İnsan bu dünyaya yazı’dan önce de mührünü vurmuştur. Prehistorik dönemde kullanılan araç-gereçlerin varlığını biliyoruz. İnsan 3 milyon yıl önce sırasıyla taş, toprak, maden kullanarak aletler üretmiş. Sonra bunları çeşitli canlı figürlerinin mağara duvarlarına resmedilmesi izlemiş. Endonezya’da 38bin, İspanya Alta Mira’da 33bin, Fransa Chauvet’de 30bin (bu UNESCO’ya kaydedilmiştir) yıl öncesine tarihlendirilen insan eli, çeşitli büyük baş hayvanlar, insanlar ve benzeri figürler mağaraların derinliklerinde binlerce yıl çizim ve renkleriyle zamana direnmiştir. Ne var ki bunların hiçbiri uzmanlar tarafından tarihi başlatan fiiller olarak görülmemiştir.
Soruyoruz: Neden yapma/etme sunumunun işareti taş balta, neden imgeleme/simgeleme sunumunun işareti mağara resimleri değil de neden düşünme/konuşma sunumunun işareti ‘YAZI’ tarihi başlatan olarak kabul edilmektedir? Cevabımızı hemen baştan veriyoruz: Çünkü yazı insanın mikro ve mezzo ilişkiler ağının ötesine çıkmasının ilk işaretidir. Çünkü yazı insan birlikteliklerinin makro düzleme geçişinin işaretidir. Çünkü yazı dolaşım ağına dahil olmanın, sosyolojik olana katılmanın işaretidir.
Taş balta ‘insan-doğa’, bir dereceye kadar da ‘ben-sen’ ilişkisini yansıtır. Buradaki ‘sen’ ne tekil bir ‘sen’dir ne klana mensup olan biridir. Buradaki ‘sen’ taş balta malikine muhtaç ya da bağlı olandır. Aralarında soy ilişkisinin bulunduğu tahmin edilebilir. Karşımızda yüzyüze, doğrudan, kısa mesafeli, dar zamanda yürütülen bir ilişki ağı vardır. Biz buna mikro ilişki ağı diyoruz. Mikro ilişki seviyesinde ‘Ben-sen’ ilişkisi henüz klan sayılamayacak ama baltası olana bağımlı olan birkaç kişinin varlığına işaret eder. Taş balta ile avlanılır yani beslenilir, savaşılır. Ne zamanki bunlara ilaveten savaşmanın yani güvenliği sağlamanın süreklilik kazanması gerekir o zaman taş balta sahibine bir de sosyal statü sağlar. Taş balta sahibine saygınlık kazandırdığı ölçüde ‘ben-sen’ ilişkisi mikro seviyeden, süreklilik gösteren bir ilişki tipine evrilir. Süreklilik gösterme hali, embriyo halinde bile olsa, bir kurumsallaşmanın başladığının işaretidir.
Duvar resmi ‘biz-siz’ ilişkisini yansıtır. ‘Biz-siz’ ilişkisi kurumsallaşmanın, mezzo seviyeye giden yolun işaretidir. ‘Biz-siz’ ilişkisi boyda daha terimsel adıyla klanda gözlenir. Duvar resmi tek kişinin, çizerinin imgeleminin işaretidir. Ama mağara resmi bir klanın toteminin simgesi de olabilir. Bu durumda ‘biz’ denen mezzo ilişki ağına işaret eder. Mağara resmi totemin işareti yani klanın kimliğinin simgesi olduğu zaman dahi klan içinde yüzyüze, birincil ilişkide olanlar arasındaki bir iletişim aracıdır. Onların ‘biz’ dairesi içinde olduklarını simgeler. Onların aidiyetini belirler. Bunun yanısıra, totemin mağara resmi olmanın dışına çıkması ve bir cisim olarak somutlaşması onun ‘biz’ dışında ‘siz’ için de bir simge olduğunu gösterir. Ama bu da totem olan duvar resminin ya da cisimleşmiş totemin tarihin başlama işareti olarak görülmesi için yeterli değildir. Zira biz tarihin başlatıcısı olmanın sosyal antropolojik ve hatta sosyal psikolojik değil ama sosyolojik bir zemininin bulunduğunu düşünmekteyiz. Sosyolojik olan ise ne ben-sen ne biz-siz fakat ‘ötekiler’ arası ilişkide ortaya çıkar.
