Hatırlarsanız 28 Şubat sürecinden önce kurulan REFAHYOL hükümetini çalışamaz hale getirmek ve itibarsızlaştırmak için ardı-arkası kesilmeyen gensorular verilmişti. Asker tepeden bastırıyor, basın ahlaksızca saldırıyordu. Meclis içi muhalefet kendisine verilen rolü hakkıyla (!) icra ediyor, beşli çete (TİSK, TESK, TOBB, TÜRK- İŞ ve DİSK) hadisenin görünüşte "sivil" ayağını yönetiyordu. Operasyon koalisyon içerisinde de çoktan başlatılmış, parti içi muhalefet harekete geçirilmişti. Bir yandan da sonradan ismi tarihe bile karışamayan TOBB başkanı yeni kurulacak teknokrat hükümet için çoktan milletin önüne konmuş, havalara giren başkan, kendisinden çok emin bir üslupla ve yiyeceği çalımdan habersiz ‘bu iş bitti’ diye basına beyanat bile vermişti.
Durumun nezaketinden habersiz olmayan ve süreç içerisinde yaşananlardan hareketle vahameti fark eden mevcut başbakan (merhum Necmettin ERBAKAN), opsiyonlu protokolünün de bir gereği olarak, bir yılın dolmasının ardından başbakanlığı diğer ortağa (Tansu ÇİLLER) devretmek üzere istifasını sunmuştu. Zor zamanların adamı şehit Muhsin YAZICIOĞLU’nun dışarıdan verdiği destekle herhangi bir güvenoyu sorunu olmamasına rağmen, kurt siyasetçi cumhurbaşkanı koalisyon protokolünü görmezlikten gelerek görevi üçüncü bir kişiye (Mesut YILMAZ) vermiş ve böylece 54. hükümet tereyağından kıl çekercesine görevden el çektirilmişti Başında BÇG'nin bulunduğu yasadışı oluşumun ve kartelci medyanın yoğun gayretleriyle kurulan yeni hükümet, kamuoyunda gerçek bir desteğe sahip değildi. Üstelik söz konusu kesimlerin yoğun baskısıyla çıkarılan sekiz yıllık kesintisiz eğitim yasasının sırf İmam Hatip Liselerini kapatmaya yönelik olduğuna da bilmeyen yoktu.
Kendi ifadesiyle ‘sayısal çoğunluktan’ değil, ‘siyasal ağırlıktan’ yana tavrı onu iç ve dış müesses nizam nezdinde yeni bir kahramanlığa (!) taşımıştı. Görev böylece "başarıyla" tamamlanmış, askeri ayak temsilcisince bin yıl süreceği öngörülen meş’um süreç fiilen başlatılmıştı. Silahsız kuvvetlerin (!) elbirliğiyle başarılan süreç çağdaş Türkiye’ye bu zorunlu küçük aradan sonra doğal (!) haklarını iade etmişti. Netameli zamanların adamının elbette döneme ilişkin söyleyecekleri vardı: Dokuzuncu Senfoni icra edilirken "İşte çağdaş Türkiye…" demişti mesela… Saddam’ın heykelinin yıkılışı nasıl gidişini sembolize ediyorsa, kendisine bağlı senfoni orkestrasının Avrupa Birliği marşını icrası da bu silahsız kuvvetlerin başarısını taçlandırıyordu. Herkes ayağa kalkıp alkışlamıştı... Maskesini indiren derin ve karanlık, dış ve onların iç işbirlikçilerinin temsilcisi hızını alamayarak; gayet pişkin ve kendinden emin tavırlarla ‘başı bağlı olanları’ Arabistan’a göndermekten bile bahsetmişti.
Halka rağmen yapılan icraatlar bunlarla sınırlı değil elbette… Üniversitelerde ve kamu kuruluşlarında (hatta bazı özel kuruluşlarda: dershaneler gibi) başörtüsü yasağı, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri uygulanmayan kılık kıyafet yasası gerekçe gösterilerek sokaklarda gözaltına almalar, fişleme ve jurnallemelerin çoğalması, camilerle ilgili yeni düzenlemeler ve Kur'an kurslarının kapatılması, yargının siyasallaşması ve bağımsızlığını yitirmesi, askerin siyasete müdahalesi gibi rahatsız edici pek çok uygulama kaba güç, sindirme ve tehditlerle hayata geçirilmişti. Tabi bütün bunların bir bedeli vardı. Nitekim; çok geçmeden kurdukları sistem başlarına yıkıldı (2001 krizi). Bir sonraki sene ise her biri silinip gitti (2002 seçimleri).
