Osmanlının Bir Kültür Politikası Var mıydı?

10 Nisan 2020

Tarih anlayışımız daha çok siyasi tarih merkezli bir çerçeveye oturduğu için Osmanlı Devletinin aslında günümüzde de devam etmekte olan kültür, sanat boyutunu yeni yeni tartışmaya açıyoruz. Açıkçası pandoranın kutusu açıldıkça da ortaya şaşırtıcı ve güzel şeyler dökülüyor. Benim gündeme getireceğim konu da bunlardan biri.

Image

Osmanlı devleti pek çok alanda bağlı bulunduğu İslam uygarlığının takipçisi olmakla birlikte özellikle yaşanılan coğrafyanın ve bu coğrafyada yer alan eski medeniyetlerin etkisi ile yeni oluşumlar meydana getirmiş ve bu yeni katkılarla Türk İslam uygarlığını kendine özgü bir çerçeveye taşımıştır. Aslında genelde İslam uygarlığını da böyle bir çerçevede değerlendirmek mümkündür: Nasıl ki dağ başında tümüyle saf bir özellik arz eden kartopu aşağıya doğru yuvarlanmaya başladığı andan itibaren geçtiği yol üzerindeki farklı cisimleri, bir kısmı olumlu bir kısmı olumsuz, içine alarak ve büyüyerek yoluna devam ediyorsa uygarlıklar da benzer süreçleri yaşayarak doğar, büyür ve gelişirler.  Osmanlı, uygarlık noktasında Selçuklu ile ilişkili ama ondan farklı. Onlar tarihte kalmadan mevcut duruma eklemeler yaptılar. Mimariye bakmak bile aradaki farkı görmeye yeter.

Osmanlı yönetimi ve toplumu, 8. Yüzyıldan itibaren bir uygarlığa dönüşme istidatı gösteren İslam düşüncesinin ustadan çırağa geçen bir zanaat gibi 12. yüzyıla kadar Arapça, bu evreden 16. yüzyıla kadar Farsça eliyle devam eden, özellikle yazılı kültürün sözü edilen yüzyıldan itibaren Türkçedeki ve Türk-İslam uygarlığındaki en önemli temsilcisidir.

Kültürel gelişmeler siyasi gelişmeleri belli mesafeden izler. Bunun en karakteristik görünümlerinden birini Osmanlı devlet yapısı içinde gözlemlemek mümkündür. Bu anlamda Osmanlı Devleti kuruluş aşaması olan 14. Yüzyılda, daha çok  kuruluşun getirdiği sancılarla boğuşmuş, yine bu konumun doğal bir yapısı olan kaba inşa faaliyetleri ile meşgul olmuştur. Devlet siyasi sınırlar itibariyle büyüdükçe; komşu Türk Beylikleri olan Germiyanoğulları, Aydınoğulları, Karamanoğulları gibi yönetimleri kendi bünyesine kattıkça, buralarda daha şehirli bir hayat tarzı var olduğu için, o yörelere mensup kültür sanat adamları da Osmanlı Devletinin sınırları içine girmiş ve Osmanlı kültürünün böylece temelleri oluşmaya başlamıştır. Kuşkusuz, bu oluşumda daha önce   kendinden önceki dönemlerde oluşmuş Kahire, Tebriz, Bağdat, Semerkant, Hama ve Basra gibi uygarlık merkezlerinin etkileri olmuştur. İlk dönem Osmanlı aydınları aynı kaynağın ürünü olmakla birlikte biraz farklı üslup özellikleri taşıyan bu merkezlerde eğitim görmüş ve böyle bir birikim ve bakış açısıyla Osmanlı ülkesine dönmüşlerdir. Bu etkileri  edebiyatta, mimaride, hat ve plastik sanatlarda, musikide ve bütün bunların bir anlamda motivasyonu olan  tasavvufi anlayışlarda görmek mümkündür.

Aslında Osmanlı kültüründe zihniyet olarak birbirine paralel giden iki temel akımı gözlemlemek mümkündür. Bunları, daha çok zahiri ve şer’i bakış açılarını esas alan ilmi anlayışla tasavvufa yaslanan batıni anlayış olarak tanımlamak mümkündür. Her ikisi de birbirini küçümseyerek varlıklarını sürdüren bu akımlar, zaman zaman birbirlerine galebe çaldıkları dönemler olmakla birlikte, bütün Osmanlı Devleti boyunca yan yana yaşamaya devam etmişlerdir.

