Siyasette Voltran'ı Oluşturmak Nereye Kadar?

17 Şubat 2022

Vefat eden bir yakınının Cuma namazından sonra kılınacak cenaze namazı için köyüne giden bir arkadaşım köy imamının hutbede şunları söylediğini aktardı:

“Yemler, gübre zamlanıyor diye şikâyet ediyorsunuz. Ama önce şunu sorun bakalım kendinize. Biz hangi günahları işledik de, Allah bizi böyle cezalandırarak yola getiriyor? Allah’ı az zikrettiğimiz için bunlar başımıza geliyor. Pahalılığın sorumlusu, işlediğimiz günahlardır.”

Köy imamının -bu benzerlerine sık sık rastladığımız- düşünce tarzını nasıl anlamalı, nasıl analiz etmeli diye düşünürken aklıma “Voltran” geldi!

Image

1980'li yıllarda yapılmış ve ülkemizde de gösterildiğinde çocuklarca çok sevilmiş bir Japon çizgi filmi (anime) idi "Voltran".

Japonca ismi "Hyakujū ō Go raion" yani "Yüz hayvanın kralı beş aslan" anlamına geliyordu.

Beş arslan robot bir araya geldiklerinde çok güçlü ve yenilmez, dev bir robota dönüşüyorlardı.

Voltran'ın Türkiye siyasetini ve bir kısım muhafazakâr seçmenin sosyal psikolojisini anlamakta işe yarayabileceğine düşünüyorum!

Türkiye'de uzunca bir süre horlanmış, itilip kakılmış, fakir ve cahil kalmış, ezilmiş, alaya alınmış ve küçümsenmiş taşralı muhafazakârlar "güçlerini birleştirerek" ortaya çok güçlü bir lider çıkarttılar.

O güç verdikleri liderin eliyle kendilerini baskı altında tutan mekanizmaları teker teker bertaraf ederken daha önce erişemedikleri maddi imkânlara, üst düzey kamu görevlerine giden yollardaki tıkanıklıkları da açmış oldular.

Fakat bir noktadan sonra işler sarpa sarmaya başladı.

Güç birliği yaparak rakipleri ekarte edip iktidarı elde etmek ve muhafaza edebilmek harikaydı ama savaşırken harikalar yaratan Voltran, hükümdar koltuğunda iyi bir yöneticilik performansı gösteremiyordu.

Her derde deva gibi görünen "Voltran'ı oluşturma" stratejisi, konu bilgi, birikim, tecrübe, uzmanlık olunca işe yaramıyordu!

Somutlaştıralım...

Bugün ülkemizde hatırı sayılır bir kitle (nüfusun yaklaşık yüzde otuzu) birleşerek Voltran'ı oluşturduğunu, bu birleşmenin sonucunda ortaya çıkan -neredeyse ilahi güçlere sahip- yenilmez savaşçının (parti, hükümet ya da devlette değil de) doğrudan liderde teşahhus ettiğini düşünüyor.

Image
Fransa Kralı 14. Louis

Dolayısıyla Fransa kralı 14. Louis'nin söylediği "l'etat c'est moi" (devlet benim) sözü, bugün Türkiye’nin başkanında adeta yeniden karşılık buluyor.

Mesele sadece liderin kendisini devletle/milletle özdeşleştirmesinden ibaret değil.

Onun seçmenleri de kendisinde "fena bulmuş" varlıklarıyla liderlerine ve dolayısıyla devlete vücut verdiklerini düşünüyorlar.

Liderle kendisini birebir özdeşleştiren seçmenler, onun başarısını kendi başarıları, başarısızlığını kendi başarısızlıkları sayıyorlar.

Lidere yönelik her eleştiriyi kendilerine yapılmış saydıkları gibi ona yönelen her övgüden de kendilerine bir gurur hissesi çıkartıyorlar.

Liderlerinin iktidardan düşmesini, toplumun demokratik zeminde siyasi alternatiflerden birinin yerine diğerini tercih etmesi olarak değil, kendilerinin sonu olarak görüyorlar.

O yüzden liderin kötü yönetiminden açıkça zarar görseler de bunu hem saklıyor hem göz ardı ediyorlar.

Düz yolda dikkatsizliğinden ötürü takılıp düşen bir adam nasıl kendini suçlamazsa, korkunç ağrılar içinde olsa bile dikkatsizliğini, hatasını belli etmemek için bir an önce üstünü başını silkeleyerek "bir şeyim yok" diye ayağa kalkmaya çalışırsa öyle davranıyorlar.

Hemen sağda solda kendisine çelme takmakla suçlayacakları birilerini arıyorlar.

Çünkü konu güç yarışı ve kavga olunca Voltran acı kuvvetiyle harika iş görüyor!

Liderin idarecilikteki başarısızlığını kabul etmenin kendi başarısızlıklarını kabul etmek anlamına geleceğini düşünen insanlar, hayret verici bir inat ve istikrarla "hakikati inkâr" ediyorlar.

Fukaralıktan karda kışta halk ekmek kuyruğunda beklemeye mecbur kalan ihtiyar adam uzatılan mikrofona "aslında spor yapmak için orada olduğunu" söylerken, üstü başı yoksulluktan dökülen teyze "parasızlıktan değil halk ekmeğin tadını sevdiği için" orada olduğunu söylüyor.