Yazı ‘ötekiler’ arası ilişkiyi yansıtır. ‘Ötekiler’ arası ilişki ‘biz-siz’ arası ikincil ilişkinin ötesinde çok daha mesafeli, geniş zamanlı, geniş mekanlı ve dolaylı makro seviyedeki ikincil ilişkilerin başlamasının işaretidir. Evet, ‘yazı’ tek kişinin kaleminden çıkar. Ama ‘yazı’ içinde taşıdığı manayı sadece tanıdıklarına değil tanımadıklarına da duyurmak, iletmek için yazılır. İşte sosyal hayat da sadece tanıdıklarımızdan değil onların yanısıra tanımadıklarımızdan da oluşur. Yazı ile makro seviyedeki kurumsallaşma adeta birlikte başlar ve atbaşı birlikte ilerler. Resim ya da totemde kurumsallaşma vardır ama zayıftır, birincil grup ilişkisi etkisini ve gücünü kurumların yapılaşmasında ve işleyişinde hatta işlevlerinde sürekli hissettirir. (Liyakat yerine nepotizmi, kamu denetiminden kaçmaları, rüşvet ve kayırmacılığı ve bunların normalleştirilme mekanizmalarını hatırlayalım).
Kurumsallaşmanın yazı ile yerleşiklik kazandığını ikincil grup kavramlaştırması ışığı altında anlarız. Yazıyı kuşkusuz birincil grup ilişkilerinde de kullanırız ama ondan daha çok ikincil grup ilişkileri düzleminde kullanırız. Birincil grup ilişkisi için yazı şart değildir. Konuşma, konuşmanın kalıplaşmış halleri olan anılar, masallar, şiirler, dengbejler, bulmacalar, muammalar, fıkralar, şarkılar muhataplar arası birincil ilişki muhabbeti için yeterlidir. Birincil ilişkiler muhataplar arasında yani birbiriyle yüzyüze, doğrudan, kısa mesafede, dar zaman aralığında gerçekleşen ilişkilerdir. Ama şiirimizi, şiirimizdeki duygumuzu, zihnimizden geçen düşüncelerimizi, hikayelerimizi, anlatılarımızı tanımadığımız ya da uzaklardakilere zamanda ve mekanda bizden ırak olanlara da iletmek, aktarmak istediğimizde yazıyı kullanmalıyız. Yazı insanın duygu ve düşüncelerinin somuta dökülmüş formudur; adeta düşüncelerin maddeleşmiş formudur. Yazı düşüncenin varlığını haykırması, dikelmesidir. Yazı düşüncenin ‘ben varım ve buradayım’ diye seslenmesinin ifadesidir. Mağara resmi de ‘ben varım ve buradayım’ diyor ama orada çizilen sadece görülenlerdir; mağara resminde ikonografik anlam vardır. Mağara resminde simgeleştirme yoktur. Totem kanalıyla söylenen ise ‘biz varız ve buradayız’dır. (Claude Levy-Strauss buna bir de “size göre biz bu’yuz”u eklemiştir). Oysa yazı üzerinden söylenen tanımadıklarıma, henüz karşılaşmadıklarıma ve belki de hiç karşılaşmayacaklarıma hitabımdır. (Bu noktada A.Schutz’u hatırlayalım). Totemin ‘var ve burada’ olması kurumsallaşmanın varlığı için gerekli ama yeterli değildir. Zira totem altındaki herkes birbirinin aynıdır, farklılaşma yok denecek kadar azdır, farklı olan totemdir. Herkes aynı totemin ruhunu (‘anima’sını?) paylaşmaktadır. Bu aynı’lık bozulduğu anda totem de büyüsünü yitirmeye, çözülmeye başlar. O nedenle o toteme bağlı olanlar için “birimiz hepimiz içiniz”dir. Farklılaşma istenmez, zira farklılaşma ile dayanışma bozulacaktır. Durkheim’in işaret ettiği ‘mekanik dayanışma’ gücünü benzerlikten, farklılaşmamış olmaktan alır. K.Marx buna “bir çuval içindeki patatesler” benzetmesini yapar. Durkheim bu özellikleri gösteren birliktelik tipine ‘mekanik toplum’ der.