Osmanlı Devleti içinde bir kültürel bakış açısının oluşmaya başlaması ve bunun bir farkındalık olarak ortaya çıkışı II. Murat devrinde başlar. Aslında bu dönemi Emevi yönetiminin son devrelerinde ortaya çıkan Şuubiyye hareketine benzetmek mümkündür. Bu hareket nasıl Arapça’ya karşı Farsça’nın bir başkaldırı ve başarısı ise II. Murat devri de Anadolu’da beylikler döneminden itibaren – biraz da yeni beylerin Türkçe’den başka bir dil bilmemesinin etkisiyle- başlayan Türk Dili’ne ve kültürüne gösterilen ilginin bir devlet politikası haline gelmesi ve saraydan teşvik görmesi hadisesidir.

Bu oluşum zamanla daha nitelikli bir konum kazanmış ve İstanbul’un fethinden sonra artık Osmanlı üslubu diyebileceğimiz bir çerçeveye bürünmeye başlamıştır. Bunun en somut göründüğü alan mimari, en yoğun göründüğü alan ise yazılı edebiyattır (özellikle şiir). Edebiyattaki ilk örnekler Şeyhî, Ahmet Paşa ve Necatî’dir: Bunlardan Ahmet Paşa daha çok mükemmel örneklerini vermiş İran edebiyatının yeni bir dille ifadesi özelliği taşırken, Necatî ise o güne kadar folklorik üslup çerçevesi içinde varlığını sürdüren birikimi bir edebi dil konumuna taşıyarak kendisinden sonra Bakî ile klasik üsluba dönüşecek önemli bir geleneğin başlatıcısı olmuştur. Bu yapı, sadece edebi alanda değil, 16. yüzyılda mimari, diğer güzel sanatlar, hatta tarih yazıcılığında bir imparatorluk kültür ve kimliğine dönüşmeye başlar.

Bilinçli ya da bilinçsiz oluşturulmak istenen bu ortak kültür ve kimliğin ortaya çıkmasında hamilik çok önemli bir rol üstlenir. Merkezde saray, devlet büyüklerinin mekanları, taşrada şehzade sarayları, paşa ve bey konakları hamilik merkezleri olarak dikkat çeker. Bu yapı 16. yüzyılda kurumsal bir kimlik kazandıktan sonra 19. yüzyıla kadar devam edecektir.

Bütün bu gayretler sonucunda Osmanlı toplumu dünyada sınırlı sayıda millete nasip olan bir yüksek kültür donanımına ulaşır. Kanuni döneminde başta padişah, Kanuni Sultan Süleyman, vezir, Sokullu Mehmet Paşa, Kaptan-ı Derya, Barbaros, mimar, Sinan, şair, Baki gibi muhteşem tablo bu çabanın ürünüdür.

Bundan sonra içerik olarak büyük bir değişiklik yaşamaksızın üsluba dayalı arayışlar çerçevesi içinde Sebk-i Hindi, Hikemi tarz ve Mahalli üslup gibi adlarla devam edecek olan edebi gelenek, dünyada hemen hemen hiçbir kültürel etkinliğe nasip olamayacak bir süreç içinde ve hakim bir tarz üzerinde 19. yüzyıla kadar   varlığını devam ettirmiştir. Benzer şekilde mimari, plastik sanatlar ve musiki de üslup değişiklikleri ile varlığını sürdürür.

