Tarihten Yapraklar
Farslar, Ortadoğu’nun en eski medeniyetlerini kuran milletlerin başında gelir. Bölgede en azından 2500 yıllık bir tarihleri var. İslam’dan önce bugünkü Azerbaycan, Ermenistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Güney Kazakistan, Afganistan, Tacikistan, Pakistan, Kafkaslar, Irak, Suriye, Güney Türkiye ve Arabistan’ın bir kısmına hakim olmuşlardır. Bu coğrafya için Büyük İskender’le savaşmışlardır. Mecusilik veya Zerdüştlük, Farslara has bir din olup, ateşe tapma dinidir. Farsça yeni gün anlamına gelen Nevruz da bu dinin bir bayramı iken diğer milletlere yayılmıştır. Köklü bir müzik, edebiyat ve mimarlık kültürüne sahip olduklarını kaynaklar gösterir. Büyük ölçüde Hz. Ömer zamanında Kadisiye Savaşından sonra Müslümanlaşan Farslar, bir taraftan milli kültürlerine sadık kalmışlar diğer taraftan da İslam kültürüne çok değerler katmışlardır. Bu dönemden sonra yetişen Fiedevsi Gaznelilerden ve Ömer Hayyam da Selçuklulardan ilgi görmüştür. 1500’lü yıllarda yetiştirdikleri Hafız Şirazi dünyanın sayılı şairleri arasında yer alır. Ayrıca aralarında Seyid Şerif Cürcanî, Fahreddin Razî, Ömer Nesefi gibi âlimler; İmam Gazalî, İbni Mukaffa, Abdülkadir Geylanî gibi mutasavvıflar; İmam Ebu Hanife, Davud el-İsfehani gibi fıkıh bilginleri; Taberî, Beyhakî gibi tarihçiler; Nizamülmülk, Celaleddin Devvanî gibi siyaset bilimcileri; Molla Camî, Feridüddin Attar gibi şair ve hadis derleyicileri Farstır. Bunların hiç birisi Şii değildir.
Diğer taraftan asker bir millet olan Türkler Hun ve Göktürk İmparatorluklarını kurarak Farslara komşu olmuşlar ama birbirleriyle hiç çatışmamışlar. Emeviler zamanında Kuteybe Bin Müslim Orta Asya’ya sefer etmiş, düzenli ordularla karşılaşmamış ve geniş bir coğrafyayı fethedebilmiştir. Baykent (zengin şehir)’e giren Kuteybe, şehri yağmalamış ve birçok insanı kılıçtan geçirmiştir. Türkler nezdinde iyi iz bırakmayan Emevilerin, Türklerin Müslümanlaşmasını sağlamada başarılı oldukları söylenemez. Halbuki Türkler İslam’ın üç temel inancını paylaşan bir milletti: Göktanrı, ölümden sonra dirilme ve savaş (cihat).
Abbasi Devleti kurulduktan sonra Fars ve Türk aydınları Bağdat’ta boy göstermeye başlar. Çinlilere karşı Savaş açmak isteyen bir Türk devleti olan Karluklar, Abbasilerde yardım ister. 751 yılında Abbasiler Karluklara yardım göndererek bugünkü Kırgızistan ve Kazakistan sınırı üzerine bulunan Talas nehri civarlarında Çin ordusunu yenerler. Bu sayede Müslümanlarla Türkler arasında yakınlaşma başlar. Araplar, o tarihten sonra Orta Asya sahnesinden çekilmişlerdir. Karahanlı Devleti Hakanı Satuk Buğra Han 932 yılında resmen devlet dininin Müslümanlık olduğunu kabul edince Türk halkı da İslam dinini benimsemeye başlar. Yani Türkler İslamiyet’i kılıç zoruyla değil, isteyerek benimsemiştir.