Yazı insan birlikteliklerinin belirli bir aşamasından sonra karşımıza çıkar. Ki o ‘belirli aşama’nın ilk işareti insan birlikteliklerinin büyümesi yani nüfusun artışıdır. Nüfus artışı bizatihi artış oluşundan değil ama yol açtığı yeni sosyal hayat düzeninden dolayı önemlidir. Nüfus artışı daha çok tüketici yani daha çok üretme gereği demektir. Bu ise, teknoloji zayıf olduğuna göre, mekanda yayılmayı, yani toprak genişletmeyi, bu uğurda gerekirse savaşmayı, savaşanları doyurmayı gerektirir. Sayısı artan nüfusun gerek beslenme ve barınması gerek güvenliği için yeni toprak kazanmak gerekir. Kazanılan toprakların savunulması için savaşmak gerekir. Savaşanları doyurmak için toprağı ekip biçenlerin yani toprağa bağlı çiftçilerin bulunması gerekir. Bu düzenin meşrulaştırılması, meşruluk ölçütlerinin konması için rahipler gerekir. Bu düzenin sevk ve idaresini üstlenen bir yönetici sınıfın ortaya çıkması gerekir. Toplumun tüm bu işleri üstlenecek katmanlara ayrılmasına sosyal farklılaşma diyoruz. Sosyal farklılaşma zaman içinde mekanik toplumun çözülmesine ve yerini değişen sosyal ihtiyaçlara binaen ortaya çıkan farklı kolektif birimlerin bileşkesi olan daha değişik bir toplum tipine bırakmasına yol açacaktır. E. Durkheim buna ‘organik toplum’ diyor. Organik toplum İnsan birlikteliklerinin işbirliği değil, tersine işbölümü esasında kurulmasına işaret eden bir adlandırmadır. Açıktır ki tüm bu akışın planlanması, düzenlenmesi, bir yerlerde kaydının tutulması ve işleyişin o kayıtlara göre yürütülmesi bir zorunluluktur. Çünkü yapılan işler insan ömrünü aşan, insanlar ölseler bile arkalarından gelenlerce yürütülmesi gereken işlerdir.
Demek ki yazı, insan birlikteliklerinin belirli bir aşamasında, farklılaşan alt birimlerine ilişkin bilgilerin kaydı, bunlar arası ilişkilerin yürütülmesi, iletişimin akışı ve tüm bu bilgilerin gelecek kuşaklara aktarılışını kolaylaştıran bir şifreleme sistemi olarak ortaya çıkıyor. İlk yazılı tabletlerde savaşçıların, yiyeceklerin, idari işlem, görevlendirme ve talimatların kaydının bulunmasının nedeni bu olsa gerek.
Yazı insan birlikteliklerinin hafızasıdır. Yani olan bitenin, yapılıp edilenin kayıt aracıdır. Tarih yazıyla başlar zira yazı bize dolaylı değil doğrudan bilgi sunar. Herhangi bir mağara resminden, totem figüründen, herhangi bir alet, araç, gereçten daha kapsamlı bilgiler sunar. Bir resim sadece bir resimdir, bir alet sadece bir alettir. Onlar konuşmazlar ama onları biz konuştururuz, onlara biz anlamlar yükleriz. Oysa yazı kendiliğinden konuşur. Yazı konuşulmuş, düşünülmüş olanın kaydıdır. Yazı sesi değil kelimeyi, cümleyi imler. Ne nimettir ki tüm diller, ölü ya da yaşayan, tek heceli, büklümlü ya da eklemli fark etmez hepsi istisnasız mantıklıdır, mantıksaldır.
