Hannah Arendt ve Kötülüğün Sıradanlığı

18 Kasım 2022

                        

Film, zayıf ve yaşlı bir adamın akşam karanlığında, ıssız bir çiftlik yolunda otobüsten inmesiyle açılıyor. Başında fötr şapkası, sırtında yıpranmış pardösüsü, bir elinde çantası diğer elinde yolunu aydınlatmaya çalıştığı el feneri olan yaşlı adam, ağır ağır yürüyerek evine gitmektedir. O esnada yanından geçen askeri cemse birden adamın yanında durur ve aşağı inen iki adam tarafından bir çocuk gibi kaldırılan şahıs kamyonun arkasına atılır. Yaşlı adam ne olduğunu bile anlayamadan birkaç saniye içinde kendini bir askeri aracın içinde bilinmeze doğru giderken bulur.

Aynı anda başka bir ülkede ellili yaşlarında bir kadın, duvarları kitaplarla kaplı geniş odasında derin düşünceler içerisinde sigara üstüne sigara içmektedir. Yüzündeki ifadeden hangi ruh halinde olduğunu anlayamadığımız kadın, sigarayı efkârlandığı için değil de sanki daha iyi düşünebilmesini sağladığı için içmektedir.

 

Image

Gece vakti derdest edilen yaşlı adam; Nazi Almanya’sında Yahudilerin ölüm kamplarına sevk işlerini organize eden SS subayı iken 1960’ta Arjantin’de İsrail gizli servisi tarafından kaçırılıp yargılanmak üzere İsrail’e götürülen Adolf Eichmann’dır. Derin düşünceler içindeki kadın ise Eichmann’ın Kudüs’te görülecek davasını Newyorker Gazetesi adına izleyecek olan, 20. yüzyılın en önemli filozoflardan Hannah Arendt’ten başkası değildir.

Eşi ve yakın çevresi, Arendt’in olumsuz etkileneceği kaygısıyla Kudüs’e gitmesi taraftarı değilse de o gitmekte kararlıdır. Gidecek ve milyonlarca insanı ölüm yolculuğuna çıkaran canavarı kanlı canlı görecek, dinleyecek, gözlemleyecektir. Arendt bu duruşmalardaki izlenimlerini önce makale halinde gazetede yayımlayacak daha sora da “Kötülüğün Sıradanlığı” ismiyle kitap haline getirecektir.

Yönetmen Margarethe von Trotta 2012’de yaptığı filminde, Arendt’in bu kitabındaki önemli konuları karakterlere tartıştırarak başarılı biçimde işliyor. Mesela yolculuk öncesi Kudüs duruşmasına dair ilk tartışma, yakın dostlarına verdikleri bir davette Eichmann’ın yakalanma şekli ve duruşmanın hukukiliği üzerine yapılıyor. Bir taraf Yahudilere karşı işlenmiş suçları İsrail’in yargılayabileceğini savunurken Arendt, soykırımın Yahudilere karşı değil tüm insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu ve Eichmann’ın uluslararası bir mahkeme tarafından yargılanması gerektiği savunuyor.

Bu arada flashback’lerle öğrencilik yıllarına dönüyor ve Arendt’in, hocası Martin Heidegger ile olan gönül ilişkisinin

Image

 temellerine iniyoruz. O günlerde Nazi olmakla suçlanan Heidegger ile olan ilişkisinin her kriz anında bu durumun Arendt’in karşısına çıktığını ve satır aralarında kınandığını görüyoruz ki o günlerde Arendt dışında hiç kimse isminin Heidegger ile aynı cümlede zikredilmesini istemiyor.

