Mustafa Kemali ve Çağı Anlamak

27 Kasım 2025

Meseleyi sosyo-kültürel ve dönemin politik yapısı üzerinden uzatmadan kısa ve öz olarak değerlendirmek gerekirse; 

Osmanlı her yönüyle tükenmişti. Çağı yakalayabilecek zihinsel, sistemsel ve yönetsel bir altyapıya sahip değildi. Bu çöküşü ancak müstesna nitelikteki (okuyan, anlayan, bağımsız düşünebilen, dil bilen, dünyayı tanıyan) kişiler fark edebiliyordu. Modernleşme ya da felsefi anlamda aydınlanma kaçınılmazdı. Bu kaçınılmazlığı dönemin aydınlarıyla birlikte III. Selim’den sonra birçok padişah da fark etmişti. İşin doğası gereği klasik ulemanın bu süreci fark etme imkânı yoktu. Problemlerin hem teşhis ve tanımında hem de çözüm önerilerinde isabet yoktu. Çünkü toplumun düşünsel kabulleri çoğunlukla “hastalığın” kaynağıydı. Bir problemi oluşturan “sebep unsurunun” çözüm üretememesi gibi… Tekrar edeyim: Modernleşme kaçınılmazdı. Bu gerçeği, yansız ve bağlantısız düşünen aydınlar daha net fark etmişti. Ya çağa ayak uydurulacaktı ya da tarihten silinip gidilecekti.

Bu hususu en iyi idrak eden kişi elbette Mustafa Kemal’di. Mensubu olduğu milletin, er ya da geç modernleşme ve onun ürettiği kavramlarla, kurumlarla ve yönetsel sistemle buluşacağını görebiliyordu. Peki, bu nasıl olacaktı? Böyle bir dönüşümü eyleme geçirebilmek; strateji ve taktik bilgisi olan, yereli ve dünyayı tanıyan, yüksek zekâ ve organizasyon becerisine sahip, cesur kişilerle mümkündü. İşte Mustafa Kemal tam burada devreye girmiştir. O, ülke için gerçek bir şanstı. Süreci hem örgütlemiş hem de yönetmiştir.

Ne var ki toplumsal zihin bu dönüşümün hızına ayak uyduramadı. Süreç birçok komplikasyon üretti. Toplum birbirine düşürüldü; küçük ve ilkel çıkarlarla ortaya atılan ideolojiler (kabile ilişkileri mahiyetindeki yapılar) bir “dava” bilincine dönüştürülerek herkes herkese düşman hale getirildi. Böylece toplum sağlıklı düşünme imkânını bir türlü bulamadı. Hatta sanki geçmişte ideal bir düzen varmışçasına, geniş halk kitlelerinin geçmişe özlem duyması bile sağlandı.

Gerçekle temas kuramayıp, var olan durumdan nemalanan kesimler değişim ve dönüşüm süreçlerini hep sabote ederler. Bunların toplumu manipüle etmek için kullandığı iki temel muhayyel gerekçe vardır:

  1. Geçmişte ideal ve huzurlu bir toplum düzeni olduğu inancı,
  2. Tarihi bile belirsiz olan bir gelecekte “kurtarıcı” beklentisi yaratmak.

Kısaca toplumun ekseriyeti, rasyonaliteyle hiçbir zaman gerçek bir temas kuramadı. Mustafa Kemal’in bile hangi cihetten değerlendirilmesi gerektiğini bilemedi. Bu meseleyi, anlatmaya çalıştığım minvalde, kimler anlayamaz?

İki kesim vardır ki ya anlayamaz ya da anlama çabasından bilinçli olarak uzak durur.

Birinci kesim, kesin inançlılardır. Öznel, yanlı, kurgulanmış ve dar koridorlara hapsedilmiş bir inanç çerçevesinde düşündükleri için meseleyi kavrama imkânları yoktur. Şöyle düşünürler: “Bizim kadim devlet ve inanç geleneğimizi batılıların isteğiyle Mustafa Kemal sekteye uğrattı. Şahlanmış, insanlığa model olmuş ideal bir toplum düzenimiz vardı, Batılıların ürettiği modern devlet modelini (cumhuriyeti) ve bunun gerektirdiği devrimleri uygulayarak inancımızı yok etmeye çalıştı.”

İkinci kesim ise, aydınlanmacı paradigmayı benimsedikleri halde, modernleşme sürecinin zorunlu kıldığı ulus-temelli modern hukuk devletinin kurulmasını Türklük üst kimliği üzerinden yürütülmüş bir “etnik proje” gibi değerlendirenlerdir. Bu kesim aynı zamanda, birinci kesimin sürekli gerekçe olarak sunduğu bir hususa da yaslanır: Modernleşme serüveninin tabandan değil (ki hiçbir modernleşme tabandan yürümez), devlet ekseninden yürütülmesi ve sürecin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı sosyal-bürokratik arızaların farklı amaçlarla sürekli gündemde tutularak cumhuriyet tecrübesinin itibarsızlaştırılması…

Oysa Ondokuzuncu yüzyılın hakim paradigması, aydınlanmacı modern hukuk devletlerinin bir “ulus kimliği” üzerinden vücut bulabildiği düşünüldüğünde, M. Kemalin modern Türkiye Cumhuriyetini kurabileceği başka bir üst kimlik ne olabilirdi diye sorulduğunda, makul ve sahici cevap veren pek olmayacaktır. Üstelik buradaki ulus kavramı Türklük etnisitesi üzerinden değil, vatandaşlık ve kültürel temel üzerine inşa edilmeye çalışıldığı rahatlıkla görülecektir. 

Mesele Mustafa Kemal’e dokunulmazlık atfetmek değildir. Hatta nesnel bir bakışla, olup biteni kişisel tercih ve özelliklerden arındırarak değerlendirmek gerekir. “Süreç daha iyi nasıl yönetilebilirdi? Nerelerde hatalar yapıldı? Bu hataların tekrarlanmaması için neler yapılabilirdi?” gibi sorular üzerinden yapılacak bir eleştirel değerlendirme daha sağlıklıdır. Bu eleştiri ve değerlendirmeler hiçbir zaman ana kazanıma halel getirmemeli. 

Asıl yapılması gereken ise, sürecin ana aktörü olarak Mustafa Kemal’i ve dönemini anlamaya çalışmak; savaş sonrası elde edilen bu kazanımın değerini bilerek fakat ona takılı kalmadan, özgürlüklerin, eşit yurttaşlığın, şeffaflığın ve hesap verebilirliğin artırıldığı sağlam bir hukuk düzeni ve kamusal alan inşa edebilmektir. Cihan savaşı sonrası ve özellikle Mustafa Kemal’ in uzgörüsü ve kararlılığıyla inşa edilen ana bir kazanımı, tarihsel, insan unsuruna bağlı ve yönetsel hatalar üzerinden itibarsızlaştırmaya çalışmak, ortalama bir zekâ ve vicdan sahibinin işi olmasa gerek. Zira bu kazanım elden giderse, ağıt yakacak vaziyetimiz de kalmayabilir…

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.