorun çözücü hiç değil.
Diğer önemli bir husus da mülakatın Türkiye’de dile geliyor olmasıdır. Toplumsal bellekte çağrışımları olumsuz olan ve anlamsızlığı, sistem içinde ne tür kayırmacılıklara, haksızlıklara yol verdiği aşikâr olan uygulamalara mesafe almak zorundayız. Şaibe oluşturan, karmaşık ilişkilere ve karanlık söylemlere alan açan uygulamalar yerine kimsenin itiraz edemeyeceği “nesnel ölçütler”e yaslanmış iş ve işlemler tesis etmek durumundayız. Bu tarz bir yönetsel performans günümüz dünyasının asgari beklentisine dönüşmüş durumda. Hal bu iken mülakatı konuşmak, tartışmak başlı başına kabul edilmesi mümkün olmayan bir eksikliktir. Bunu görmezden gelip bir takım kifayetsizin ihtiraslarına alan açmak, adayları ve ailelerini angaryalara boğmak bu memlekete yapılacak en büyük kötülüktür. Tekrar etmekte yarar var. Yapılması gereken haksızlığa, hukuksuzluğa kapı aralayan, savunulması güç bu uygulamayı ortadan kaldırmaktır. En makul insanı bile abandone eden bu sistemin dolambaçlı söylemine sözcülük etmek yerine yanlışlığı, işlevsizliği, hukuksuzluğu apaçık olan uygulamaya son vermektir.
Sosyolog Ulrich Beck “Cevap, sosyoloji. Fakat soru neydi” diye yazmıştı. Bizim de cevabı önceleyen bir sorunumuzun, sorumuzun, tedaviden önce makul bir teşhisimizin olması gerekiyor. Önce çözümü bulup sonradan çözüme uygun bir sorun icat etmek, önce tedaviyi belirleyip sonra tedaviye uygun bir teşhis belirlemek meseleyi çözmez, ancak kronikleştirir.
Yeni yorum ekle