Yaşanan ekonomik çöküşü bir yandan inkâr edip her şey normalmiş gibi davranırken bir yandan da yaşanan olumsuzlukların sebebini dış mihraklarda, "bizim" iyi olmamamız için her türlü şeytanlığı yapmaya hazır Amerikalılarda, İngilizlerde, Almanlarda, siyonistlerde, içimizdeki hain "fetöcülerde" olmadı pandemide aramak, yani meseleyi Voltran olarak büyüleyici hünerlerini sergileyecekleri kavgaya çekmek bu insanların şu an için kendilerine buldukları çıkış noktası.

Eğer meseleyi bir çatışmaya çeviremiyorlarsa "aşırı normalleştirmeye" yöneliyorlar:

- Ekonomik kriz mi? Pandeminin yol açtığı global bir ekonomik kriz bu! Bizim ne suçumuz var?

- Kuyruklar mı? Ne var canım! Her zaman olur böyle şeyler! Bazen uzar bazen kısalır...

- Enflasyon mu? Enflasyon dediğin çıkar da iner de! Gelişmiş ülkelerde enflasyon kaç kat büyüdü haberiniz var mı?

- Pahalılık mı? Geçicidir. Hele bir turizm sezonu açılısın!

- Enerji krizi mi? Bizimle ne alakası var? Bütün dünyada arz krizi var. Ama zaten doğalgaz bulduk... Az sabredelim her şey çözülecek!...

- Adalet sisteminin çökmesi mi? Hainlere iyi mi davranalım yani? Amerika'da, Avrupa'da neler neler yapıyorlar. Sadece saklamasını iyi biliyorlar!

- Beyin göçü mü? Gidenler zaten hain fetöcülerle, reisin kıymetini takdir edemeyen kibirli solculardır. Gitsinler. Böyle biz bize daha iyiyiz. Keşke hepsi gitse de kurtulsak!

- Liyakatsiz tiplerin kamu görevlerine atanması mı? Ne var? Sanki başkası gelse liyakat mi arayacak?

- Suç örgütleriyle ilişkileri ifşa olan siyasetçiler, bürokratlar mı? Bu yeni bir şey değil ki! Zaten hep böyleydi...

Bir de bu insanlarımız artık sonunda "problemi" kabul etmek, başarısızlıkla yüzleşmek zorunda kalırlarsa bunun liderlerinin değil herkesin başarısızlığı olduğunu ileri sürüyorlar.

Şu sokak röportajında (7:52-9:58 arasında) bunun güzel bir örneği gözlemlenebilir:

Yaşanan sıkıntılar sadece tek lidere fatura edilemez çünkü "Voltran" bir adamdan ibaret değil aslında, koskoca bir kitle!..

Ve bir başarısızlığın sorumlusu bir kişi değil de milyonlarsa, kimseden hesap sormak mümkün olmuyor!

Bu her felaketi normalleştirerek katlanılabilir hale getirme psikolojisini daha iyi anlamak için şu BBC belgeselini tavsiye ediyorum:

Arkadaşın bahsettiği cami imamı, kendilerini Voltran'ın bir parçası gibi görmeyip mızmızlanmaya, çatlak sesler çıkarmaya başlayan cemaati uyarmak için inisiyatif almışa benziyor.

İmam “hypernormalisation” yaparak şunu demiş:

"Bu yaşadıklarımız "çok normal"! Çünkü siz günah işlediniz! Ne olmasını bekliyordunuz?"

Adam Curtis’in yukarıda linkini verdiğim belgeselinde “aşırı normalleştirmenin” ne kadar güçlü bir araç olabileceği anlatılıyor.

Sovyetler Birliği bir anda pat diye yıkılana kadar Sovyet vatandaşları ebediyen sürecek, dönüşmez, değişmez bir döngüye hapsolduklarına inandırmışlar kendilerini.

Yolunda gitmeyen (ama asla yanlış gittiği kabul edilmeyen) şeylerin düzeltilebileceğine dair tüm ümitlerini kaybetmişler.

Ancak araç ne kadar güçlü olursa olsun kurgu, hakikat karşısında ancak belli bir süre direnebiliyor.

Image

Voltran’ı oluşturan “aslanların” feri kesildikçe Voltran da güçten düşüyor.

Voltran yavaş yavaş parçalarına ayrılacak.

Tutunacak gücü kalmayan bileşenler teker teker düşecekler.

"Liderimizde fena bulduk, varlığımızı varlığına kattık, onunla bütünleştik, onun vücudunun ayrılmaz parçaları olduk" sananlar hakikatin pek de öyle olmadığını fark edecekler.

Siyasi Voltran efsanesinin çöküşü, kısa vadede travmalar yaratsa da orta-uzun vadede toplum adına hayırlı bir gelişme olacak diye düşünüyorum.

Acı verse de böyle bir süreci yaşamak, kurtuluş için süper kahramanlar, yarı-tanrı liderler, ulu önderler beklemekten vaz geçmeyi öğrenmemize yardımcı olacaktır.

Galeri

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 304 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.