Galata Bankerleri ve Duyun-u Umumiye

25 Kasım 2020

 

 

1 Şubat 2008 

 

Geçmişten adam hisse kaparmış. Ne masal şey!
Beşbin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar.
Hiç, ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?


Mehmet Akif, Safahat



19. y.y. Başındaki Hazırlayıcı Etkenler
1800’lü yılların başından beri Batı, özellikle İngiltere ve Fransa sanayi devrimini gerçekleştirme yolundadır ve gelişen endüstrilerine dünyanın dört bir yanında hammadde ve pazar aramaktadırlar.

O dönemde Batıda sıkı bir gümrük politikası uygulanmaktayken, Osmanlı Devleti’nde gümrük %3 civarındadır. Ancak yapılan düzenlemelerle yabancıların iç dağıtım şebekelerine girmesi mümkün olmadığı ve yed-i vahid (tekel) yöntemiyle bazı malların üretim ve dağıtımı bütünüyle devlete yahut yerli tüccara ait olduğu için dış pazarlar, yeterince pay kapamadıkları bu durumdan şikayetçidirler.

1827’de İngiliz, Fransız ve Rus gemilerinin Navarin’de Osmanlı donanmasını yakmasından sonra, 1829’da Rusların Edirne’ye kadar, öte yandan Mehmet Ali Paşa’nın da Mısır ordusuyla Kütahya’ya kadar ilerlemesi neticesi, Osmanlı Devleti ezeli düşmanı Rusya’dan yardım istemiş, Hünkar İskelesi Anlaşması’yla Rus himayesine girmişti. Bu gelişmelerden hoşnut olmayan İngiltere, Osmanlı Devleti’ne Mehmet Ali ve Rus baskısına karşı teminat verdi. Bu teminata karşılık istenen bedel de 1838 Ticaret Anlaşması olmuştur.

Türk orduları Avrupa içinde durdurulup da dönüş dönemi başlayınca toprağa dayanan gelir kaynakları kurudu. Toprak vergilerinin azalmasıyla da vergi için en önemli kaynak ticaret olmaya başladı. Ancak 1838 Anlaşması ile iç ticaretin dış ticari rekabetten korunması imkanları da ortadan kalkıyordu. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin elinde devlet gelirlerini karşılamak için borçlanmadan başka çare kalmadı.

Tanzimat

3 Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hatt-ı Humayunu Osmanlı Devleti’nin kronik sorunlarına çözüm getirme arayışıdır. Tanzimatçılar Osmanlı Devleti’nde birçok reform denemesine giriştiler. Konumuzla ilgili olarak ise, Tanzimat reformları maliye idaresinde merkeziyetçiliği yeterince yerleştiremedi ve modern bir mali sistem ve yapıyı getiremedi. Eski yapının büyük ölçüde devam etmesi dolayısıyla, Ferman’da öngörülen mali ıslahat gerçekleşemedi. İltizam sisteminin kaldırılamayışı, Tanzimatçıların başarılı bir mali yapı kuramadıklarını gösterir. Gerçi iltizam sisteminin uygulanmasında bir değişiklik yapıldı; iltizam eskisi gibi valilere ve taşra yöneticilerine verilmiyordu. Memurlar her yerde maaşa bağlanmıştı. Ancak vergi kaynaklarının tesbitinde hiçbir yenilik yoktu. Açıktır ki, Duyun-u Umumiye kurulana kadar Osmanlı yönetimi vergi kaynaklarını ne gerçek miktarıyla tesbit edebilmiş, ne de vergiyi düzenli toplayabilmiştir. Aşar mültezimleri devletle tebaa arasında keyfi aracılıklarını sürdürmüşlerdir.

Tanzimatçılar iltizamı kaldırmak istediler ve kaldıramadılar. Tanzimat Fermanı ilan edildiği gün aslında ülkede bir maliye nezareti yoktu. Maliye nazırı ünvanını taşıyan halen klasik dönemin başdefterdarıydı. Sadece merkezi hükümete aktarılan gelirleri ve yapılan masrafları bilen, fakat imparatorluğun dörtbir tarafında toplanan vergileri, alınan resimleri ve yapılan masrafları denetlemesi ve bilmesi adet olmayan bir ofisin başı. Ülke çapında bütün giderleri denetleyen bir kurum yani Divan-ı Muhasebat, ancak 1879’da tam anlamıyla kurulabilmiştir. 1863’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda düzgün ve sistemli bir bütçe yoktu. Osmanlı maliyesine ciddi muhasebe teknikleri, maalesef gelirlere alacaklı olarak el atan yabancı bir organın, Duyun-u Umumiye’nin etkisiyle girmiştir. Pazara açılmamış bir kırsal üretimin ve denetlenmesi zor küçük sınai üretimin yaygın olduğu bir ekonomik sistemde yeteneksiz maliye kadrolarıyla iltizamın kaldırılması olanaksızdı. Avrupa Devletleri’nde 19. ve hatta 18. y.y.ın gerisinde kalan, modern maliyeye bir geçiş dönemi sayılan iltizam sistemi, 19. y.y.da Osmanlı Devleti’nin gelir ve gider düzenlemesini sağlayabilecek en uygun mali sistem olarak kaldı. 19. y.y. Osmanlı maliyesinin bu alanda yaptığı tek olumlu değişiklik , iltizam yoluyla zenginleşip taşrada devlet otoritesine başkaldıracak güçlü yöneticilerin varlığına son vermesidir. Tanzimat’tan evvel sancak paşaları veya güçlü ayanlar, mültezimler vergi gelirlerinin ihalesi demek olan iltizamı ellerine geçirmişlerdi. Arttırmalar ,İstanbul’da defterdarın önünde yapılırdı. Ama vergi gelirleri açık artırmaya çıkarılan sancağın mütesellim veya paşasının verdiği meblağı artıracak hiçbir mültezim çıkmazdı. Çünkü mültezimin vergiyi toplamak için sancak yöneticisinin askerlerine ihtiyacı vardı. Çok kere paşa iltizamı bölgedeki başka mültezimlere devrederdi. Soyulan köylerden elde edilen gelirle taşra yöneticileri eyaletlerde güçlenmiş, bağımsız otorite kurmaya başlamışlardı. Tanzimat yönetimi iltizam işlerini valilere ve diğer yöneticilere yasakladı; ayrıca iltizama konu olan kalem ve miktarları sınırlayarak mültezim zümresinin gücünü azalttı. Bunun sonucu olarak aşar mültezimi denen küçük oburlar toplumsal hayata girdi. Devletin karşısında güçlenen ve siyasal erki elde eden paşalar ve ayanlar zümresi ortadan kalkmıştı. Ama aracılık yapan ve köylüyü ezen görgüsüz ve aç bir taşra mütegallibesi türedi. Bunun kültürel hayatta da olumsuz etkileri oldu. Kısacası Tanzimat’tan sonra iltizam sisteminin düzenlenmesi, köylülerin hayatında bir değişiklik yaratmamış, ancak mali merkeziyetçiliğe doğru bir adım atılmıştır. Para sistemindeki yarı başarılı düzenlemeler de bu bütün içinde değerlendirilmelidir.

