Geçenlerde kamuoyuna yansıyan eğitim içerikli iki haber, içerikleri ve çağrışımlarıyla düşündürücüydü. Vaziyetimizin neden arızi olmadığını, başımıza gelenin neden kaza olarak görülemeyeceğini, çok daha doğrusu başımıza gelen şeyin neden başımıza gelmesi kaçınılmaz olan ve layıkıyla hak edilmiş bir şey olduğunu sarahaten gösteren haberlerdi. Haberlerden ilki Açıköğretim Psikoloji lisans programlarının açılıp açılmamasıydı. İkincisi de YÖK’ün Felsefe bölümlerini seçecek öğrencilere öğrenim hayatları boyunca burs vereceğini açıklamasıydı.
Eğitimle ilgili yapageldiğimiz tartışmaların bir parçası hüviyetinde görülebilir elbette bu iki haber. Eğitim tartışmalarımızın keyfe kederliği dikkate alındığında bu iki haberin de bu nitelikte olduğu görülüyor. Ancak eğitim kavrayışımızın eksikliğiyle malul olan bu iki haber aynı zamanda kurumsal işleyişimizin nasıl savruk, kamu yönetimimizin nasıl ilke, yetenek ve yeterlilikten uzak olduğunun göstergesi hüviyetindeydi. Neden?
Öncelikle Açıköğretim Psikoloji lisan programının açılıp açılamayacağı mevzusunda karar vermek için Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelecek talimatı beklemek her yönüyle izaha muhtaçtır. Bu konuda kararı şayet Cumhurbaşkanı Erdoğan verecekse o zaman YÖK’e, üniversitelere, MEB’e ne gerek var? Özü itibariyle eğitsel, pedagojik ve bilimsel bir mevzuda karar verme sorumluluğunda bulunanlar nasıl oluyor da karar verme noktasında konuyla, konunun içeriğiyle ilgisi, alakası olmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karar vermesini bekliyorlar? Hangi gerekçeyle ondan gelecek talimatla meselenin kaderini tayin etmeye bakıyorlar? Ne için? Klasik dilemmada dile geldiği üzere eğer yetkili sizseniz yetkinizi niye kullanmıyorsunuz? Yok, yetkili siz değilseniz niye yetkili olarak ortalıkta duruyorsunuz? Bağlantılı olarak devlet sistematiğinde nasıl bir işleyiş ki bu; kendi yetki alanındaki bir işle ilgili görevli ve yetkili olanlar işlerini işin gereği neyi gerektiriyorsa o şekilde yapmak yerine siyasi iradeden gelecek işaret doğrultusunda yapmayı vazife addediyorlar?
Bütün verilerin masaya yatırıldığı ve ‘evet’ veya ‘hayır’ şeklinde savaşın olup olmayacağına karar verecek olan ‘egemen’in durumunu andıran Açıköğretim Psikoloji lisans programının açılıp açılamayacağı mevzusu, esas karar vermesi gerekenlerin nasıl karar veremez durumda olduklarının müşahhas bir göstergesidir. Bunun da YÖK ile sınırlı olmayıp maalesef bürokratik işleyişimizin niteliği ile doğrudan ilintili olduğu açıktır. Yükseköğretim sistemi içinde hangi bölümün hangi niteliklerde, hangi şartlarda açılması gerektiği veya hangi yapılanma ile daha işlevsel olacağı elbette tartışılabilir ve tartışılmalıdır. Hatta böylesi bir tartışmada bir karar mercii olarak yürütmenin nihai kararının alınması da işin tabiatı gereği görülebilir. Ancak sınırlı bir alanda ve içeriği itibariyle teknik sayılabilecek bir mevzunun karara bağlanmak üzere ülkenin en yetkili kişisine havale edilmesi veya ülkenin en yetkili kişisinden gelecek karar doğrultusunda çözümün aranması yukarıda da belirtildiği gibi mevzuyla ilgili ve yetkili olanların ilgi ve yetki alanlarının gerekliliklerini karşılamak yerine siyasi iradenin talep ve beklentilerine göre hiza aldıklarını göstermesi nedeniyle düşündürücüdür.