Bu güvensizlik ortamında bin yıl sürmesi öngörülen süreç sadece beş yılda bitivermişti. Aslında biten deniz olarak görülen devletti. Nitekim sürece destek verenler tek tek kuyruğa girmiş, kendilerine düşen hisseyi haklı olarak (!) talep etmişti. Yorgan gitmiş ama kavga daha yeni başlamıştı. Sürece katkıda bulunanlar, pastadan daha fazla pay alabilmek için aç kurtlar gibi saldırdılar… Onların da eli mahkûmdu tabii… Ardarda mantar gibi türeyen “bankacıklar”, hizmetin karşılığı olarak ikram ediliyordu. İşbirliği öylesine ileri gitmişti ki; kel alaka, fodul, üstelik ebleh generaller bu bankaların yönetim kurullarında imza karşılığı büyük taltiflere mazhar oluyorlardı. General ve bankacı… Öyle mi…
Oluşan puslu havadan istifade ne var ne yok ‘götürülünce’, gerçek depreme muhatap olanlar bürokrasideki partnerler vasıtasıyla Merkez Bankasının içini başkanın da yardımı alelacele boşaltmışlardı. Sahip oldukları bankalar işlevini tamamlamış birkaç gün içerisinde zenginliklerine zenginlik katmışlardı. Milletten mevduat adı altında topladıkları paraları da aynı yöntemle zimmetlerine geçirdiler. Öyle ya; banka batsa da koskoca devlet garantisi vardı değil mi... Sindirilmiş, üstelik olup bitenden habersiz kuru kalabalıklar ne yapabilirlerdi ki…
Kendi aralarındaki kavgayı (anayasa kitapçığı fırlatma) basınla paylaşmakta beis görmeyen başbakanın açıklaması bardağı taşıran damla olmuştu. Aslında taşan bardaktaki damla değil barajın önündeki bent yıkılmıştı. Nitekim döviz üç katıma çıkmış, kara çarşambalar, kara pazartesiler birbirini kovalar olmuştu. Ofshorezedeler sokağa çıkmış, Konya merkezli misyonlu oluşturulan ‘holdingler’ tek tek çökmüş, hüsnüniyetle bir ömür biriktirdiği parasını kaptıran Almancı ise parasının üzerine bir bardak soğuk su içmek zorunda kalmıştı. Köftecisine kadar listesi çıkarılan ve yayınlanan yeşil sermayede batıklar başlamış, ihlasfinaszedeler vasıtasıyla yeşil sermayeye güven başarıyla sarsılmıştı. Haddi zatında bu yeni bir politika da değildi. Nitekim geçmişte S Arabistan'la ticareti laikliğe aykırı bulanlar bile olmuştu.
1997’nin 28 Şubatında bu ülkede yaşananlar, 28 Şubat’a özel bir anlam yüklememizi gerektiriyor. Ağızlarda pelesenk olmuş olan demokrasidir ama demoklesin kılıcı da sürekli tepesinde sallandırılır halkın… Sırtından sopayı eksik etmez bir başka deyişle… Aslında ortalıkta demokrasi filan yoktur. Oyalanır işte kuru kalabalıklar, çocuğun oyuncakla oyalandığı gibi… Ağzına bir parmak bal çalınanlar da derin bir sessizlik içerisine girerler. Kalabalıklar ellerindeki oyuncaklarla oyalanırken oligarklar deveyi amuduyla götürür de o kalabalıklar bedel ödeneceği zamana kadar aklını başına devşirmez.
Rahmetli Enver Öreni 28 Şubatta sorguya çektiklerinde ve 'biz yakında sokakta da başörtüsünü yasaklayacağız' tehdidi üzerine, bunun bir iç savaşa yol açabileceğini söyleyen muhataplarına, “bana bak biz bu ülkede 23 milyon inancını yaşayan insan olduğunu biliyoruz, gerekirse tek tek hepsini öldürürüz”, tehdidi gözü dönmüşlüğün de delili idi.
Bu ülke düşünen insan için adeta ‘gidemeyenlerin ülkesi’ haline gelmişti. Bir kongrede tanıştığım ve Amerika’da yaşayan bir akademisyene; ‘gelseniz artık, biraz da bu ülkeye hizmet etseniz’ dediğimde verdiği cevap hala aklımda; ‘ben gelmem bu yobaz ülkeye…’ Oysa kendisinin Anadolu insanı olduğu her halinden belliydi…
Netameli zamanlarda konuşmak nasıl “zorsa”, güçlü iken adil olmak da o kadar güç… Olamadılar, adil davranamadılar, kendilerine emanet edilen silahı memleketin öz evlatlarına çevirdiler. O kadar da çok işbirlikçileri varmış ki… Kimisi darbecileri şakşakladı, kimisi onlarla aynı kareye girmek için birbirleriyle yarıştı, kimisi de mağdurlarla aynı karede görünmek istemedi. Aramıza ajan olarak girip yalan yanlış bilgileri götürüp ihanet edenler bile oldu… Pozisyonunu muhafaza için…
Oysa önemli olan zor zamanda konuşmaktır. 28 Şubatı şimdi konuşmanız çok anlamlı değildir. Olay yaşanırken nasıl davrandığınızdır önemli olan… Sizin mücadeleniz başarılı olmasa bile gelecek nesillere güçlü bir mesaj verecektir mücadele azmine dair... Sabır ve samimiyetle çalışmak pozitif sonucu da getiriyor beraberinde... Ama hangi adımı ne zaman atacağınız son derece önemlidir. Yeter ki siz doğru hedefe kilitlenin…
Yeni yorum ekle