Tanzimat Fermanı iltizam sistemini, angarya gibi yükümlülükleri kaldıracağını ilan ettiği halde daha ilk elde bunun imkansızlığı anlaşıldı. Yavaş modernleşen devlette merkezi bürokrasi modern maliye örgütünün gereklerini yerine getirecek durumda değildi. O kadar ki, bazı yerlerde iltizam sisteminin iyi işleyişi bile 1880’den sonra kurulan ve bazı vergi giderlerine el koyan Osmanlı Borçları İdaresi'nin (Duyun-u Umumiye) müdahalesi ile mümkün olabilmiştir. Toprak sahiplerinden gerçek anlamda bir vergi alınamadı. Zaviye, tekke ve vakıf arazilerinde eski durum aynen devam etti. Buna karşılık köprü, yol bakım ve sulama sistemlerini korumakla ve yol güvenliğini sağlamakla yükümlü derbentçi gibi bazı zümrelerin vergi muafiyetlerinin kaldırılması, geniş bir kitleyi hoşnutsuzluğa ve fakirliğe düşürdü. Özellikle dış borçların artması ve hazinenin iflası nedeniyle vergi kaynaklarına el koyan dış mali çevreler Türk köyünde ikinci sömürücü unsur olarak ortaya çıktılar. Köylere makineleşme, süthane, mandıra, damızlık hayvan gibi yenilikler gelemedi.

Galata Bankerleri

Osmanlı Devleti ilk dış borçlanmaya Kırım Savaşı’nın getirdiği sıkıntıyla girdi. Ama borçlanmalar sadece giderleri karşılamak için başvurulan bir yöntem değildi. Ülkedeki yeni yatırımlar da borç yükünü getiriyordu. Osmanlı dış ticaretinin kronik açığı bu yatırımlarla birleşince imparatorluk son elli yılını müflis bir maliyeyle kapadı.

Osmanlı Devleti iki kaynaktan borçlandı: İçeriden ve dışarıdan. İç borçlanmayı “Galata bankerleri” adıyla maruf zengin gayrımüslim para sahiplerinden yaptı. Aslında bu kesimle devletin para ilişkileri yeni değildi. Bu nedenle Galata bankerlerinin tarihinden kısaca bahsetmek gerekiyor.

Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nde ilk banka işlemlerine Levantenler girişmiş, sarraflık yüzyıllarca bu kesimin denetiminde yürütülmüştü. Duyun-u Umumiye’nin kuruluşuna değin, özellikle Osmanlı Bankası’nın faaliyete geçişine kadar, maliye tarihimizde önemli yerleri olan Galata bankerleri çoğunlukla işte bu Levantenlerden oluşmaktaydı. Loranda Tubini, Korpu, Baltazzi, Stefanoviç, Shilizzi, Negroponte, Coronio ve Alberti bunların en tanınmışlarıydı. Levantenlerin yanısıra Kamondo, Fernandez gibi Yahudi, Ogenidi Mavrogordato, Zarifi, Zafiropulo ve Lasto gibi Rum, Köçeoğlu, Mısıroğlu gibi Ermeni bankerler özellikle son Osmanlı döneminde etkindiler.

Osmanlı Devleti’nde sarayın, devlet erkanının, valilerin, beylerbeylerinin, kısaca yöneticilerin herbirinin maiyetinde bir sarraf bulunur, bütün alacak verecekleriyle bu sarraflar ilgilenirdi. Mültezimlerin de devlete peşin olarak ödeyecekleri iltizam için başvurdukları kaynak, yine bu sarraflardı.
Sarraflar giderek devletin mali işlerini de yürütmeye başlamış, bir ölçüde devlet bankası işlevini de üstlenmişlerdi.

Sarraflar giderek devletin mali işlerini de yürütmeye başlamış, bir ölçüde devlet bankası işlevini de üstlenmişlerdi. Örneğin 3. Mustafa döneminden itibaren, Hazine-ı Hassa ve Darphane sarraflığı Ermeni Duzoğulları’na verilmiş, 100 yılı aşkın bir süre bu ailenin elinde kalmıştı. 1842 yılında Irganyan, Uzun Artinoğlu, Gelgeloğlu, Bogos, Tıngıroğlu gibi tanınmış sarraflar Anadolu ve Rumeli kumpanyalarını kurmuş, devlet varidatını toplayıp devlet adına ödemede bulunmuşlardı. Gümrük gelirini ise yıllarca Cezairoğlu Mıgırdıç adında bir sarraf iltizam etmişti.