Her dil öğrenilebilir, anlaşılabilir, bir diğerine tercüme edilebilirdir. Özellikle isim ve fiil cinsi kelimeler ne kültürlerarası ne zamanlar ve mekanlar arası farklılığa bağımlıdır. Her isim ve fiil cinsi kelime başkasınca anlaşılabilir, başka bir dile çevrilebilir. Kültür, zaman ve mekan farkı sadece ve sadece sıfatlar içindir. Gramerdeki zamanlar (tenses) bile bizatihi zamanla değil ama zamanı kullanmakla bağlantılıdır ve onlar bile tercüme edilebilirdir.
Kayda geçen ilk yazı Sümerlere aittir: MÖ 3500. Sonra Mısır, Anadolu, Orta Amerika’da kullanılan yazı örnekleri gelir. Yazı ile taş, toprak, madeni balta ve mağara resmi arasında çok uzun bir dönem vardır. Yazıyı ilk kullananlar ise ‘katipler’. Katipler kayıtları tutanlardır. Önceleri savaşçıların, savaşlarda kullanılan araç gerecin, gıda maddeleri üretim, tüketim ve stoğunun, savaşların, barış anlaşmalarının, ticari sözleşmelerin, başta hukuk kuralları olmak üzere birlikte yaşama kurallarının kaydını tutmaya yarayan yazı zamanla duyguların ifadesi için bir araç olarak da kullanılmaya evrilir. Hitit tabletlerinde, ki Hititler MÖ 1600-1200 arası yaklaşık 400 yıl Orta Anadolu’dan başlayarak, kuzeyde Karadeniz’e, oradan güneyde Byblos’a kadar uzanan bir coğrafyada hüküm sürmüşlerdir, bu tür duygusal sesleniş örneklerine rastlanır.
Yazı sadece kayıt tutmanın, savaşçı ve hükümdarların maceralarının, duyguların ifade aracı olmakla kalmaz. Yazı bunlarla birlikte ve bunların üstüne, somutta değil soyutta var olanın, zihinde düşünülenin, tahayyül ve tasavvur edilenin, tasvir ve hatta temsil edilenin yani varlığı zihinde kurgulanmış olanın da yansıtıldığı, ifade edildiği, kayda geçirildiği araç olur. Görünen o ki yazı zaman içinde çok katmanlı bir hale gelmiş, nesnelerin ve insanların, hayvanların, güneş ve ayın hareketlerinin, iklim değişmelerinin, sellerin, depremlerin, yanardağların lav püskürtmelerinin, birlikte yaşama kurallarının, kanunların, hükümdarların yaptıkları ve söylediklerinin, savaş ve benzeri toplumun genelini ilgilendiren olayların, barış anlaşmalarının, ticari sözleşmelerin, nikah ve boşanma akitlerinin vb kaydının tutulmasından duyguların iletimine kadar yayılan bir yelpazenin kayıt kutusu olmuştur. Daha da ilerisi yazı var olanların, yaşananların kaydı olmanın bir adım ötesine geçip onların zihinde yansımaları olan özel, tekil formlarının yine zihindeki genel, tikel ve tümel formlara dönüşmelerini yansıtan araç haline de gelmiştir. Buna düşüncenin yazıya geçirilmesi diyoruz. Böylece yazı düşüncenin hıfzedildiği mekan haline gelir. Yazı sadece düşünceyi hıfzetmekle kalmaz aynı zamanda düşünceyi sistematize de eder. Onu tutarlı bir düzene kavuşturur, okuyan tarafından anlaşılabilmesi için yazıda açık, net, sarih ifadeler kullanılır. Yazıya dökülen düşünce yarım bırakılmış ya da öncesi sonrası ile bağlantısı kopuk bir sözlü anlatımın yazıya geçirilmiş hali değildir. Bir ifade yazıya geçirilirken düzene de konur, mantık kurallarına uygun hale getirilir. Bir düşüncenin yazıya dökülmesi yazıyla işaret edilen gösterilen ile yazıya dökülen hali olan gösteren yani yazı arasına bir mesafenin girdiğini gösterir. Bu mesafelenme önemlidir. Evet, bu mesafelenme bir büyü bozumudur, hatta ilk büyü bozumu budur. Ama aynı zamanda insan potansiyelinin gerçeklenebilmesi (actualization) için de bu mesafelenme gereklidir.