İkinci haber YÖK’ün geçenlerde açıkladığı Felsefe eğitiminin desteklenmesi kararıdır. Felsefenin gizemli doğasına(!), belirsiz hikmetine delil olarak kamuoyuna yansıyan karar YÖK tarafından yeni YÖK konseptine dayandırıldı. Açıklamada karar, rasyonel kontenjan politikasının gereği olarak sunulmakta ve şu an 57 devlet üniversitesi ile 6 vakıf üniversitesinde açık olan Felsefe bölümünün YÖK Destek Programına alınması şu şekilde gerekçelendirilmektedir: “Son yıllarda bu programlara rağbet azalmakta, kontenjanlar bazı üniversitelerde dolmamakta ve vakıf üniversiteleri bu programları açmaya ilgi duymamaktadır. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de sosyal bilimlerin, maalesef pek çok alana nispeten geçmişte sahip olduğu ve hak ettiği yerde olduğunu söylemek zordur. Felsefe de alaka ve talep kaybına uğrayan bu önemli bilim dallarından biridir. Bu durum, bilimin gelişimi için endişe vericidir. Zira her şeyin ölçülmeye çalışıldığı, maddiyat ile değer biçildiği ve ölçülemeyenin dışarıda bırakıldığı bir dünyada felsefenin giderek önemini kaybetmesi, özelde bütün sosyal bilimler için, genelde ise tüm bilimler için olumsuz sonuçlar doğurabilir. Eleştirel ve mantıki düşünce ile tahlil kabiliyetinin gelişmesinde felsefi ve mantıki düşüncenin rolü büyüktür. Diğer taraftan üniversiteler sadece bilgiye sahip insanlar yetiştiren değil, aynı zamanda dünyayı ve hayatı yorumlayabilme kabiliyetine sahip insanlar da yetiştiren kurumlardır. Felsefenin, üniversiteleri araştırma merkezlerinden veya şirketlerinden ayıran özelliği bu durumla ilgilidir. Felsefe üniversite öğrencisinin entelektüel düzeyini yükselten, onu münevver kılan, onun şahsiyetini olgunlaştıran bir programdır. Dolayısıyla bir üniversitenin diğer programları ile ilişkisinin kurulması ve seçmeli dersler havuzunda olması gerekmektedir. Bundan dolayı üniversitelerimizde felsefe eğitiminin desteklenmesi ve güçlendirilmesi gerekmektedir.”
Bu gerekçenin söylem mimarisi başlı başına ele alınıp yapıbozuma uğratılmayı hak ediyor. İşin bu kısmını saklı tutarak açıklamayla ilgili birkaç hususa değinmek istiyorum. YÖK açıklamasında da belirtildiği üzere daha önce de başka alanlar için benzer kararlar alındığını biliyoruz. Aynı şekilde MEB tarafından belirlenen öğretmenlik programlarına yerleşen adaylara ilk 5 tercihlerinden birine yerleşmeleri halinde karşılıksız verilen MEB Bursu yıllardır uygulamadadır. Yine benzer bir gerekçeyle (alanın niteliğinin korunması vs.) YÖK, daha önce almış olduğu hukuk fakültelerine giriş için 190 bin olan başarı sırası şartını 125 bine çekmiş, eczacılık için 100 bin ve diş hekimliği için 80 bin başarı sırasını getirmişti. MEB’in Öğretmen Strateji Belgesi’nde de öğretmenlik mesleğinin özendirilmesi için benzer önerilere yer verilmişti. Bütün bu tedbirler söz konusu alanların niteliğini arttırmaya dönük. Programa yerleşecek öğrencilerin daha yerleşme sürecinde akademik başarılarının yüksek olmasına vurgu yapılmakta. Bu vurgudaki ısrar bir taraftan da lisans programlarında verilen eğitimin etkisizliğinin de bir itirafı olarak not edilmelidir. Dikkat edilirse bütün bu söz konusu alanları desteklemede ve niteliklerini arttırmada ana yaklaşım teknik tedbirler ve düzenlemeleri içermektedir. Oysa idari destek mekanizmaları üzerinden varlıkları ve nitelikler arttırılmak istenen bölümlerin kaderini büyük ölçüde başka faktörler belirlemektedir. Örneğin bu yıl yeni YÖK konsepti içinde desteklemeye alınan Felsefe bölümünü öğrenciler için tercih edilebilir kılan husus destekleme bursundan ziyade mezuniyet sonrası istihdam alanı, şekli, koşullarıdır. Açık konuşmak gerekirse Türkiye’de vatandaşların rasyonel karar alma kapasitesi devletin stratejik planlamalarının ve sağlıklı karar alma becerisinin üzerinde olduğu açıktır.