Bankacılık ve Bank-ı Osmani-yi Şahane

Osmanlıda bankacılığın gelişmesine gelince. İmparatorlukta bankacılık ön planda kendi dış ticaretini örgütlemek ve desteklemek için banka sermayesine ve teminatına ihtiyaç duyan dış devletler tarafından kurulmak ve geliştirilmek istenmişti. Bununla beraber ilk bankanın kuruluşu dıştan gelen taleplerden çok 1844’te yapılan para reformuyla ilgilidir. Dış ödemelerde Osmanlı parasının değerinin stabilize edilmemesi bankacılığın örgütlenme nedenlerinden başlıcasıydı. Bu nedenle ilk banka olan Bank-ı Dersaadet (Bank de Constantinople) hükümetin anlaştığı Alleon ve Baltazzi adlı iki Galata bankeri tarafından kuruldu. Bu bankanın belli bir sermayesi yoktu. Kurucularının ticari itibarından dolayı bankanın dış ödemelerde çektiği poliçeler kabul ediliyordu. Bankaya hükümet yaptığı kısa vadeli istikrazların bedelini ödemediğinden ve piyasada dolaşan banknotların değeri düştüğünden Kırım Savaşı’ndan biraz önce Dersaadet Bankası kapanmıştır. Osmanlı dış ticaretinde en başat unsur olan İngiltere’nin Osmanlı bankacılığını örgütlemesi böylece yeniden gündeme gelmişti. 1856 Mayısı’nda İngiltere Kralı’nın fermanı ile Londra’da kurulan Osmanlı Bankası, 1863’teki Bank-ı Osmani-yi Şahane” unvanıyla anılan devlet bankası oldu. Tekeli’nin deyimiyle bu çağda devletlerin emisyon bankaları genellikle her yerde özel kuruluşlardı, ama Osmanlı Bankası gibi yabancı sermaye ile kurulanı mahzurlu bir örnektir. Ancak hükümetin dış istikraz kaynakları tükenmiş ve mali buhran başlamıştır. Bu durumda Osmanlı Bankası’nın dış borçlanma işlerini ayarlaması ve örgütlemesi gerekliydi. Böylece devlet bankası yabancı sermayeyle kuruluyordu. Osmanlı Bankası iktisadi nüfus altına giren bir dizi ülkedeki yabancı sermayeli bankacılık düzeni için ilk örneklerdendi. Aynı yıllarda imparatorlukta tarımsal kredi kaynakları ise devletin öncülüğünde örgütleniyordu. Bu birincinin tamamen tersi bir gelişmeydi. Mütevazi Menafi-yi Umumiye sandıkları uygulaması Tuna valisi Mithat Paşa’nın girişimiyle başlamıştı. Bu sandıklar heryerde uzun ömürlü olamadılar; ayrıca sermayeleri yerel toprak sahiplerinin çıkarına kullanıldı; ama tarımsal kredi kurumlarının ulusal bir nitelikte doğup gelişmesinin başlangıcıydılar.

1863 yılında İngiliz-Fransız sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası, bir nevi devlet bankası rolünü üstlendiğinden, bu durum sarrafları ve Galata bankerlerini memnun etmemişti. Önce ticaret bankası olarak kurulan, kısa sürede devlet bankasına dönüşen Osmanlı Bankası geniş yetkilerle donatılmıştı. Nitekim 1875 sözleşmesi hissedarlar genel kuruluna sunulurken, bankaya tanınan ayrıcalıkların dünyada benzeri olmadığı övgü ile belirtilmişti.
Osmanlı Bankası kurulduğu tarihten itibaren Osmanlı mali ve iktisadi yapısına etkin bir biçimde katılmıştı. Babıali’nin borçları arasında Osmanlı Bankası’nın katkıda bulunmadığı borç hemen hemen yok gibiydi. Duyun-u Umumiye-i Osmaniye’nin ilk şekli olan Varidat-ı Sitte (Rüsum-u Sitte) İdaresi (1879-1880) Osmanlı Bankası önderliği ile kurulmuştu. Duyun-u Umumiye İdaresi’nin bizzat kendisi, varlığını kısmen de olsa Osmanlı Bankası’na borçlu idi. Osmanlı topraklarında demiryolu yapımı için uygulanan “kilometre garantisi” teminat usulünü 1888’de Osmanlı Bankası bulmuştu.

Ancak Osmanlı Bankası’nın 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte gösterdiği zorluklar, Türk maliyecilerini, iktisatçı ve düşünürlerini milli bir banka kurulması yönünde teşvik etti

Yine de Osmanlı Bankası ayrıcalığını 1935 yılına kadar sürdürdü. Bab-ı Ali banka ile sözleşmesini feshederek, uluslararası mali çevrelerde kapitülasyonların kaldırılışının doğurduğu kaygıları daha da derinleştirmek istemiyordu. Kurulacak olan milli banka zamanla devlet bankasına dönüşecek, Osmanlı Bankası’nın işlevini üstlenecekti.

Nitekim bu amaçla 1917 başında 4 milyon lira sermaye ile “İtibar-ı Milli Bankası” kuruldu. Yönetim merkezi İstanbul olan banka, Biga mebusu ve eski maliye nazırı Mehmet Cavit Bey, İstanbul mebusu ve Meclis-ı Mebusan reis vekili, Duyun-u Umumiye Osmanlı Dainler Vekili Hüseyin Cahit Bey ve Selanik tüccarından Tevfik Bey tarafından kurulmuştu. Hüseyin Cahit, gazetesi Tanin’de banka lehine yazılar yazdı. Bu tavır diğer gazetelerce de benimsendi. Makalelerde milli bankanın zorunluluğundan, iktisadi bağımsızlık için milli bankanın öneminden bahsedilmekteydi. İktisadi Cihad’ın başlangıcı sayılan bu bankanın kuruluşunda banka hisselerinden 200’ünü bizzat Sultan Reşat alarak banka hissedarı olmuştu. Bankaya devlet bankası statüsü tanımak için, sermayesi, ihtiyat akçesi, dağıtacağı temettü, binası, depo ve diğer taşınmazları her türlü resim ve harçtan muaf tutulmuş, hisse senetleri yazışmaları gibi işlemlerde de damga resmi ödememesi kararlaştırılmıştı.
Memurların Osmanlı uyruğunda olması şart kılınmıştı. Bankanın hertürlü banka işlemleri yanısıra devlet işletmelerinde de pay sahibi olmasına çalışılacaktı.

Bu örneğe uygun olarak taşrada milli bankalar kurulmaya başlandı. Bunlara örnek olarak Konya Milli İktisat Bankası’nı, Kayseri Köy İktisat Bankası’nı, Milli Aydın Bankası’nı ve Manisa Bağcılar Bankası’nı verebiliriz.

Bankalar ve Tefeciler

Osmanlı bankacılığı genelde para işlemlerinin ötesinde bir faaliyet gösterememiştir. İkinci Meşrutiyet’e kadar Osmanlı ekonomisini örgütleyen bankaların çoğu yabancıydı ve bunlar ne yerli tüccarın gelişmesi , ne de sanayiin kurulması için gerekli yatırımları destekleyen kredi kuruluşları olmadılar. Yüzyılın sonunda bankacılık piyasasına giren Deutsche Bank ve diğer Alman bankaları da anavatanlarında ve diğer Avrupa ülkelerinde endüstriye destek oldukları halde, Osmanlı ülkesinde çok farklı bir çalışma tarzı izlemişlerdir. İstanbul’daki Deutsche Bank’ın rakip bankalara göre bankacılık alanına getirdiği en önemli yenilik, devletten alacağını tahsil edemeyen müzmin alacaklıların parasını yüksek komisyonlarla kurtarmak olmuştur. Bankacılığın bu niteliği nedeniyle kredi piyasası örgütlenmiş değildi ve küçük köylülere ve girişimcilere kadar uzanan bir iş alanını kapsamıyordu.