Konar-göçer olan Türkler, İslamiyet’i kabul ederek yerleşik düzene geçmeye başlar ve o tarihlerde zaten Müslüman olan Farslarla Semerkant, Buhara ve Hive vs. gibi şehirlerde kaynaşırlar. İslam’ın ibadete dair terminolojisini de Farslardan öğrenirler. Nitekim, namaz, abdest, oruç vs. gibi ibadete dair kelimelerin hepsinin Farsça olmasının sebebi de buradan gelmektedir. 11. ve 14. yüzyıllar arasında Orta Asya'nın bir bölümünü ve Orta Doğu'yu yine Müslüman bir Türk devleti olan ve Oğuzların Kınık boyuna mensup Selçuklular yönetir. 1055 yılında Bağdat’a giren Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Şehri Şii Büveyhoğullarından kurtarır ve Abbasi Halifesi Kaim’in yanında yer alır. Irak’a daha önce yerleşmeye başlayan Türkler bu tarihten sonra daha yoğun bir şekilde Irak coğrafyasına akın etmeye başlarlar. Takriben 300 yıl hüküm süren Selçuklularda ordu dili Türkçe iken son dönemlerinde saray dili Farsça olmuştur.
Türkler ve Tasavvuf
Türkler İslam’ı kabul ettikten sonra tasavvufa çok ilgi göstermişlerdir. 1093-1166 yılları arasında bugün Kazakistan’ın güneyinde yer alan Yesi şehrinde yaşayan Ahmet Yesevi Hazretleri ilk Türk mutasavvıfı sayılır. Vefatından sonra kurulan Yesevilik Tarikatı, Bektaşilik ve Safevilik gibi bir çok tarikatı etkilemiştir denilebilir. 1209-1271 yılları arasında yaşayan Hacı Bektaşı Veli’den sonra Anadolu’da yaygınlaşan Bektaşiliğin devamında 1252-1334 yılları arasında bugünkü Güney Azerbaycan’da bulunan Erdebil şehrinde Safyüddin İshaki yaşamış ve kendisinden sonra da Safevilik tarikatı yayılmıştır. Her iki mutasavvıf da bugünkü anlamda Şiilikten çok Sünniliğe yakındır. Onlar Allah rızası için birer dergâh açıp insanları hak yoluna irşad eden ermiş kişiler olarak görülebilirler. Yani bunlara ¨mezhepler üstü insanlar¨ denilse yanlış olmaz. Her ikisinde de ortak yön ehl-i beyt sevgisinin olmasıdır ki zaten günümüze kadar da bütün Türk topluluklarında bu sevgi mevcuttur. Zaten kendisinden sonra bütün tasavvuf erbabına rehber olan Ahmet Yesevi’nin de söylemleri hep Allah’ta insan sevgisi, hoşgörü, dürüstlük, ilahi aşk, nefisle mücadele gibi yüce erdemlik değerlerini saf ve yeni İslam’ı kabul etmiş sıradan insanlara anlatmak ve benimsetmek olmuştur.
Bektaşilik, 1299 yılında Anadolu’nun Söğüt şehrinde kurulan ve Oğuzların Kayı boyuna mensup Osmanlı Devletinin ocağı olmuştur. Safevilik ise, Safyüddin İshaki’nin 8. koldan torunu olan Şah İsmail tarafından 1501’de Tebriz’de kurulan Safevi Türk Devletinin ocağı olmuştur. Bektaşi Tekkelerinde yetişen alperenler Osmanlının askerlerini oluştururken, Kızılbaşlar da Safevi Tekkelerinde yetişen dervişler de Safevi Devletinin askerlerini oluşturmuşlardır. Yani aynı kaynaktan beslenen iki devlet farklı tarih ve yerde kurulmuş; sonra da karşı karşıya gelmiştir. Tarihin cilvesi bu olsa gerek.