Hannah Arendt Kudüs’te eski dostlarıyla bir araya gelir, duruşmayı takip eder, duruşmalarda uzun uzun Eichmann’ı gözlemler, notlarını alır ve evine döner. Buraya kadar Arendt için hayat normal akışında seyrederken gazete için yazdığı beş bölümlük yazı dizisi yayımlanınca Arendt için hayat oldukça zorlaşacaktır. Çünkü yazdığı makale sansasyon yaratır ve en yakınlarının da dâhil olduğu müthiş bir linç kampanyasına maruz kalır. Duygusuz olmakla, Yahudi düşmanı olmakla itham edilir. Hatta, bizzat İsrail hükümetinin gönderdiği ajan tarafından kitabın basılmaması konusunda tehdit edilir.

Meseleleri siyaset ve ideolojiler üstü bir yaklaşımla ele alabilen, dünyaya mümkün olan en geniş açıdan bakabilen, adaleti ve hakikati ulusal çıkarlara önceleyen sıra dışı bir entelektüel olan Arendt, kuru gürültülere pabuç bırakacak biri değildir. Zira rüzgârın estiği yöne meyleden, birilerinin sesi olmayı tercih eden sıradan memur aydınlardan olmadığını her şart ve ortamda düşünceleri ve duruşuyla gösteriyor. Siyonist Yahudilerin tüm dünyada moral üstünlüğü ele geçirdiği bir dönem için cesur addedebileceğimiz bir yaklaşım geliştiriyor ve tüm tepkilere rağmen güçlü duruşunu hiç bozmuyor. En yakın dostum hatta ailem dediği Kurt tarafından acımasız ve zalim olarak nitelenirken de Yahudi düşmanı bir Yahudi şeklinde nitelenerek hakkında “Mükemmelliğin Sapıklığı” başlıklı makaleler yazılırken ve yüzlerce tehdit mektubu alırken de düşüncelerinden taviz vermeyi aklından bile geçirmiyor. Arendt, maruz kaldığı linçin düşünsel bir eleştiri barındırmayan, daha çok Yahudi liderleri eleştirmesinden kaynaklanan histerik tepkiler olduğunu biliyor ve kendisini açık ve net biçimde ifade etmek dışında kimseyi ikna etmek ve kimsenin onayını almak gibi bir çabaya girişmiyor.

Arendt’in Eichmann davasına dair yaklaşımlarına gelecek olursak; filmde ve “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabında ele alınan önemli konuları dört başlık altında toplayabilirim:
-Duruşmanın hukukiliği ve meşruluğu
-Yahudilerin neden, kurbanlık koyun gibi ölüme gittikleri, direnmedikleri
-Yahudi liderlerin soykırıma katkı ve destekleri
-Eichmann’ın normal ve sıradan bir insan olması

Bu başlıkları ana hatlarıyla tek tek irdeleyelim.

Duruşmanın Hukukiliği ve Meşruluğu

 

Image

Arendt, kitabında Eichmann duruşmalarının meşruluğu konusuna uzunca bir yer veriyor. Eichmann’ın kaçırılması ve yargılanacağı mahkemenin Kudüs’te kurulması emrinin İsrail’in kurucu lideri ve dönemin başbakanı David Ben Gurion tarafından verildiğinin altını çizen Arendt, Gurion’un esas derdinin adaletin sağlanması değil Yahudilere yapılanları ana aktörlerden biri üzerinden tekrar gündeme getirerek yeni yetişen İsrailli gençlere siyonizmin gerekliliğini ve önemini empoze edebilmek olduğunu belirtiyor. Zira savaş sonrası dünyaya gelen genç nesil Yahudi halkıyla ve kendi tarihiyle arasındaki bağı kaybetmek üzereydi. İsrailli ajanların o ıssız çiftlik yolunda Eichmann’ın ensesine bir kurşun sıkmamalarının nedeni de buydu.