Nüfusun çoğunluğunu meydana getiren köylüler ve küçük kasabalı zanaatçılar ise tefecilerle karşı karşıyaydılar. Tefeci kendi ilişkide olduğu köyün köylülerinin yıllık gereksinimini sağlar, düğün ve ölüm giderlerini karşılar ve alacağını hasat zamanı pazarlamasını da düzenlediği köylünün ürününden çıkarırdı. Köylünün gözünde tefeci her zaman bir zalim ve sömürücü değildi; kimi zaman köylülerin devlet memurlarıyla olan sorunlarını da çözerdi. Kasabaların bu zümresi devletle halk arasında bağlantı görevi görmekteydiler. Devletin karşısında tefeci kimi zaman çok dikkatli davranırdı. Serveti çoğalan adam açgözlü memurların boy hedefi olurdu. Bu nedenle kasaba ve köy düzeyindeki tefeci sermaye hiçbir zaman daha büyük yatırımlara yönelemedi. Yatırım bir yana, daha gösterişçi bir tüketimi ve hayat tarzını dahi denemedi. 19. y.y.a kadar Osmanlı toplumunda zenginlik her şeyiyle saklanırdı. Tanzimat döneminden sonradır ki, bazı büyük merkezlerde servetler kendini yatırım alanında kısmen gösterebildi. Bununla beraber ülkenin geniş kısmında yeni zengin ve nüfuzlu sınıfların ortaya çıktığını söylemek güçtür. Taşranın önde gelenleri gene eskisi gibi toprak sahipleri, vakıf mütevellileri, dergah şeyhleri ve bazı yerlerde gayrımüslimlerden birkaç varlıklı tüccar gibi alışılmış tiplerdi.

Köylü ve küçük zanaatkar kendi için üretir; fazla ürettiğini başka gerekli malzeme ile değiştirirdi. Çoğun gelecek yılın ürününden bu yılki bazı ihtiyaçlarını karşılar, Pazar ekonomisiyle ilişkisi çok sınırlı olarak yaşardı. Bu mütevazi ve azla yetinen hayatı yaşayan halk kuşkusuz Avrupa kıtasının en fakir ülkesinin tebaasıydı.

Ticaret

Tanzimat döneminin çağdaş gözlemcilerinden Ubicini 1846 yılı için Osmanlı dış ticaretini hesaplarken ithalatı 235 milyon, ihracatı 217 milyon frank civarında vermektedir. Bu dönemde henüz Osmanlı dış ticaret açığından söz edilemez. Bu devirde, örneğin Fransa’nın 2,5 milyonu bulan dış ticaret hacmine göre imparatorlukta oldukça mütevazi bir ticaret hayatı olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı ihracatı büyük ölçüde tarım ürünlerine dayanıyordu. Tahıl, ipek, yün gibi ürünler başlıca ihracat mallarıydı. Yüzyılın ortalarında madeni eşya, tezgah, teknolojik malzeme ithal malları içinde çok az bir yer tutmaktadır. Gerek Fransa, gerek İngiltere’den yapılan ithalatta yünlü ve pamuklu kumaşlar en büyük kalemdi. İngiltere ile olan dış ticaret hacminin yarısı da İran transit ticaretine aittir. Bu dönemin dış ticaretine ait bilgileri Osmanlı arşivlerinden sağlıklı olarak elde etmek mümkün değildir. Bab-ı Ali ülkenin iç ve dış ticaretini kontrol edememekteydi. Zaten Avrupa ülkelerinde bu bilgiyi elde edecek envanter devlet ofisleri tarafından değil, ticaret odaları tarafından yapılırdı. Osmanlı tüccarının dış ticaret alanında etkili ve örgütlü olmadığı ise bilinmektedir. Osmanlı dış ticaretine ait Avrupa ticaret belgelerinden edinilen bilgilere göre ülkede sınırlı tüketime yönelik bir hayat sürüldüğü ve Osmanlı ülkesinin uluslar arası ticaret hareketlerine etkin ve ağırlıklı biçimde katılmadığı görülmektedir. Köylülerin ve küçük şehirlilerin hayatında herhangi bir Avrupa ülkesinden gelme bir saat veya birkaç metre kumaşın kullanılması nadir bir olaydı. Yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ithalatına konu olan ve en geniş ölçüde kullanılan iki tüketim maddesi kahve ve şekerdi. Bu dönemde Osmanlı iç ticareti imparatorluğun sahillerindeki iskeleler arasında hafif yelkenlilerle ve demiryolu gelene kadar iç kısımlarda da halen deve kervanlarıyla yapılmaktaydı. Her iki halde de iç ticaretin kısa mesafeler arasında yürütüldüğü, uzun mesafeler arasında ancak lüks malların ticarete konu olduğu açıktır. İmparatorluğun Mısır, Eflak, Boğdan ve Sırbistan gibi kendine bağlı imtiyazlı eyaletleriyle yaptığı ticareti ise iç ticaretten saymak mümkün değildir. Bu eyaletlerle yürütülen ticaretin mekanizması onların bağımsızlığını göstermekteydi.

1880’lerden sonra İngiltere ve Fransa ile ticaret geriledi, Avusturya-Alman bloku ve İtalya’dan ithal edilen mallar Osmanlı pazarını sardı. Kuşkusuz Avusturya-Almanya iktisadi bölgesine yapılan Osmanlı ihracatı da artmıştı. 19. y.y.ın sonlarına doğru Osmanlı ülkesinde cam ve porselenden, giyim eşyasına ve madeni eşyadan ecza maddelerine kadar İngiliz sanayi ürünlerinin yerini Alman-Avusturya ve İtalyan mamulatı almaya başlamıştı.