Osmanlı kültür siyasasında İstanbul’un fethi sonrasında karar verici en önemli aktör Fatih Sultan Mehmet’tir. Fakat, onun temellerini attığı bu yapılanmayı oğlu II. Bayezid bir sisteme kavuşturmuştur.   Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim gibi çok önemli iki karizmatik liderin arasında kaldığı için silik bir padişah intibaı veren II. Bayezid, aslında tam da bu hareketli dönem içinde elde edilen verilerin bir sisteme dönüştürülmesi noktasında olması gereken bir isim olarak kültür tarihimizin ve kültür politikalarımızın en önemli adlarından birisidir. Şair padişahlar içinde ilk mürettep divanın sahibi, plastik sanatların saray himayesine alınarak bir sisteme dönüştürülmesi, mimariye kazandırdığı yeni isimler ve yeni ivme, edebi alanda oluşturduğu himaye sistemi, elit eğitimine ilgisi, onun kültürel alandaki önemini gösteren örneklerdir. Kendisinden sonra kısa süre padişahlık yapan oğlu Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı sonrasında Tebriz ve çevresinden getirdiği çok sayıda sanatçı ile Doğu ve Batı kültürleri arasında yeniden bir sentez oluşturmuş ve böylece doğu Türk-İslam kültüründe teşekkül eden birikimle Osmanlı kültürünü son bir kez güçlendirmiştir. Kuşkusuz, Kanuni Sultan Süleyman döneminde siyasi alanda olduğu gibi kültürel alanda da elde edilen parlak başarılar İstanbul’un fethi sonrasından itibaren yatırım yapılmaya başlanan kültürel birikimin muhteşem patlamasıdır. Kuşkusuz, Kanuni Sultan Süleyman atalarından devraldığı birikimi en üst düzeyde teşvik ederek bunun gelişmesine zemin hazırlamış ama başka alanlar gibi asıl daha önceki birikimlerin bir anlamda  değerlendiricisi olmuştur. Böylece artık bir Osmanlı kültüründen söz etmek her bakımdan mümkün hale gelmiştir.

Tarihte uzun onaltıncı yüzyıl olarak adlandırılan Kanuni Sultan Süleyman ve II. Selim dönemi sonrasında yöneticilerin sanat ve sanat faaliyetleri ile ilgili tavırları, oluşan geleneği büyük ölçüde takip etse de gerek siyasi yapının önceki dönemler gibi olumlu seyretmemesi, gerekse de yöneticilerinin önceki dönemlerle karşılaştırıldığında uzun süre tahtta kalan istikrarlı bir yapı sergileyememeleri sonucu sanat-saltanat ilişkileri farklı bir boyuta  taşınmıştır. III. Murad ve III. Mehmed dönemleri bu bağlamda değerlendirildiğinde bir geçiş dönemi olarak düşünülebilir. Çünkü her iki sultanın yönetimi dönemindeki kültür sanat üretimleri klasik dönemin ürünleri olarak değerlendirilmekle birlikte özellikle dilde aşırılığa kaçış, öbür alanlarda da soyuta yönelme eğilimine karşılık, Devlet bir anlamda sanata müdahale eder ve faaliyetlerin doğal seyre çekilmesini sağlar.   Mesela bu dönemde sultanın meddahlar, kıssahanlar ve mukallitleri   nedim/musahip olarak yakınında görevlendirmesi dikkat çekicidir. Yöneticilerin bu dönemde eserlerin sade yazılması konusunda verdikleri direktifler sadece edebiyat metinlerine değil, diğer sanat dallarına da yansımış ve yerli bir ekol vurgusu ortaya çıkmıştır. Hatta bu talepler metinlerin içeriklerine ve sanat faaliyetlerine yön vermiştir.

Image

Padişahlar yanında özellikle Fatih Sultan Mehmed’in veziri olan Mahmut Paşa, Osmanlı kültürüne katkıda bulunan çok önemli isimlerden bir diğeridir. Sözü edilen Paşa, aynı zamanda Fatih döneminden itibaren bu kültürün nasıl güçlü bir devşirme kabiliyetine sahip olduğunun da çok önemli bir göstergesidir. Bilindiği gibi bir Hırvat beyinin oğlu olarak dünyaya gelmiş Mahmut Paşa, hayatının erken dönemlerinde Osmanlı akıncıları tarafından devşirilmiş ve bu konumdaki Hristiyan devşirmeler gibi bir ailenin yanına yerleştirilerek Türkçeyi ve İslami adetleri öğrenmesi sağlanmış, ardından acemi oğlanlar kışlasında zekası ve kabiliyetleri ile dikkat çekmesi neticesi Enderun’a alınmış, burada da olumlu vasıflarıyla temayüz etmesi sonucu olarak Fatih Sultan Mehmed’in ders arkadaşı olarak seçilmiştir. Eğitimlerini birlikte sürdüren bu iki deha, daha sonra da birlikte çalışmaya devam etmişler, birisi Osmanlı tahtının padişahı olurken diğeri de Veziriazamlık makamına oturmuştur. Her ikisi de divan sahibi birer şair, Türkçenin dışında birkaç yabancı dil bilen ve Doğu ve Batı dünyasının başta felsefe olmak üzere temel bilgilerine, güzel sanatların değişik şubelerine hakim isimlerdir. Asıl belirtilmesi gereken Mahmut Paşa’nın Türkçeyi sonradan öğrenmiş birisi olarak divan edebiyatı geleneğinde şiir yazabilecek kadar bu dilin inceliklerine vakıf olmasıdır. Bu dönemde artık Osmanlı kültürü kendi içine dahil olan bir yabancıya bu kadar güçlü şekilde etki edebilecek dominant bir karakter kazanmıştır.