Yazının kavramsal düşüncenin de ifade aracı olması demek, yazının mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel bilginin de ifade edilmesini, korunup saklanmasını ve iletilmesini mümkün kılan bir araç olması demektir. Yazı bu haliyle adeta insanı yaratmakla kalmayan ve fakat ona bir de Olimpos’taki tanrılardan çaldığı ateşi yani yaratıcılığı, bilgiyi, uygarlığı hediye eden mitolojik karakter Prometeus’u temsil eder. Nasıl Prometeus tanrısal düzene karşı çıkıp, gözyaşının toprakla karışmasından oluşan çamuru yoğurarak insanı yaratmış sonra da bu yarattığı insana tanrılardan çaldığı ateşi yani bilgiyi, yaratıcılığı ve bunların birikimini yansıtan uygarlığı vermişse, yazı da insanların zihinsel yeteneklerini ve yaratıcılıklarını zihnin tasvir, temsil, tahayyül ve tasavvur güçleriyle birleştirmelerine fırsat sunmuş onların uygarlık yolundaki adımlarına ivme kazandırmıştır. Kuşkusuz yazının (Prometeus’un) sebep olduğu bu gelişmenin insanın var olmaktan duyduğu hazza ve ateşin simgeledikleri sayesinde elde ettiği huzura katkısı tartışmaya açıktır. Birimizin haz ve huzur dediğine başkası acı ve angst diyebilir. Bazıları Prometeus keşke insanı hiç yaratmasaydı, bu dünya tanrıların dünyası olarak kalsaydı, “kahrolsun günahkar insan” diyebilir. Bazıları Prometeus keşke insana ateşi vermeseydi, insan nesneler ve kavramları arası mesafeyle hiç tanışmasaydı, bu dünyada değil de büyülü olan, büyüsü bozulmamış bir dünyada yaşayıp gitseydi, “kahrolsun okur yazarlar” diye düşünebilir. Ama, tarihte olan olmuştur. Olanı olmamış gibi farz edemeyiz, keşke olmasaydı diye hayıflanarak hayatımızı sürdüremeyiz, olanları “şimdiye kadar bunlar olmuş ama ben bunların devam etmesine karşıyım” deyip dünyayı yakıp yıkmaya kalkışamayız. (Her ne kadar bunların her birini sürekli yapan nihilist, anarşist, insan düşmanı insanlar tarihin her döneminde bulunmuş ve bulunmakta iseler de). İnsan vardır, yazı icat olmuştur ve şeyler yani nesneler ile adları arası başlangıçta hiç olmayan, zamanın akışı içinde ise ortaya çıkmakla birlikte yine de yakın olan mesafe zamanla açılmış, gösterilen ve gösteren arası mesafeye gösterilene yöneltilen farklı anlamaların işareti olan farklı mana atıfları girer olmuştur. Adlar özel ad olmaktan çıkmış cins adlar olmaya başlamış, cins adlar soyutlandıkça ve genelleştikçe bunların bir yandan kapsamları genişler bir yandan da içerikleri zenginleşir olmuştur. Nesneler ve adları arası mesafe zamanla çeşitli kavramlar, kavram dizgeleri, kavramsal çerçeveler, teoriler, söylemlerle dolmaya başlamıştır. Nesneler ve adları arası mesafenin açılması imkanını onlara yazı sunmuş, yazı sayesinde nesneler ve adları arası mesafe genleşme imkanına kavuşmuştur. Yazı gösterenin namütenahi artmasına destek olmuş, bu artışa imkan sunmuş, adeta bu artışı teşvik etmiştir.