Dolayısıyla YÖK’ün Felsefe bölümüne ilişkin aldığı karar, etkisi son derece sınırlı bir karardır. Diğer taraftan bu karar, gerekçesinde görülebileceği gibi, felsefi etkinlik ile bir disiplin alanı olan felsefe arasında ayrıma gitmeme yanlışlığından hareket etmektedir. Herhangi bir şeyin varlığına, imkânına, anlamına dair sorgulama çabası olarak felsefe yapmanın bütün sosyal bilimlerden ve doğa bilimlerinden alınıp bir disiplin olan felsefe alanına sıkıştırılması en iyimser ifade ile bir kafa karışıklığıdır. YÖK’ün gerekçesinde dile getirdiği ve özü itibariyle felsefe yapmak/felsefi etkinlik olan bir kaygıyı, yapılanması ve işleyişi son derece teknik olan felsefe bölümünü tercih edilebilir kılmakta gidermeye çalışması ayrıca gerçekliğin başka tür bir çarpıtılmasıdır. Zira felsefe yapmanın yükseköğretim alanındaki bir programın öğrenciler için tercih edilebilir olmasının ötesinde ülkenin özgürlük ve adalet standartları, devlet toplum ilişkisinin niteliği, kamusal alanın genişliği, düşünce ve ifade hürriyeti ile inanç özgürlüğünün boyutları, öteki ile kurulan ilişki, farklılıklara tahammül, basın özgürlüğü gibi hususlarla ilintili olduğu açıktır. Toplumsal hayatın sosyo-ekonomik düzeyinin yapısal bir faktör olarak önemi, ülkenin kültür ve düşünce ikliminin başlı başına tayin edici şekilde eğitici olduğu gözden kaçırılınca felsefi etkinliğin/felsefe yapmanın felsefe bölümünü okumakla gerçekleşeceği yanılgısına düşmek çok zor olmuyor. Sık sık vurguladığım üzere Türkiye’de eğitim mevzusu bu düzlemin dışına çıkarılmadığı müddetçe etkisiz, işlevsiz tedbirlerin cenderesinde başarısızlığa mahkûm olmaya devam edecektir. Bu bir patinaj parkurudur. Düzeni, düzeneği, ilişki biçimini, kitleselliği, zorunluluğu ve yukarıda sıraladığım farklılık, öteki, devlet-toplum ilişkisinin niteliği kısaca sosyal, kültürel ve ekonomik vaziyet ile adalet ve özgürlük standartlarımız vs. arasında ontolojik bir bağ kuramayan bir kavrayışın daha işin başında, ne kadar ‘felsefe’ heveslisi, taliplisi görünürse görünsün, ‘felsefi’ bakıştan, tarzdan, yaklaşımdan, düşünüşten mahrum olduğu açıktır. Eğitimdeki devasa krizi görmek ve tartışmak yerine bu krizi bir şeye indirgemek ve bir şeyle çözüleceğine inanmak başlı başına problemlidir ve daha da önemlisi ‘felsefi’ değildir.
Yeni yorum ekle