Türkiye’de yaşamak belirli şeyleri benzer şekilde tekrar tekrar yaşamak anlamına geliyor. Bir kaç yıl öncesinde Türkiye’nin tarihe girmesinden, tarihe dönmesinden bahsettiğimizde bu tekrar döngüsünün kırılmasından, kırılma ihtimalinden bahsetmeye çalışıyorduk. Döngünün sadece bize kurulan bir tuzak olmadığını aynı zamanda devletin kendisinden toplumun pek çok bileşenine uzanan bir konfor alanı yarattığını ve bu konfordan vazgeçmenin öyle beklenildiği gibi kolay olmadığını sevimsiz bir şekilde deneyimledik. Döngüyü kırmanın pozisyon değişimiyle olmayacağını sistemik dönüşümlerle, yeni bir yapı ve ilişki ağı oluşturmakla ancak mümkün olabileceğini geçenlerde uzlaşmayla sona eren Toplu Sözleşme süreciyle bir kez daha gördük, yaşadık.
Açıkçası sürecin kendisi o kadar açık şekilde yaşandı ki çözümlemeye dönük her girişim bir tür pornografikleşmeyle, anlam yitimiyle bizi karşı karşıya bırakmakta. Devlet-toplum ilişkimizin ve toplumsal yapılanmamızın keyfe kederliğini ve daha da önemlisi birbirini çürüten niteliğini göstermesi açısından yine de sürecin mutlaka eleştirel bir değerlendirilmesi yapılmak durumunda. Aksi taktirde gittikçe en belirleyici vasfı kayıtsızlık, pürüzsüzlük olan kamusal hayatımız iyice hiçbir şeyin tepki, şaşkınlık doğurmadığı morfinli bir yapıya dönüşecek.
***
Süreci teknik detaylarıyla burada ele almak mümkün değil, buna gerek de yok. Ancak birkaç husus var ki yazının girişinde bahsettiğim çürümeyi bütün boyutlarıyla izhar etmeye yetiyor. Birincisi kamu çalışanlarının maaşlarına yapılan zam oranı. 6 milyonun üzerindeki memur ve memur emeklisinin 2022 ve 2023 yıllarını kapsayan ve uzlaşmayla sonuçlanan görüşmelerin neticesinde alacakları zam oranları 2022 için yüzde 5 +7 + enflasyon farkı, 2023 için de yüzde 8 + 6 + enflasyon farkı. Cumhurbaşkanı Erdoğan “memurlarımızı enflasyona yine ezdirmedik” dedi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin "Türkiye tarihinde en yüksek oranlarını içeren sözleşme” derken görüşmeye katılan sendikalar da “Bütçeden Hakkımızı, Refahtan Payımızı Aldık” diyorlar. Bu rakamlar ile bu kamusal söylem arasında bir bağ var mı kamuoyunun takdirlerine bırakıyorum. Bir pazarlık sürecinde enflasyon farkının ölçüt olması mantıken herhangi bir zammın olmadığını gösteriyor. İkincisi enflasyon rakamlarının gerçekliğinin şüpheli olduğu, manipüle edilerek düşük gösterildiği bilinen sır olarak önümüzde dururken gerçekte enflasyon farkının da alınamayacağı görülüyor. Üçüncüsü de kamuoyuna açıklandığı gibi 2022 ve 2023’de zam; birinci ve ikinci altı ayda verilen oranın toplanması üzerinden ele alınamaz. Yani rakamların ve istatistiki verilerin gerçekliğe karartma uygulamak üzere seferber edildiği bu yönlendirmede üzerinde uzlaşılan zam oranları şudur: 2022 için 8.67, 2023 için de yüzde 11.2. Bütün bunları dikkate alarak baktığımızda hükümet ve sendikalar, yüzde 40 seviyelerinde olan gerçek çarşı-pazar enflasyonunu filtreleri Hükümetin talepleri doğrultusunda ayarlanmış TÜİK süzgecinden geçirerek resmi enflasyonun bile altında bir oran belirlemiş ve daha süreç devam ederken durumun açıkladığımız üzere kamu çalışanları ve emeklileri için maaşlarda indirime gitmiştir. Altını çizelim bu oranlardaki uzlaşma zam değil maaşlarda indirime gitmektir. Nitekim uzlaşılan rakamları görüşmeye katılan sendikaların pazarlık başlarken kamuoyuna açıkladıkları taleplerle karşılaştırırken işin vehametini daha net görmemiz mümkün. “Bütçeden Hakkımızı, Refahtan Payımızı Aldık” şeklinde açıklama yapan sendikalar 2022 yüzde 21, 2023 yüzde 17, yüzde 6 refah payı ve seyyanen 600 TL zam istemişti. İstenilenin dörtte birinde uzlaşmaya gidilmiş ama coşkulu bir üslupla bütçeden hakkını refahtan payını aldığını iddia etmekten geri durulmuyor. Hakkın bu idiyse dört kat fazlasını niye istedin, hakkın istediğinse aldığını nasıl bu coşkuyla paylaşabiliyorsun?