Bu noktada Kızılbaşlığı iyi anlamak gerekmektedir. Aslında Kızılbaşlık, Türklere has, basit bir inanç sistemi olup, Şamanlıkla yoğurulmuş bir yaşama tarzıdır. Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar Safeviye tarikatının şeyhi iken On iki imam inancını benimser. Ancak bu inanç bugünkü anlamda Şiilik demek değildir. Safevi Tarikatına mensup olanları diğerlerinden ayırmak için dervişlerinin başlarına, içinde on iki kırmızı çizgisi olan bir börk giydirir. Bu dervişlerin adı Kızılbaşlar olarak bilinir. Kısa zamanda Güney Azerbaycan ve Güney Doğu Anadolu’da yayılmaya başlar. Şah İsmail, devletini kurduğunda maiyeti, taraftarları ve askerleri hep Kızılbaşlardan oluşmuştur. Şah İsmail, Kızılbaşlığın Osmanlı’nın güçlü dini yapısı karşısında zayıf kaldığının farkında idi. Osmanoğulları’na karşı farklı ve güçlü bir dinî istikamet oluşturma maksadıyla Şiileştirme hareketini başlatır. İşe önce Kızılbaş Türkmenleri Şiileştirmekle başlar, büyük bir direnişle karşılaşınca kaba kuvvete başvurur ve binlerce Kızılbaşı öldürür. Kabul etmeyenlerin çoğu Anadolu’ya göç eder. Bugün Erzincan-Sivas hattı üzerinde yaşayan Alevilerin çoğu bu Kızılbaşlardan oluşmaktadır. Sonra sıra Sünni Farslara gelir. Onlara daha ağır müeyyideler uygulayarak Sünniliği bırakıp, Şiilik mezhebine girmeye zorlanırlar. Bu Şiileştirme eylemi Şah Abbas zamanında da devam eder.
Onun içindir ki bugün ne Kuzey ne de Güney Azerbaycan’da Kızılbaş, Alevi ya da Bektaşi var, ne de İran sınırları içerisinde Sünni Fars vardır. (Not: İran’da sayıları 2-2.5 milyon kadar olan Sünni Türkmen var). Tacikistan gibi uzak bölgelerde Farslar’ın coğrafyası Safevi hakimiyetinde olmadığı için Sünni kalabilmişlerdir. Ezcümle Farsları Şiileştiren Türk Safevilerdir. Bu tarihî gerçeği her Türk ve Fars bilmelidir.
Irak’a Türklerin, Safevi Devletinin kuruluşundan takriben 500 yıl önce yerleşmeye başladığını biliyoruz. Ancak Safevi Devletinin kuruluşundan sonra yoğun bir akın olduğu da bir gerçektir. Her iki dönemde de yerleşen Türkmenler Oğuz boylarından Kayı ve Bayat boyuna mensup Türklerdir. Şah İsmail döneminden başlayarak torunu Şah Tahmasb zamanına kadar bugünkü Güney Azerbaycan’dan Irak’a göç edenlerin hepsi Kızılbaş’tır. Bu Kızılbaşlar içerisinde Şiiliği reddeden Türkmenler elbet bulunmaktadır. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman (Tahmasb’ın çağdaşı) 1534 yılında Irakayn (Bağdat) seferi dönüşünde bugün Kerkük’ün bir bucağı olan Leylan’da çadır kurar ve Kerkük Tahrir Defterini hazırlatır. Bu defterde kayıtlı erkek isimlerine bakarsak Türkmenlerin çoğunun Kızılbaş olduklarını rahatlıkla anlarız. Bu isimlerden birkaçı şöyledir: Hüseyinkulu, Pirkulu, Hankulu, İmamkulu, Şahkulu, Allahkulu, Alikulu, Seydikulu, Babakulu, Şahverdi, Mehdikulu, Mirkulu, Hasankulu, Pirverdi, Dedekulu, Haydarkulu, Şahverdi, Pirgeldi, Abbaskulu, Hızırkulu, Rızakulu.
Ne Kanuni Sultan Süleyman ne de Bağdat’ı yeniden fetheden IV. Murat, ne de sonraki Osmanlı Padişahları Kızılbaş Türkmenleri Sünnileştirmeye çalışmıştır. Böylece 1500’lü yıllardan itibaren Kızılbaş olarak bugünkü Irak topraklarına yerleşen Türkmenler Osmanlı’nın idaresi altında kalarak hem Safevilerin zorla Şiileştirmelerinden kurtuldular hem de 1800’lü yılların ortalarına kadar Kızılbaşlıklarını koruyabildiler. Ama 1800’lü yıllarda giderek güç kaybeden Osmanlı Devleti kendi coğrafyası üzerindeki hakimiyeti artık zayıflar ve farklı bölgelerden gelen Şii din adamları Irak coğrafyasındaki Kızılbaş Türkmenleri Şiileştirmeye başlar. Bugün hâlâ Tavuk, Tazehurmatu ve Telafer bölgelerinde Bektaşi geleneğini sürdüren Türkmenler yaşamaktadır.