Gösterenlerin artışı kelimelerin, kavramların artışı demektir. Kavramların artışı her soyutlama basamağında yeni bir form ve içerik kazanan kelimenin, ki kelime düşünce birimidir, yeni bir gösterilenin adı olarak belirmesi demektir. Form ve içerikler gelişip evrildikçe onlara yeni adlar da vermek gerekir. Düşünülen çeşitlenince onun işareti olan kavramın adı olan kelimelerin de çeşitlenmesi beklenir. Kavramların artışı büyü bozumunun hızlanması demektir. İlk büyü bozumu her ne kadar gösteren ve gösterilenin ayrılmasıyla başlamışsa da ivmeyi yükselten, gösterenlerin sayısının hızla artmasıdır. Gösterenlerin sayısının hızla artmasında, böylece gösterilenin çok katmanlı olarak kavranmasında etkili olan ise yazıdır. Zira yazı her yeni gösterenin, her yeni kavramlaştırmanın kayda geçirilmesini mümkün kılmakla hem unutulmasının önüne geçmekte hem de çok sayıdaki insanlarca öğrenilmesine, paylaşılmasına ve kullanılmasına fırsat vermektedir. Yani Prometeus insana öyle bir hediye vermiştir ki Olimpos’un tanrıları onu ne kadar cezalandırsalar yeridir.
Bilindiği üzere Zeus Prometeus’u Kafkasya Dağları’nda zincire vurur, her gece bir akbaba (ya da kartal) Prometeus’un karaciğerini yer, ertesi gün karaciğer kendini onarır ama gece gelen akbaba yenilenen ciğeri yeniden yer. Ama ne gam? Her ne kadar mitolojideki öykü Prometeus’un Zeus’un oğlu Herakles tarafından kurtarılmasıyla sona ererse de ben bu öyküyü değiştirmek ve Sisiphos efsanesiyle bitirmek isterim. Benim yeniden-sunumuma (representation) göre her iki karakter de aslında aynı eylemi yapmakta ama öykülemede anlatıcı her ikisinin yaşadıklarını ayrı çizgilerde sonlandırmaktadır. Oysa ben Prometeus öyküsünün sonunu onun kurnazlığıyla değil Sisiphos’un onurlu tavrıyla bağlamaktan yanayım. Prometeus’un öyküsünü Sisiphos’un öyküsüyle birleştiriyor ve öyküyü Sisiphos’la devam ettiriyorum. Sisiphos ölümlülerin en bilgesidir ve bu nedenle de Olimpos’un tanrıları onu cezalandırmak isterler. Sisiphos’un cezası her gün yüksek bir tepeden aşağı yuvarlanan büyük ve ağır bir taşı yukarıya taşımak ama tam taşıma işi bitecekken taşın yeniden yere düşmesi üzerine aynı taşı tekrar yukarı çıkarmaya çalışması olarak belirlenmiştir. Sisiphos yere düşen taşı her gün ilenmeden, yüksünmeden, kendine biçilen kaderi, kaderini çizenlere yalvarmadan, onlardan af dilemeden, kaderini değiştirmeye kalkmadan onurla taşır. Böylece Sisiphos Olimpos tanrılarından intikamını alır. Zira Sisiphos umutsuzluk ve yeise kapılmak ya da boş bir umut beslemek yerine gerçeği olduğu gibi kabul eder ve acı verici görevini sürdürür. Bu Sisiphos’un kaderini kabul etmesi olarak okunabileceği gibi Olimpos tanrılarından intikam alması olarak da, acısını acısı karşılığında insanlara verdiklerini düşünerek onurla taşımasının işareti olarak da okunabilir. Sisiphos böyle davranmakla yukarıdakiler tarafından verilecek hiçbir atıfete, ödüle, makama, hatta affa ihtiyacı olmadığını onlara göstermiş olur. Adı ister Prometeus ister Sisiphos olsun sonunda işaret edilen Nesimi’nin şiirine yansıttığı tavrı ile aynıdır: “Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem”. Ya da Hasan Hüseyin’in dizesindeki gibi: “...acıyı bal eyledik sıratı yol eyledik…”.
