Ayşe Şasa “Bir Ruh Macerası” adlı kitabında Kemal Tahir’in kendilerine şöyle bir vaka anlattığını yazar: “Hapisteyken bir gece müdür tarafından, Kemal Tahir’den bir idam mahkûmunun son anlarında yanında bulunması isteniyor. Kemal Tahir idam mahkûmunun yanına gidiyor. Adam iki yahut dört rekât namaz kıldıktan sonra oturuyor. “Şimdi” diyor Kemal Tahir, “konuşmamız gerekiyor. Sabaha bu adam idam edilecek. Fakat birden fark ediyorum ki, bu dünyadaki bütün konuşmalar geleceğe aittir, geleceği olmayan bir adamla konuşacak hiçbir şey yoktur!” İdam mahkûmuyla doğru dürüst bir laf bulup konuşamıyor Kemal Tahir…”
Milli Eğitim Bakanlığında yaşanan bakan değişimi bana bu anekdotu hatırlattı. Türkiye’nin adil ve özgür bir geleceğine ilişkin umut, düşünce veya kabulümüz gerçekten de olsa sanırım mevzuyu konuşmamız, konuşma şeklimiz farklı olurdu. Sahici bir konuşmayı yapmamak ve aynı zamanda yapmadığımızı kendimize ve başkalarına da düşündürtmemek için kullanageldiğimiz bir söylem paketini tekrarlayarak yol almaya devam ediyoruz. Eski bakanın gidişi yeni bakanın gelişi vesilesiyle karşı karşıya bulunduğumuz durumu üç başlıkta değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Birincisi mevcut yönetim anlayışımız. “Af”fını isteyip giden ile gelenin gidiş ve geliş şekli, bu gidiş ve gelişe eşlik eden söylem ve gerekçeler ile kamuoyuna yansıyış ve tartışılma biçimi konuşmayı bile gereksiz kılıyor. İşin perde arkasına ilişkin bir takım dedikodular haricinde ne bakanın niye affını istediğini ne Cumhurbaşkanı’nın affı niye kabul ettiğini ve ne de atanan yeni bakanın niçin seçildiğini biliyoruz. Kamuoyu da Türkiye’nin en büyük bakanlığındaki tepe ismin değişiminin bu şekilde gerçekleşmesinde bir tuhaflık görmüyor. Pek çok şeyin olabildiği ve olağan bir şekilde kabul edildiği bir ölçekte yönetsel aklın, işleyişin ve vaziyetin keyfe keder olduğu açık. Ayrıca Türkiye’nin çok önemli ve kritik makamlarına ilişkin tasarrufun bu nitelikte oluşu gelen veya giden aktörleri nasıl önemsizleştirdiği, anlamsızlaştırdığı da önemli bir maliyet kalemi olarak not edilmelidir.
İkincisi eğitim-öğretim sistemimizin varlığı ve işleyişi olup birinci başlıkla doğrudan ilintilidir. Mevcut sistemin hem içinde yer aldığı büyük eko-sistemin niteliği hem de sistemin iç işleyişinin belirlenmiş prosedürlere uygun yürütülüp yürütülmediği gerçeği üzerinde durulmayı hak eden bir husus. Büyük eko-sistemin niteliği dediğimizde toplumsal hayatımızın tüm alanlarında ne tür bir seviyede bulunduğumuzu, eğitimin bu bütünün parçası olduğunu ve oralarda ne kadar başarılıysak eğitimde de o kadar başarılı olduğumuzu kastediyoruz. Sistemin işleyişi ile ilgili hususta ise MEB eski bakanlarından Ömer Dinçer’in bakanlığı sürecinde ne tür kişisel ve kurumsal imtiyaz talepleriyle karşı karşıya kaldığını belirten açıklamalarına ve Sayıştay’ın açıkladığı son rapora bakmamız yeterlidir sanırım. Biz elimizdeki düzeneği belirlemiş olduğumuz usullere uygun şekilde çalıştırmıyoruz, çalıştıramıyoruz. Bu yüzden de kapasitesi son derece sınırlı olan bir düzeneği kullanıcı hatası nedeniyle iyice sınırlandırıyoruz. Doğal olarak kendi usullerine riayet etmeyen bir sistem bırakın mesafe almayı sorunları büyüten ve derinleştiren bir maliyetle bizi karşı karşıya getiriyor. Yirminci yılını doldurmaya yaklaşan Ak Parti iktidarında hâlâ ehliyet-liyakat bir kamusal sorun, toplumsal talep veya iktidarın gerçekleştireceği bir vaat olarak gündemdeyse bu durumun kendisi varlığı itibariyle gerçekliğimize ilişkin çarpıcı şeyler söylüyor.