Eichmann’ın yargılanmasının meşruluğuna dair getirilen ciddi itirazlardan biri sanığın usullere uygun olarak tutuklanıp İsrail’e iade edilmemesiydi. Eichmann’ı adalet önüne çıkarmak için uluslararası hukuk açıkça ihlal edilmişti. Arendt, İsrail’in Eichmann’ı yakalama ve yargılama usulünü sert biçimde eleştirerek bunun kötü bir emsal olacağını, yarın bir gün başka başka devletler suçlu addettikleri kişileri kaçırıp kaçırıp yargılamaya başlarsa ve bu mahkemeyi emsal gösterirse ne yapılacağını sorar. Arendt geleceği dikkate alarak düşünmektedir. Keza kendisini mahkûm eden çağdaşlarından ayrı ve üst bir yerde durmasını sağlayan vasıflarından biri budur. Ona göre yarın benzer bir soykırım tekrarlanabilirdi ki bu ihtimal çok yüksekti. “Öyle soykırım silahları geliştirilir ki Hitler’in gaz tesisatları, şeytan gibi bir çocuğun uyduruk oyuncakları gibi kalabilir.” diyordu. Arendt, Kudüs’te adaletin, Nürnberg’e kıyasla daha ciddi bir biçimde zarar gördüğünü düşünüyordu, Zira mahkeme savunmanın tanık çağırmasına bile izin vermemişti.

Uluslararası mahkeme kurulma teklifini hiç düşünmeden reddeden İsrail, Eichmann’ın yakalanma yöntemine dair eleştiriye karşı; Arjantin hükümetinin Nazileri koruyan bir politika uyguladığı, istense de Eichmann’ı vermeyecekleri şeklinde savunma yapıyor. Keza Alman hükümeti, Auschwitz’deki korkunç tıbbi deneylerde yer alan ve “ayıklama”dan sorumlu olan doktor Josef Mengele’nin iadesini istemiş fakat sonuca ulaşamamıştı.

Mahkemeye getirilen eleştirilerden biri de sanığın Yahudilere karşı işlenen suçla yargılanmasıydı. Oysa suç Yahudilerin şahsında tüm insanlığa karşı işlenmişti, dolayısıyla sanık uluslararası bir mahkemede yargılanmalıydı. Karl Jaspers Kudüs’teki mahkemeye, hüküm verme hakkından feragat etmesini, buna yetkili olmadığını beyan etmesini önerdi. Arendt ise, İsrail’in BM’ye başvurarak uluslararası ceza mahkemesi kurulmasının zaruri olduğunu beyan ederek ortalığı karıştırabileceğini, “haysiyetli bir rahatsızlık” yaratabileceğini düşünüyordu.

Ancak İsrail hiç de öyle bakmıyordu. İntikam refleksleri ile hareket ediyor, MS 70 yılında Romalıların Kudüs’ü yok etmelerinden beri ilk defa elde ettikleri Yahudilere karşı işlenen suçu kendi elleriyle yargılama hakkından feragat etmek istemiyorlardı. Yahudiler ilk defa koruma veya adalet için başkalarına başvurmak zorunda değillerdi. O yüzden iki bin yıl sonra gelen imkânın tadını çıkarmak istiyorlardı.

Yahudilerin Kurbanlık Koyun Gibi Ölüme Gitmeleri, Direnmemeleri

Bu nasıl bir itaatkârlıktı? Belirlenen zamanda ulaşım noktalarına ve infaz yerlerine kendi ayaklarıyla gittiler. Kendi mezarlarını kazdılar, soyundular, giysilerini muntazam biçimde yığdılar, kurşuna dizilmek için yan yana sıralandılar. Savcı ısrarla soruyor tanıklara; neden karşı çıkmadınız, neden trenlere bindiniz? On beş bin kişiye karşı birkaç yüz muhafız vardı, neden mücadele etmediniz?

Arendt bu soruyu gaddarca ve aptalca buluyor. İtaatin nedenini 1941’de Alman müfrezesine saldırma cüretinde bulunulması üzerine tutuklanan 430 Yahudi’nin başına gelenlerde aranması gerektiğini düşünüyor. “Öyle işkenceler gördüler ki Auschwitz’deki kardeşlerine imrenir hale geldiler. Ölümden çok daha beter bir sürü şey vardı. Bu olayı bildikleri için Yahudiler Nazilerin sunduğu nispeten kolay ölümü tercih ettiler.” şeklinde açıklıyor.