Tarihin başlatıcısı kabul edilen yazının insan ve insanlık üzerindeki etkisi bunlarla sınırlı değildir. Hatta belki de asıl etkisi buradan sonra başlamaktadır. Şöyle ki Sümerler’de ilk yazıları yazanlar saray ya da tapınak görevlisi katiplerdir. Ama katiplerin bu ayrıcalıklı konumları ya da yazı üzerindeki tekelci pozisyonları uzun süre devam etmeyecektir. Zira bir yandan yazı önce Sümerler’de sonra diğer Mezopotamya halklarında, Mısır’da, Anadolu’da, Orta Amerika’daki Aztekler’de ve Helen ülkesinde yaygın kullanım alanı bulur, insan ve insan birlikteliklerinin hayatında önemli değişim ve dönüşümlere yol açar en azından bunları hızlandırırken, bir yandan da bu toplumlarda ama özellikle de yine Sümerler’de yazının bulunuşundan tamamen farklı bir gelişme daha yaşanır. Tarih sahnesine artık- ürün çıkar. Kuşkusuz yazı ve artık-ürün birbirinden çok farklıdır ama aslında aynı gelişimin iki ayrı alandaki yansımalarıdır. Artık-ürün sözlüklere göre “emeğin yeniden üretimi için gerekenin ötesinde üretilen üründür. Üreticilerin öz tüketimleri ötesinde ürettikleri üründür, ihtiyaç fazlası üründür”. Toplumda tüketileceğinden daha fazla miktarda ürün artışının ortaya çıkması, artık-ürün üzerinden yürütülen ticaret sayesinde sarayın hazinesinde daha çok servet birikmesi demektir. Kuşkusuz savaş ganimetleri de diğer bir zenginlik kaynağıdır. Savaş ganimeti ve artık-ürün üzerinden biriken servet kuşkusuz tarıma bağlı yaşayan yerleşimlerin dışındaki yerlerin yani kentlerin sayıca artmasına ve aynı zamanda daha çok savaşta kullanılacak araç gereç imaline, daha bakımlı yol, köprü, tapınak, konut inşasına da yol açmıştır. Giderek büyüyen zenginlik kamusal işler görenlere, saray hizmetlerinde bulunanlara, komutanlara, rahiplere daha yüksek maaş ve benzeri kaynak aktarımlarını mümkün kılarken bir yandan da yönetici, rahip ve asker dışında kalmakla birlikte tarım veya zanaat ile de uğraşmayan bir yeni sosyal katmanın toplum hayatında belirmesine yol açar. Toplumun artık-ürünü herhangi bir yerleşik iş ve meslek mensubu olmamalarına rağmen bu katman mensuplarının hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli harcamalarını üstlenmeye yeter seviyeye ulaşmıştır. Bunlar ne rahip ne katiptir, daha farklı bir kategoriyi temsil eden bilge kişilerdir. Bu bilge kişilere ben entelektüeller diyorum. Entelektüel genelde zihinsel çaba harcayarak bilgi temelinde özgün fikir üreten kişi olarak tanımlanır. Biz buna ek olarak entelektüel tarihi başlatan yazının taçlandırıcısıdır diyoruz.
Yazacak çok şey var ama şunu…
Yazacak çok şey var ama şunu bir tek şunu söylemek istiyorum. Nilgün Hocam çok erken emekli oldunuz. Soyisminizin manasını gerçek hayata uyarlamak için bir 10 yıl daha bekleyebilirdiniz.
Önemli ve nitelikli bir yazı…
Önemli ve nitelikli bir yazı. Teşekkür ederim.
Yeni yorum ekle