Dış Borçlanmalar ya da Osmanlı İstikrazları

Osmanlı istikrazlarının bazı ilginç özellikleri vardır. Bu konudaki bilgisizliğinden ötürü devlet büyük ölçüde aldatılmış, “Duyun-u Umumiye”nin kuruluşuna kadar süren ilk dönemde, borçlandığı paranın ancak yarısı eline geçmiştir. Sonra Avrupa bankerleri bu acemi borçluyu adeta para almaya zorlamışlardır.

1854 yılındaki 5 milyon sterlinlik ilk dış borçlanmanın karşılığı olarak Mısır’ın cizye vergisi geliri gösterilmişti. 1855’te ikinci bir 5 milyon daha borç alındı. Mısır cizye gelirleri dışında İzmir ve Suriye gümrüklerinin gelirleri de karşılık gösterildi. Sultan Abdülaziz devrinde beş dış borçlanma daha yapıldı. Osmanlı maliyesi borçlanmaya karşılık gösterdiği kaynaklardan geliri yerinde ve zamanında toplayamıyordu; faizler bile ödenemez hale gelmişti. 1875’te maliyenin iflasının ilan edilmesine ve 1881’de Muharrem Kararnamesi ile Duyun-u Umumiye, yani uluslar arası haciz idaresi kurulana kadar, borçlanma devlet giderlerini karşılamak için başvurulan bir yol oldu. 19. y.y.ın koşullarında borçlanma ve borç verme bir yatırım ve kazanç alanıydı. Osmanlı borçlanmaları beynelmilel bir spekülasyon, kazanç ve komisyon alanı olmuştu. 19. y.y.ın sonunda demiryolu şirketlerine hattın geçeceği vilayetlerden kilometre garantisi karşılığı olarak o yerlerin aşar gelirleri verildi. Duyun-u Umumiye alacaklılar adına bu yerlerin aşar gelirlerini topluyordu. Nisan 1903’te Alman yatırımı olan Konya-Ereğli demiryolu hattı için Konya, Halep ve Urfa’nın aşarı karşılık gösterilmişti. Bu işlemi İngiltere ve Rusya protesto etti. Tamamen içişlerine ait bir mali işleme dış devletlerin müdahale gerekçesi Osmanlı Devleti’nin “alacaklısı devlet” olmaktı. Rusya bütün gelirlerin demiryollarına teminat akçesi olarak gösterilmesinden dolayı kendi alacağı savaş tazminatının tehlikeye düştüğünü ileri sürüyordu.

19. y.y.ın koşullarında borçlanma ve borç verme bir yatırım ve kazanç alanıydı. Osmanlı borçlanmaları beynelmilel bir spekülasyon, kazanç ve komisyon alanı olmuştu.


1874 tarihine kadar dış borçlar şöyle idi:
İstikrazlar Anapara TL Safi Bedel TL Faiz %


1854 3.300.000 2.640.000 6
1855 5.644.375 5.500.000 4
1858 5.500.000 4.180.000 6
1860 2.240.942 1.400.588 6
1862 8.800.000 5.984.000 6
1863 8.800.000 6.248.000 6
1865 6.600.000 4.356.000 6
1865 (U. Borçlar) 40.000.000 20.000.000 5
1869 24.444.442 13.200.000 6
1870 34.848.000 11.194.920 3
1871 6.270.000 4.577.100 6
1872 5.302.220 5.222.686 9
1873 (U. Borçlar) 12.612.110 6.832.551 5
1873 30.555.558 16.500.000 6
1874 (U. Borçlar) 44.000.000 19.140.000 5
Yekün 238.773.272 127.120.220

Ağnam İstikrazı

Yukarıdaki listedeki ilginç borçlanmalardan biri de “Ağnam İstikrazı” (Koyun Borçlanması) adıyla meşhur 1865 yılı borçlanmasıdır.

Bu borçlanmanın faizi %6, itfa bedeli %2.44, ihraç fiyatı %66 olacaktı. Karşılık olarak Ergani madeni gelirleri ile Ağnam (koyun) resmi gelirleri gösterildi. Bu borçlanmanın gerçek karşılığı Ağnam resmi olduğu için buna “ağnam istikrazı” adı da verilmiştir.

Bu borçlanma kamu ihtiyaçlarının karşılanması için yapılmayıp, yalnızca eski borçların taksitini ödemek amacıyla yapıldığı için, Osmanlı maliyesinin o devredeki durumuna da bir gösterge teşkil eder. 21 yıllık vadeli bu borçlanma ile öncelikle taksitlerin ödenmesi amaçlanmıştı.

Bu borçlanma ile iç borçlar faiz amortismanlı yeni tahvillerle değiştirilmişlerdir, ki bu işleme maliyede “borçların değiştirilmesi” denilmektedir.

Hükümet bu suretle bu eski borçları uzun vadeli bir dış borçlanmaya dönüştürmek istemiş, bu yolla taksit yönünden hem biraz nefes almak, hem de Avrupa sermayesini memlekete çekmek istemiştir. Ancak bu planlar gerçekleşemedi

“Allah Encamımızı Hayretsin”

1874 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti 20 yıl gibi bir sürede 15 dış borçlanma yapmış ve bunlardan eline 127 milyon Osmanlı altın lirası geçmiş ancak borç 239 milyon lirayı bulmuştu. Sultan Abdülmecid’in başlattığı dış borçlanma geleneğini Sultan Abdülaziz de sürdürmüştü. Ahmet Cevdet Paşa, “bizim mirasyedilere böyle bir para kapısı açılırsa bunun önünü kim alacak? İlerde halimiz neye varacak?” diye bazı erbab-ı dikkat ve basiretin endişe ettiklerini ve “Allah encamımızı hayretsin” şeklinde neticeye mütevekkilane boyun eğdiklerini kaydetmektedir. Sonuçta borçlanma devam etti ve 1874 yılının mali iflasına gelindi.

1874-75 yıllık bütçe geliri 25.104.928 lira olduğu halde borçların o yıllık bölümünün toplamı 30.000.000 lira civarında idi. Bu da o yılın bütçesinin borçları bile ödemeye kafi gelmediğini göstermekteydi. Bu iflas demekti.

1875’te Rus yanlısı olarak bilinen Mahmut Nedim Paşa sadarete atandı. Yeni sadrazam Rus büyükelçisi İgnatief’in de telkinleriyle Ramazan Kararnamesi’ni ilan etti.