Bu konuda mesele tek taraflı ele alınıyor fakat aynı muameleye tabi tutulan Yahudi olmayanlar da farklı davranmıyor. Bu tutumdaki mahkûmlara o dönemde “muselmann” adı veriliyordu. Müslüman teslimiyeti ve kaderciliğine atfen bu ismin verildiği söyleniyor. Umutları tükenmiş, yaşama isteğini kaybetmiş, çevresine ilgisizleşmişlerdi. Ölümü bekleyen yüzbinlerce isimsiz tutsağın bilincinde artık iyi ve kötü, onurlu ve alçak ayrımına yer kalmamıştı. Onlar güçlükle yürüyebilen, canlı cesetler haline gelmişlerdi. SS’ler insanları muselmannlaştırmalarıyla gurur duyuyorlardı. Daha darağacına çıkmadan kurbanını yok eden bir sistem geliştirmişlerdi çünkü.

Buradan yola çıkarak, modern toplumun ortalama öznesi de muselmann'dır dersek abartmış olmayız. Nasıl ki faşizm modern devlete içkin ve soykırım yalnızca modern uygarlıkta olabilecek bir şey ise, nasıl ki holokost modern aklın bir cinnet anında işlediği bir suç değil de modernliğin bir normali ve Auschwitz toplama kampı da modern fabrikaların evrimleşmiş hali ise modern toplumun ortalama öznesi de muselmann'dır. Bugün kentli modern insan yaşamsal, akılsal ve iradi pasiflikle malul hale gelmiştir. İnsanlar uyuşturulmuş gibiler. Tepkisizler. Her ne olursa olsun reaksiyon göstermiyorlar. Kaderlerine boyun eğdiler, kendi rızalarıyla özne olmaktan vazgeçtiler ve ürkütücü bir tevekkülle bir çeşit muselmannlaştırıldılar.

Yahudi Liderlerin Soykırıma Katkı ve Destekleri

Arendt’e göre Yahudi liderlerin kendi insanlarının imhasında oynadığı rol, bu baştan sona karanlık hikâyenin şüphesiz en karanlık bölümüdür. Arendt, Nazilerin siyonist Yahudileri iyi Yahudi olarak gördüklerini, sadece siyonistlerin Alman yetkililerle müzakere şansına sahip olduğunu söylüyor. ”Birinci sınıf Yahudi” şeklinde nitelenen Yahudiler korunuyor, sadece ünlü Yahudiler hayatta kalabiliyordu. Tanınmış Yahudiler için tanınmış kişiler araya girdiğinde sonuç alınıyordu. Ölüm de sınıfsaldı yani. Tüm üst düzey Nazi yetkilisinin koruduğu Yahudisi vardı, Hitler’in 340 birinci sınıf Yahudi tanıdığı söyleniyordu.

Yahudi liderler olağanüstü biçimde işbirliği yapıyordu. Eichman ve adamları, Yahudi liderleri konseyine her treni doldurmak için kaç Yahudi gerektiğini haber veriyor, onlar da tehcir edileceklerin listesini hazırlıyordu. Yahudiler başvurularını yapıyor, formlarını dolduruyor sonra da toplama kamplarına doğru yola çıkacak trenlere biniyorlardı. Saklanmaya veya kaçmaya çalışan Yahudileri yakalama görevini de özel bir Yahudi polis gücü yapıyordu.