***
İş burada bitmiyor, keşke problemimiz sadece oranın düşüklüğüyle sınırlı olsa. Sendikacılık tarihinin, devlet-toplum ilişkisinin belki de en çarpık, en utanç verici örneklerini de yaşıyoruz. Bu örnekler zaten karşı karşıya bulunduğumuz bu ibretlik tablonun niye böyle olduğunu da gösteriyor. Yine de genel kamuoyunun farkında olmadığı bu hususa dikkat çekmemiz gerekiyor. Türkiye’de sendika kavramının mantığına-ruhuna ters biçimde sendika üyelerinin aidatını devlet ödüyor. Şimdiye kadar üye aidatı olarak memura üç ayda bir 135 TL ödeme yapıyordu. Bunun yaklaşık 120 TL’si sendikaya kesiliyor, üyeye 15 TL kalıyordu. Bu sözleşmede ise iş başka bir boyuta taşındı ve 135 TL olan sendika ödeneği 400 TL’ye çıkarıldı. Böylece 120 TL’si sendikaya kesildikten sonra üyeye 280 TL kalacak. Yani sendika üyesi olan memurlara ayda 90 TL civarında bir avanta verilmiş oldu. Bu rezaleti ilgili bakanın sunumuna göre her memur için 100 TL seyyanen zam yapmak yerine böyle bir yol seçildi ve yetkili sendikalar da buna büyük bir sevinç ve minnetle onay verdiler. Böylece imzalanan sözleşmeye gelebilecek üye tepkilerini dizginleyecek bir rüşvete imza atıldı. Bundan yararlanacak olan sendikaları da yüzde 1’in üzerindekilerle (tahminen 10 binin üzerinde bir üye sayısı anlamına geliyor) sınırlayarak üç dört büyük sendika dışındaki sendikaların yararlanmasının önüne geçtiler. Böylece farklı sesleri susturmanın, alternatif görüşleri yok etmenin ve sendikal tekelleşmeye gitmenin önünü de açtılar. Ayrıca 80-90 TL için sendikasını değiştireceğini düşündükleri memuru aşağıladılar, memurlara kendi elleriyle onursuzluk isnat ettiler. Sendikalı olma imkânı olmayan 2 milyondan fazla memur emeklisini ve 350 bin civarında polisi, 220 bin civarında subay, astsubay ve uzman erbaş ile on binlerce mülki idare amiri, mit mensubu, hâkim, savcı ve ceza infaz memurunun seyyanen zamdan mahrum kalmasına neden oldular. Rüşvet eskiden gizli, el altından verilirdi o yüzden belgesi olmazdı. Maalesef şimdi gözlerimizin önünde üstelik resmi kayıtlara geçirilerek veriliyor.
***
Sanıyorum toplu sözleşme sürecinin en ibretlik örneği ise devletin zihniyetini ve sivil toplum örgütleriyle ilişkisini açık etmesi bakımından Bakan Vedat Bilgin’in kabul edilmesi mümkün olmayan şu açıklamaları oldu: “Hizmet kolları düzeyinde genel sözleşme şartlarından yararlanma konusunda bir sendika enflasyonu var. Merdiven altı diyebileceğimiz yapılar var. Onların da önüne geçebilmek için yüzde 1 örgütlenme düzeyi olan sendikaların bundan istifade edebilmesini kararlaştırdık.” Sendika enflasyonunun olmasının ne tür bir sakıncası var? Merdiven altı ne demek? Sendikaların nasıl kurulacağını, kuruluş şartlarını düzenleyen bir yasa yok mu? Sendikacılığın dertlerini düşünmek ne zamandan beri hükümetin görevi olmuş? Hükümetin sendikacılığın nasıl olacağına ilişkin bu müdahaleyi “gerekirse komünizmi de biz getiririz” anlayışından ayrı görmek mümkün mü? Sendikalara, sendikacılığa bu tarz ontolojik müdahalelerin yapıldığı ortamda sendikaların hükümetle uzlaşma içerisinde bir tür küçük sendikaları boğazlamada ittifak etmesi, bunda hiçbir sorun görmemesi nasıl izah edilebilir? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Ayrıca küçük sendika ne demek? Çoğulculuğun, katılımın, farklılığın altının çizildiği bir zamanda devlet eliyle tekelleşmenin dayatılması açıkça hükümet tarafından sarı sendikacılığın palazlandırılmasıdır ve görüşmede olan sendikaların da bu konuma razı gelmesidir. Maalesef bu Toplu Sözleşme sürecinde sendika kelimesinin anlamı buharlaşmış, sendikal mücadeleyi hükümsüz kılacak bir süreç işletilmiş ve sendikaların tarihinde yer alan emek mücadelesinin hatırasına kast edilmiştir. Sendikaların çalışanlar nezdindeki itibarları ve çalışanların sendikalara olan güvenleri ağır biçimde tahrip edilmiştir. Bu açıdan değerlendirildiğinde sığ bir %’lik maaş zammının ötesinde, etik değerler ve sendikal mücadelenin tarihi açısından kara bir lekedir. Çalışanlar basit bir takım hesaplar için manipüle edilmiştir.
***
“Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?” diye ünlü yönetmen İngmar Bergman’a sorulunca şöyle cevap vermişti: “Utanç! Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir.” Bizi utanç kurtarır mı bilemem ancak onsuz başlayamayacağımız kesin!
Yeni yorum ekle