İki Kararname Arası Devre

Mahmut Nedim Paşa 1874 yılının mali gelir ve gider durumunu ilan etti. Bu durumda bütçenin 5.000.000 altın açığı bulunmaktaydı. Gerek Balkanlardaki karışıklıklar, gerek Osmanlı Devleti’nin o yılki mali durumu ve gerekse siyasal ortam, yeni bir istikraza müsait değildi. Osmanlı Devleti’nin mali durumu artık Avrupa matbuatının günlük konusu haline gelmişti. İşte bu nedenle Mahmut Nedim Paşa munzam borçların yarıya indirilmesine ilişkin bir plan hazırladı. Hükümetin yayınladığı bu plana ilişkin iki tebliğ 7 ve 10 Ekim 1875 tarihlerinde neşredildi. Yine bu tebliğlerden önce 6.10.1875 tarihli bir kararname hazırlanıp elçiliklere ve matbuata gönderilmişti.

6.10.1875 tarihli kararnamede, bütçe açığının 5 milyon lirayı aştığı, bunu önlemek için yeniden borçlanmaya gitmenin bütçe açığını büyütmekten ve itimadı sarsmaktan başka işe yaramayacağı, hükümetin bunun için dürüstlükle sermaye sahiplerine bir zarar gelmesini önlemek istediği, bunun için gümrük umumi hasılatının, tuz ve tütün varidatının, Mısır vergisinin ve bu yetmediği takdirde ağnam resmi gelirinin teminat gösterildiği, buna karşılık hükümetin ödemesi gereken iç ve dış borçların faiz ve itfa bedellerinin 5 yıllık süre içinde sadece yarısının ödeneceği, diğer yarısı için de 10 yılda itfa edilecek %5 faizli tahviller verileceği duyurulmuştur.
Bu kararnamede belirtilen Mısır vergisi, başka istikrazlara karşılık gösterildiği için bunlara ilişkin anlaşmalara aykırı idi. Yine faizden bahsedildiği halde, itfa hakkında bir şey belirtilmemişti. Bunun için 7.10.1875 tarihli bir tebliğ yayınlanmış ve bu tebliğde “Bu günden itibaren ve beş yıl zarfında, yıllık ödemesi 14 milyon liraya ulaşmış olan dahili ve harici borçların yarısı ödenmeyecektir. Bu yedi milyon liranın ödenmemesini tazminen %5 faiz hesabı ile tesbit edilen ve yıllık miktarı 350.000 lira tutan bir meblağ ödenecektir,” denilmiştir.
10.10.1875 tarihli tebliğde ise bu hususlar daha da açıklanmıştı. Hatta bu tebliğin sonunda ödemelerin 5 yıldan sonra da yapılmayabileceği izhar edilmişti.

Bu kararname ve tebliğler 30 Ekim 1875 tarihinde “Ramazan Kanunnamesi” adı verilen bur kanun ile tasdik edildiler. Bu kanun 35 milyon liralık bir tahvilin Düyun defterine yazılmasını emrediliyordu.
Bu kararlar Avrupa mali çevrelerinde fırtına kopardı. Osmanlı hükümeti borç alınan ve tahvil sahiplerinin çoğunlukta bulunduğu, özellikle İngiltere ve Fransa mali çevrelerince protesto edildi. Londra ve Paris’teki hamiller, tahvillerini 6 Ekim kararnamesine göre yeniden düzenleyip örgütlendiler. Çünkü ödemelerin bir kısmı bu kısıtlamaların kapsamına girmiyordu. Örneğin 1855 yılı borçlanması bu kararname kapsamında değildi. Yine Mısır vergisinin karşılık gösterildiği 1854, 1858 ve 1871 borçları hamilleri, aleyhlerindeki bu durum karşısında birleştiler.

Neticede vaadedilen bu yarım ödemeler de yapılamadı. Bizzat Ramazan tahvillerinin taksiti önemli bir gecikme ile ödenebildi. Bunlar iyiye işaret değildi. Gerçekten hükümet Nisan 1876’da bütün borçların ödenmesini tatil etti. Bu tarihten itibaren hamiller hiç para alamadılar. Bu durum 20 aralık 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesi’ne kadar devam etti. Bu nedenledir ki, 6 Ekim 1875 ile 20 Aralık 1881 arasındaki bu zamana “iki kararname arası devre” denilmiştir.

Ödemelerin yapılamaması yüzünden bütün tahvillerin değeri düştü. Örneğin 1969 istikraz tahvillerinin fiyatı 1 Ocak 1875 tarihinde 275 frank iken, 20 Nisan 1877 tarihinde 43.5 frank idi. Aynı tarihte bir altının değeri kağıt para ile (Ocak 1875’te) 235 (Nisan 1877’de) 900 kuruş idi.

Hükümetin bu durumu bankalarda da buhranlara yo laçtı. Bunlar arasında Credit General Ottoman, Osmanlı Bankası, İstanbul Bankası, Kambiyo Osmanlı Şirketi gibi bankalar gösterilebilir.

Avrupa ülkeleri bu olumsuz gelişmeler üzerine vatandaşlarının haklarını güvence altına almak için temel olarak Osmanlı Devleti üzerinde mali egemenlik kurmaya yönelik olarak birtakım ödeme planları getirdiler. Osmanlı Devleti ise bu önerilerin hemen hiçbirini benimsememiştir.

Berlin Konferansı Sonuçları

3 Mart 1878’de Yeşilköy’de (Ayastefanos) imzalanan sözleşme gereği Osmanlı Hükümeti Rusya’ya harp tazminatı olarak 35.310.000 Osmanlı altını yani 802.500.000 frank vermeyi taahhüt etmişti. Sonradan Avrupa devletleri bu sözleşmenin şartlarını yeniden tetkik için 13 Haziran 1878’de bur kongre topladılar. Menfaatleri gereği bu kongreye Osmanlı borçlanmaları hamilleri de bir murahhas heyet gönderdiler. Çünkü Osmanlı hükümeti toprak kaybetmekle kalmıyor, aynı zamanda tazminat vermek durumunda bırakılıyordu. Bu da ödemeleri doğal olarak etkileyecekti. Bu nedenle yapılan görüşmeler sonunda Kongre Osmanlı Borçlarının birkısmını Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan’ın ödemesi şartını kabul etti. Yine kabul edilen bir başka şarta göre borçlanma hamillerine alacaklılık konusunda rüçhan hakkı tanınıyordu. Bir diğer istem ise Osmanlı hükümetinin borçlar konusundaki taahhütlerine sadık kalması idi. Fakat bu teklif Osmanlı hükümeti tarafından kabul edilmedi. Bunun üzerine kongre, Osmanlı hükümetinin mali kontrolü için uluslararası bir kontrol komisyonu kurulmasını tavsiyeye karar verdi. Berlin Anlaşması’nda İngiltere’nin katkıları nedeniyle Kıbrıs adası İngiltere’ye devredildi.