Arendt’in bu konudaki tespiti oldukça çarpıcıdır ki bu çarpıcılık nedeniyle kızılca kıyamet kopuyor, bunaltıcı bir linçe tabi tutuluyor: “Yahudi liderlerin yardımı olmasa hatta Yahudiler örgütlü olmayıp lidersiz şekilde dağınık durumda olsalar tam bir kaos yaşanır ve hepsinin bu kadar muntazam toplanması ve sevk edilmesi mümkün olmaz, dört ila altı buçuk milyon insan ölmezdi.” diyor ve ekliyor, “Neden isyan etmediniz sorusu aslında sorulmayan bir sorunun sis perdesini oluşturuyor.”

Eichmann’ın Normal ve Sıradan Bir İnsan Olması

Kaçırılıp İsrail’e getirildikten sonra Eichmann hakkında yarım düzine psikiyatrist normal raporu verdi. İsrailli Bakan hapishanede ziyaret ettiğinde, onun için gayet olumlu düşünceleri olan bir insan demişti. Eichmann, özel hayatında örnek bir baba, sadık bir eş, harika bir arkadaş profiline sahipti. Eichmann herhangi bir Alman, diğerlerinden daha kötü değildi. Yahudilere karşı özel bir nefreti de söz konusu değildi. Hatta ilk işini Yahudi aile dostları sayesinde edinmişti. Arendt’e göre partiye ne Nazi davasına inandığı için katılmış ne de katıldıktan sonra inanmaya başlamıştı. Ne zaman partiye katılma nedeni sorulsa Versay Antlaşması ve işsizlik gibi basmakalıp lafları yineleyip duruyordu. Zaten Eichmann klişelerle düşünüyor ve konuşuyordu. Parti programını bile bilmiyordu, Kavgam’ı hiç okumamıştı. Bir arkadaşı neden SS’e katılmıyorsun demişti, o da neden olmasın demişti hepsi buydu. Ama hırslı bir gençti, yükselmeyi arzuluyordu. Bir buçuk senede onbaşılıktan yarbaylığa yükselmişti.

Arendt için Eichmann’da şeytani ve uğursuz bir derinlik aramak beyhudeydi. İddia makamının Eichmann’ı sapık bir sadist olarak tanımlaması ve davayı dünyanın o güne kadar gördüğü en anormal canavarını yargıladıkları şeklinde sunmaları yanıltıcıydı. Eichmann nihai çözüm (soykırım) mekanizmasında “küçücük bir dişliydi” fakat iddia makamı onu bu mekanizmanın motoru gibi sunuyordu. Savcı ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu adamın canavar olmadığı ortadaydı. Ama "Soytarı olmadığından emin değilim." diyordu Arendt. Eichmann hiçbir zaman büyük biri de yüksek parti çevrelerine mensup biri de olmamıştı. Eichmann ve onunla birlikte onlarcası ne sapıktı ne de sadist. Ne yazık ki hepsi de eskiden de şimdi de dehşet verici bir biçimde normaldi. Bu normallik, yapılan bütün kötülüklerden daha dehşet vericiydi. Arendt işte bu normalliğe “kötülüğün sıradanlığı” diyor.

Eichmann, suçlamaları yasalara bağlı bir vatandaş olarak emirlere uyduğu ve görevini yaptığı argümanıyla karşılıyordu. Sadece emirlere de değil yasalara da uymuştu. Eichmann, “Geçmişte yaptıklarımız bugün içinde bulunduğumuz konumdan baktığımızda suç sayılıyor; o zaman devlet göreviydi, Hitler’in her emri kanundu.” diyor. Hitler’e sonsuz ve aşırı bir hayranlık duyuyordu, ona göre suçu itaatinden kaynaklanıyordu. Ölü yıkayıcının önündeki ölü gibi itaatkâr olmayı öğrenmişti. “Oysa itaat erdem olarak methedilirdi.” diye serzenişte bulunuyor. Nazi liderler onun itaatini istismar etmişlerdi. Yöneticilerden olmadığını, kurban olduğunu iddia ediyor, ölüm cezasına yöneticilerin müstahak olduğunu dile getiriyordu.