Kuşkusuz Osmanlı kültürü bu gücünü devletin bütün coğrafyasına yayılmış eğitim sisteminden alıyordu. Bu sistem bir taraftan medreseler eliyle ihtiyaç duyulan akli ve dini bilimleri öğretirken öte yandan tekkeler birer halk eğitim merkezi ve Mevlevilik gibi bir kısmı, güzel sanatlar akademisi gibi işin sanatla ilgili eğitimini tamamlamaktaydı. Ama yukarıda ifade edildiği gibi bu durum, 16. yüzyıldan itibaren öylesine hakim bir karakter kazandı ki İmparatorluk coğrafyasının en batı noktası olan Balkan şehirlerindeki yapıyla doğusundaki bir şehirdeki yapı, küçük coğrafi yapı malzemesi ve özellikleri istisna edilecek olursa aynıydı. Bunu en karakteristik olarak bütün Osmanlı coğrafyasına yayılmış Mimar Sinan ve öğrencilerinin mimari eserlerinde görmek mümkündü. Bunun yanında yine Osmanlı coğrafyasının en batısındaki şehirlerinde örneğin Bosna’da yaşayan bir şairin divanı ya da mesnevisi ile Bağdat’ta yaşayan yahut Amasya’da yaşayan Diyarbakır’da veya Üsküp’te yaşayan bir şairin eseri hem şekil hem de içerik bakımından büyük ölçüde aynıydı.

Bu kendine yeten tablo 18. yüzyıla kadar devam etti. Ama artık  sadece Osmanlı Devleti değil bütün Avrupa merkezli imparatorluklar sıkıntı içindeydi. Çünkü bu yapıyı meydana getiren insan unsuru değişmiş, ulus devlet anlayışı moda olmuş, bu da başta yönetim olmak üzere pek çok şeyi tartışmaya açmıştı. Bu dönemlerde Osmanlı aydınlarının çok sayıda layihalar hazırlayarak bunlarla devleti kurtarmaya çalıştıkları malumdur. Elbette bu çareler bütünüyle Avrupa ve Rusya karşısında yenilmeye başlayan askeriye üzerineydi. Bunun için pek çok değişikliğe gidildi. Bu faaliyetler kaçınılmaz olarak eğitime yansıdı ve sonucunda da yeni bir insan ve yeni bir zihniyet oluşmaya başladı. Bu yeni anlayış kültür ve sanatta da artık geleneksel birikimle yetinemezdi. Özellikle Tanzimatla birlikte tabii önce yönetime yönelik sistem arayışları başladı, ardından da kültürün içerdiği her şey tartışılmaya başlandı. Bu da ister istemez geleneksel müzik yanında batı müziği, eski mimari yanında batı tarzı binalar, hat yanında modern resim, divan edebiyatı yanında Avrupai etkide yeni örnekler, medrese yanında yeni mektebi ortaya çıkmaya başladı.

Devlet kendince bu ikileme çare üretmeye çalıştıysa da bu mümkün olmadı.

Sonuç

I. Dünya Harbiyle birlikte bir devletin ve bir medeniyetin kaybıyla sonuçlandı. Tabii yeni devlet, yeni bir kültür sanat anlayışı demekti. O da elbette başka bir yazının konusu.