Rüsum-u Sitte İdaresi

Başta Osmanlı Bankası olduğu halde İstanbul bankerleri, hükümetle kısa vadeli istikrazlar akdetmişler ve avanslar vermişlerdi. İşte bunları mümessilleri, hükümete bir teklif yaparak, alacaklarını temine teşebbüs etmişler ve müracaatları kabul edilerek hükümetle aralarında 22 Kasım 1879 tarihli bir sözleşme akdedilmiştir. Bu sözleşmeye göre:

8.725.000 Osmanlı altını tutarında bulunan bu borçlar 10 yılda ödenecekti. Her yılın taksitleri, anapara, faiz ve amortisman olarak 1.100.000 lira olacaktı. Her yıla ait ödemeler ise 3’er aylık parçalara bölünecekti.
Buna teminat olmak üzere hükümet tütün, tuz, pul, müskirat, bazı yerlerin ipek üşürü ve balık avı resminin gelirlerini göstermişti. Bir komisyon teşkil edilecek, bu komisyon bu altı kalem geliri yönetecek, bu gelirden 1.100.000 lira çıktıktan sonra geri kalanı hükümete tevdi edilecek, hükümet de bununla diğer iç ve dış borçları ödeyecekti. Hükümet 10 yıldan önce borcun tamamını öderse sözleşme kendiliğinden feshedilmiş olacaktı.
Hükümetin bu suretle ihale ettiği geliri 6 kalem olduğundan bu idareye “Rüsum-u Sitte İdaresi” (Altı Resim İdaresi) denilmiştir. Bu idarede 5714 görevli çalışmaktaydı. Bunlara verilen ücretler Osmanlı Devlet teşkilatının üst kademe ortalamasından daha yüksekti.

Muharrem Kararnamesi 

Hükümet Rüsum-u Sitte İdaresi ile Galata bankerlerine karşı ayrıcalıklı davranmış oluyordu. Dış istikraz kupon hamilleri buna karşı protestolarda bulundukları gibi Fransa ve İngiltere hükümet büyükelçileri de Bab-ı Ali nezdinde resmen protestoda bulundular. Durum siyasal bir boyut kazanmıştı. Oysa ki hükümetin öteden beri çekindiği şey bu durumdu.

Bu aksaklığın giderilmesi amacıyla bir proje hazırlandı ve hazırlanan bu proje nota şeklinde 23 Ekim 1880’de yabancı ülke elçiliklerine tebliğ edildi.

Bu notada Osmanlı hükümeti dış borçlara bir çözüm yolu bulunması için istikraz kupon hamillerine bir çağrı yapmakta ve aralarında yetkili murahhaslar seçerek doğrudan doğruya hükümetle görüşmeler yapmak üzere İstanbul’a göndermeye davet etmekteydi.

Hükümet bu nota ile hükümetlere değil, doğrudan hamillere çağrıda bulunmakta ve hiçbir yabancı hükümetin müdahale etmesini böylece tasvip etmemiş olmakta idi.

Hamiller bu notayı iyi karşıladılar. Seçtikleri murahhasları Eylül 1881 tarihinde İstanbul’a gönderdiler. Hükümet de görüşmeler için sadrazam Server Paşa başkanlığında bir komisyon teşkil etti.

Görüşmeler başladı. Hamiller alacakları paraların anaparalarından da önemli ölçüde indirimler yaptılar. Bütün noktaların çözümlenmesinden sonra hükümet “Nizamname” adını verdiği ve mali çevrelerde “Muharrem Kararnamesi” olarak bilinen 28 Muharrem 1299 yani 20 aralık 1881 tarihli kararı yayınlayarak sözleşmenin kesin biçimini ilan etti.

Duyun-u Umumiye İdaresinin Kuruluşu

Muharrem Kararnamesi’nin 15. Maddesi hükümlerine göre Rüsum-u Sitte idaresi yerine Düyun-u Umumiye gelirlerini idare etmek üzere İstanbul’da bir “Düyun-u Umumiye-i Osmaniye” idare meclisi kurulacaktır. Merkezi İstanbul’da olan bu komisyon 7 üyeden oluşacaktı. Bu yedi üyeden biri İngiliz ve Hollandalı borç verenler, biri Fransız, biri Alman, biri Avusturya, biri İtalyan, biri Osmanlı ve biri de mümtaz tahvil sahiplerini temsil eden üyelerden oluşacaktı. Üstelik süresi 5 yıldı ve üyeler yeniden seçilmek hakkını haizdiler. Üyelerin herbiri bir oya malikti ve kararlar çoğunluk oyuyla verilecekti.

Bu meclisin her yıl hazırladığı bütçe hükümetçe tasdik edilecek, her ay ve her altı ayda bir hesap çıkarılacak, her yıl sonunda da bir bilanço çıkarılarak hükümete verilecektir. Hükümetin bir komiseri yönetim kurulu toplantılarında hazır bulunacaktır.

1882 yılında çalışmaya başlayan “Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Meclis-i İdaresi” yine kararnamenin 18. Maddesi gereği müfettişler tarafından denetlenebilecekti. Kararnamenin uygulama ve yorumundan doğan ihtilaflar 19. Madde gereği iki tarafın tayin edeceği 4 kişilik hakemler grubuna havale edilecekti. Hakem kararları kesin olacaktı.


Bu yönetimin kuruluş biçimi, yetkileri ve çalışması ile ilgili olarak böyle bir komisyonun dahili hukuk sahasında mı yoksa devletler hukuku alanında mı inceleneceği konusu tartışmalar getirmiştir. Fakat kesin olan husus bunun tek yanlı bir kararname olmadığıdır. Nitekim kararnamenin 21. Maddesi bu kararnamenin ilgili devletlere tebliğini öngörmekteydi. Yine ilgili devletler bu kararnameden sonra Berlin Anlaşması’nda öngörülen daha resmi nitelikte bir komisyon kurulması yolundaki ısrarlardan vazgeçmişlerdir.