Mahkemenin, “Açıkça suç teşkil eden emirlere kesinlikle itaat edilmemeliydi.” dediği günlerde sınırdaki bir Arap

Image

 köyünde sivilleri katletme suçuyla mahkemeye çıkarılan İsrailli askerler “üstlerinden aldıkları emirleri” uyguladıkları gerekçesiyle kısa süreli hapis cezalarıyla kurtulmuşlardı. Arendt, bu olayı örnek gösterdiği paragrafı “Üstlerin emirlerinin apaçık gayrı meşru olduğu durumda bile, bir insanın vicdanının normal işleyişini ciddi biçimde altüst edeceğini kabul etmek gerekir” cümlesiyle bitiriyor.
Eichmann ve benzerleri iyiliği özel hayata hasretmişlerdi. Kamusal hayatlarında yaptıkları eylemleri itaat ve görevini yapma olarak görüyor ve orada yaptıklarından sorumluluk hissetmiyorlardı. Dolayısıyla kamusal hayatlarında milyonları gaz odasına taşıyabiliyorlardı. Oysa vicdan önceleniyor olsaydı tayin başvurusunda bulunarak herhangi bir görevden kurtulmak mümkündü. Nürnberg evraklarında bir SS üyesinin infazda yer almayı reddetmesi nedeniyle ölüm cezasına çarptırıldığı tek bir vaka yoktu.

Burada Rutger Bregman’ın, sıradan insanların iyi bir şey yaptıklarını düşünerek kötülüğe bulaştıkları tezi öne çıkıyor. Eichmann aslında iyi bir şey yaptığını, ulvi bir hedefin neferi olduğunu düşünüyor. “Bu savaşlar sayesinde gelecek kuşaklar savaşmak zorunda kalmayacak.” diyor, tarihin doğru tarafında durduğuna inanıyor. Yakalandığında verdiği ilk ifadelerde “Hiç pişmanlık duymuyorum.” diyor mesela. 1945 ise, “imparatorluğun altı milyon düşmanını ölüme gönderdiğimi bilerek mezarımda keyif ve mutlulukla yatacağım.” diyordu. keza Bregman’a göre o tam bir fanatikti. iyilik olduğunu düşünerek kötülük yapmıştı.

 

Image

Arendt’in önemli tespitlerinden biri de holokost gibi bir suçun ancak hükümet kaynaklarını kullanan devasa bir bürokrasi ile işlenebileceğidir. Totaliter yönetimlerin özü ve belki de her bürokrasinin doğası insanları yetkililere ve yönetim mekanizmasındaki çarklara dönüştürmesi ve onları insanlıktan çıkarmasıdır. Eichmann da kendisinin bir insan olarak değil bir görevli olarak hareket ettiğini, bu görevde yerinde başka birisinin de olabileceğini söylüyor. Bu gerçek, dünyada işlenmiş en büyük kötülüklerin önemsiz insanlar tarafından gerçekleştirildiğini açıkça ortaya koyuyor. Arendt bu insanları şu kelimelerle tanımlıyor: “Herhangi bir gayesi bulunmayan, fikirden yoksun, ruhsuz, bir kalpleri veya şeytani bir iradeleri olmayan basit insanlar. Birey olmayı reddeden insanlar. Ben buna kötülüğün sıradanlığı diyorum. Adamın şaşırtıcı sıradanlığıyla korkunç eylemleri arasında bağ kurmayı denedim sadece. Anlamaya çalışmak savunmak demek değildir. Onu anlamayı sorumluluk olarak görüyorum. Düşünme rüzgârının tezahürü gerçeklik değil doğruyu yanlıştan ayırma becerisidir, güzeli çirkinden ayırt etmektir. Ve umuyorum ki düşünmek insanlara o bir anlık beliren kritik zamanlarda felaketi önleme gücü verir."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
3 kez görüntülendi. 894 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.