Ramazan TANRIKULU

Böyle bir başlık uygun düşmemiş burada " Klâsik Dönem Osmanlı Düşünce Dünyası" denilebilir di. Ayrıca insanların sosyo ekonomik dönüşüm başlangıcı olan bilim ve teknoloji alanında özellikle İslam'ı ve Devleti hurafelerle ilişkilendirmek suretiyle bilimde teknoloji de veya medreseler de nasıl geri kaldığımız hiç tartışmasız kabul edilen bir alan .Bunu günümüz dünyasında dijital devrim olurken sessiz sedasız bekleyen Türk Medeniyeti şimdi kendine neden soru sormuyor Neden geri kaldık . Niçin bilim insanlarımızın sayısı az. Dünyaya teknoloji ve bilim alanında katkılarımız az. Türkiye de ekonomik çöküntü nün temel sebebi teknoloji ve bilim alanında geri kalmışlık değil mi? Akademik personel veya akademisyenler sessiz kalmayı neden tercih ediyor? Bunlarla mücadele yöntemlerini nasıl değiştirelim gibi hiç bir düşünce yok ! Türk modernitesi ilgili tartışmalar niçin çok az ? Post-modern toplumları incele sonra buralarda tartışalım ki kültürü ve ahlâk sahibi olanlarla bu topluma katkı sağlamak amacıyla bir işimiz olsun. Maalesef akademisyenler mevkii ve makam için Liyakat ehli yerine cehalet ehli nasıl olur ? Gibi soruları soramıyoruz ? En güzel dileklerimizle Cehaletin örgütlü dinamik yapısından kaynaklanan içinde bulunduğumuz ideolojik kısır tartışmalar ne zaman son bulur?

Pa, 04/12/2020 - 17:26 Kalıcı bağlantı
mehmet doğan

sevgili hocam..
beğeniyle okudum.. bildiklerimiz üzerinden farklı zaviyeler gelişti zihin haritamızda.! bir atlas gibi paramparça türk ve islam coğrafyasının kültür ve sanat üzerinden tekrardan okumalar; analizler yapması kaçınılmaz gözüküyor..
dua ile esenlikler diliyorum, kalem ve kelamınıza sağlık.!

Çar, 04/15/2020 - 23:34 Kalıcı bağlantı
Nur GÜL

Ancak bu kadar düzgün ve net anlatılabilirdi. Kaleminize sağlık! Hoşgörü değil ayrıcalık ve muhatabının sınırlarına müdahele isteyenler sizi suçlamaya devam edecektir. Lütfen geri adım atmayın. Destekçiniziz.

Sa, 04/28/2020 - 02:21 Kalıcı bağlantı
Nazlı Cerhan

Seslendiremediklerimizi MÜTHİŞ GÜZEL aktarmışsınız. Zihninize sağlık. Yorumlarıyla yıkıcılığa devam edenlerin sayısı inanın sizin gibi düşünenlerin sayısından çok çok daha az. Bizler sadece onlar gibi her dakika "kendimizi ifade etme" bencilliğine vakit ayıramıyoruz. Yazdıklarınızın her kelimesine canı gönülden katılıyorum. Benim fark ettiğim 30 yıldır acayip sistemli LGBT Propagandasıyla karşı karşıyayız. Vicdanımızla oynuyorlar. N'olur yazmaya konuşmaya devam edin. İyi ki varsınız. Sizi tanımasam da düşüncelerimizi savunmaya devam edeceğiniz inancıyla yüreğim ferahladı. Minnet ve saygılarımla...

Per, 04/30/2020 - 22:26 Kalıcı bağlantı
Nuh

Müfettiş Bey herkes aynı şeyleri söylüyor fakat sonuç yok. Çünkü hakka, adalete, hakkaniyete ..... Dayalı yönetimler insani değerlerde temayüz etmiş toplulukların işidirm. Bu toplumu oluşturmak da eğitimin işlidir. Beğenmediğimiz bu memleketin insanları bir inanç sisteminin uygulanmadı sonıcu oluşmadı ki, eğitim sistemimizin bir sonucudur. Öyleyse kimi duçlaualım, doğruluğu dürüstlüğü vadeden ilahi kelamı mı, yoksa ilahi kelamı basamak yapan bu eğitim sisteminin çıktılarını mı ....

Pa, 06/23/2024 - 17:17 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 1,006 kez görüntülendi. 8 yorum yapıldı.