Üçüncüsü ise Tükiye’nin neredeyse hiç konuşmadığı, konuşmak istemediği mevcut düzeneğin doğasından kaynaklanan sıkıntı ve problemler. Türkiye’de hatta dünyada fantastik bir tartışma başlığı olarak kodlanan zorunlu-kitlesel eğitim her türlü ontolojik tartışmadan muafiyet zırhıyla korumaya alınmış durumda. Olası tüm çözümler bu formu muhafaza ederek üretilmek durumunda. Oysa bu form varlığı itibariyle belirli koşulların, belirli bir dönemin ve şüphesiz belirli hesapların ve önceliklerin ürünü. Siyasal, ekonomik, teknolojik ve düşünsel dayanaklar üzerinde şekillenmiş bu yapının yaklaşık iki asır önceki var oluş koşulları dikkate alınırsa tüm bu alanlarda günümüze gelinceye kadar nasıl köklü değişiklikler geçirdiğimiz görülecektir. Diğer taraftan varolduğu günden bu yana zorunlu-kitlesel eğitim formunun yapıcı olmaktan ziyade yıkıcı olduğu, büyük ve hantal bir kurumsal yapıyla alana ilişkin hem zihinsel hem de pratik bir blokaj oluşturduğu dolayısıyla insanların fiziksel, sosyal, psikolojik gereksinimlerinden bağımsız şekilde adeta “belirli yaş aralığındaki bir insanın zihinsel ortalaması”na göre yapılandırıldığı eleştirileri yapılıyor. Alana ilişkin ölçme değerlendirme istatistikleri kapasitenin, performansın teknik-tali gerekçelerden bağımsız şekilde son derece sınırlı olduğunu zaten gösteriyor. Özellikle birinci ve ikinci hususta dile getirdiğim gerekçeler zaten kapasitesi ve performansı sınırlı olan yapının ülkemizde neden bu sınırlı kapasiteyi ve performansı da gösteremediğini açıklıyor.
Bu açıdan baktığımızda ülkemize özgü aksaklık, eksiklik gerekçelerini de dikkate alarak egemen formun doğasını hedef alan bir stratejik konuma ihtiyacımız olduğu görülüyor. Bu konumun gereklilikleri ile eğitim-öğretim alanına ilişkin tüm enerjimizi bugün olduğu gibi statükonun muhafazası ve tahkimi için harcayan konumun gereklilikleri arasında ölçüye gelmez bir fark olduğu, olacağı açıktır. Birinci konum bizi dozajı yüksek ve derin bir eleştirellikle mevcudu adeta yapıbozuma uğratmaya çağırırken ikincisi on yıllardır devam edegeldiğimiz bir ezberde ısrara mahkum ediyor. Birinci konumun ufkunda şu an belirsizliğin sebebiyet verdiği korku ve tedirginlik var. İkincisi ise egemen bir kanı olmanın konforuyla sahte bir konuşmayla, gerçekliği olmayan vaatlerle katlanılır hale getirilen istikrarlı bir başarısızlığın döl yatağı olmaya devam ediyor.
Bakan değişiminin yapıldığı bu süreçte giden bakanın en büyük sorumluluğu -çünkü bunu ülkemizde en iyi bilen insanlardan biridir- alana ilişkin çözüm arayışımızın odağına yerleşik formun doğasını hedef alan stratejik konuma yönlendirmeden ısrarla imtina etmesiydi. Şüphesiz bu durum gelen bakanın da en büyük sorumluluğunun ne olacağını gösteriyor. Aksi takdirde şu ana kadar yaptığımız şekilde mevcudu muhafaza ederek gideceğimiz yer yeni bir bakan değişimi olacaktır. Mesele, kaydırıldığı yanlış zeminde anlaşıldığı üzere, asla gelen veya giden aktörün bireysel hünerinde tüketilemez ve tüketilmemelidir. Ortada bütün halinde bir eko-sistem var, devasa bir yapı ve sistem sorunu var. Altını ısrarla çizmeye çalıştığımız üzere kullandığımız egemen eğitim dili en başında gerçekliğimizi çarpıtan bir niteliğe sahip. Konuşmamız, tartışmamız mantıksal kurgusu, zihniyet kalıbı, ön önermeleri ve dolaşımda olduğu ilişki ağıyla bırakın sorun çözücü olmayı sorun tespit etme kabiliyetinden yoksun. Çok daha açığı bu niteliğiyle sorunun bizatihi kendisi. O yüzden Kemal Tahir’in altını çizdiği hususa sanırım şunu da eklememiz gerekiyor: Geleceğe kasteder şekilde geleceğe ilişkin konuşmak da mümkün ve açık ki şu an yaptığımız konuşmaların önemli bir kısmı bu nitelikte. İddiaları, lansmanları “gelecek inşası” şeklinde olsa da nihayetinde bu ahvaldeki konuşmalar Spengler’in ifadesiyle sahte şekillenmeye (pseudomorphosis) sebebiyet veriyor. Malesef bizim konuşmamız, tartışmamız da niteliği, içeriği ve işleyişi itibariyle geleceğimize kastetmeye devam ediyor.
Yeni yorum ekle