Devlet İçinde Devlet

Bu komisyon gerçekte imparatorluğun mali haklarını zedeleyen, hükümranlık haklarına gölge düşüren ve mali yapıyı kontrol altına alan uluslararası bir yönetim biçimiydi. Adeta devlet içinde devletti. Bu idare kendi memurlarını dilediği gibi atama selahiyetini haiz idi. Nitekim Düyun idaresi 5000 kişilik bir kadro oluşturdu. Bu sayı 1912’de 9000 olmuştur. Konsey başlangıçta yalnız kendisine ait vergileri toplarken, daha sonra bir takım sınai ve ticari yatırımlara da girmeye başladı. Böylece Osmanlı Devleti’nin ekonomik iflası ve yabancı egemenliğine geçişi daha da hızlanmış oldu.

Tipik bir gösterge olarak Osmanlı Devleti’nin mali denetimine ilişkin şu örneği verebiliriz: 1910-12 yıllarında Osmanlı Maliye Nezareti’nde 5500 memur çalışırken, Duyun-u Umumiye emrinde 9000 memur çalışmakta idi. Bütün devlet gelirlerinin %31,5’i Duyun’ca tahsil edilmekte idi.

Duyun idaresine gelen gelirler, devletin zaten pek artmış olan bütçesinin durumunu daha da ağırlaştırmaktaydı. Duyun-u Umumiye memurları “Devlet memuru” sayılmakta, devletten bağımsız oldukları halde emekli maaşı almaktaydılar. Hatta Duyun bünyesinde çalışan yabancılara dahi yine devlet hesabına emekli maaşı vermek için ayrıca bir sandık kurulmuştu. Bu durum dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti.

Duyun idaresinin kurulması son dönem Osmanlı tarihi için önemli bir dönüm noktası olarak telakki edilebilir. Bu idare Osmanlı gelirlerini devlet içinde devlet misali topluyor, hissedarlarına dağıtıyordu. Bu idare sayesinde verdiklerini geri alacaklarından emin olan Avrupalı sermaye çevreleri, Osmanlı Devleti’ni yeniden borçlanmaya özendirmeye, bunun için fırsatlar oluşturmaya başladılar. Bu idarenin kuruluşundan sonra Osmanlı ekonomisinin gittikçe genişleyen bir alanı yavaş yavaş yabancı denetimi altına girmiş ve bu Osmanlı hazinesini değil, yabancı vergi sahiplerini güçlendirmeye başlamıştır. Bu idarede çalışan binlerce personel, Osmanlı şehir ve köylerine yayılarak Paris, Londra ve Berlin’deki kupon sahipleri adına vergi toplamaktaydılar.

Osmanlı ülkesindeki beynelmilel haciz memuru Duyun-u Umumiye etkin bir mali örgütlenme kurmuştu. Bu kuruluşun modern bir bürokratik örgüt ve kayıt sistemiyle çalıştığı ve mali teknikleri uyguladığı biliniyor. Trajik olan husus, Osmanlı maliye örgütünün modern mali tekniklerle bu alacaklı kuruluş sayesinde yüzyüze gelmiş olmasıdır. Duyun-u Umumiye çağına uyum sağlayamayan Osmanlı maliye bürokrasisinin tersine gelirlerin kaynaklarını tesbitte ve toplamakta yeterli ve etkin bir biçimde çalışıyordu. 1880’lerden sonra yabancı yatırımların artmasında ve bunlarla ilgili mali işlemlerin düzgün yürümesinde Duyun-u Umumiye’nin payı vardır. Bu örgüt modern bir kuruluştu ve gelişmiş bir çalışma sistemine sahipti; ama yabancı bir mali kuruluştu ve Osmanlı ülkesinin iktisadi güç ve refahının gelişmesi için değil, temsilcisi olduğu alacaklıların ve yabancı yatırımcıların alacaklarının güvenliği için faaliyet göstermesi doğaldı. Duyun-u Umumiye hisseli kalkınma politikasını değil, alacakları sağlam kaynağa bağlama politikası izliyordu.

Osmanlı ülkesindeki beynelmilel haciz memuru Duyun-u Umumiye etkin bir mali örgütlenme kurmuştu... Trajik olan husus, Osmanlı maliye örgütünün modern mali tekniklerle bu alacaklı kuruluş sayesinde yüzyüze gelmiş olmasıdır. Duyun-u Umumiye çağına uyum sağlayamayan Osmanlı maliye bürokrasisinin tersine gelirlerin kaynaklarını tesbitte ve toplamakta yeterli ve etkin bir biçimde çalışıyordu.

Alınan borçların faizleri günün piyasalarına göre çok yüksekti. Avrupalı sermayedarlar, kendi ülkelerindeki düşük faizli yatırımlar yerine bol gelir getiren bu tür borçlanmaları desteklemişler, bu da bu sermayedarların bulundukları devletler tarafından bir politika olarak desteklenmek suretiyle Batı, Osmanlı İmparatorluğu’nu kıskacı altına almıştı.

1914-18 yılları arasında süren 1. Dünya Harbi esnasında dahi Duyun idaresi kendisine bırakılan yerlerdeki gelirleri toplamaya devam etmiş, bunları tahvil sahibi sermayedarlara aktarabilmiştir. Fakat Osmanlı Devleti fiilen harbe girince Osmanlı Devleti yanında yeralmayan devletlere ait kuponların ödenmemesi yoluna gidildi.
Milli mücadele devresinde ise, Ankara Hükümeti egemen olduğu alanlarda Duyun idaresi de dahil bütün gelirlere el koydu. Böylelikle Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra elinde kupon bulunan Avrupalı sermayedarlar, hiçbir teminatı bulunmayan kuponlarla kalakaldılar. Fakat borçların Lozan’da yeni bir statüye bağlanmasıyla Osmanlı borçları yeni bir devreye girmiş oldu.

---------------------
Kaynaklar:
Yard. Doç. Dr. Faruk Yılmaz, Devlet Borçlanması ve Osmanlıdan Cumhuriyete Dış Borçlar, Birleşik Yay., İst, 1996
Prof. Dr. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil Yayın, 1987, İstanbul

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
1 kez görüntülendi. 1,234 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.