“Kesintisiz olumluluk üretiminin korkunç bir sonucu vardır. Çünkü olumsuzluk kriz ve eleştiriye gebeyse, abartılı olumluluk da homeopatik dozlarda kriz ve eleştiriyi süzme yeteneksizliğiyle felakete gebedir. Tohumlarını, basillerini, parazitlerini, biyolojik düşmanlarını kovalayan ve eleyen her biyolojik bedenin metastaz ve kanser tehlikesiyle, yani kendi hücrelerini yutan bir olumluluk ya da bundan böyle işsiz kalan kendi antikorlarınca yutulma tehlikesiyle karşı karşıya olması gibi, kendi olumsuz öğelerini kovalayan, kovan, defeden her yapı da tam bir tersinmenin getireceği felaket tehlikesine maruz kalır. Kendi lanetli yanını temizleyen her şey kendi ölümünü imzalar. Lanetli pay teoremi böyledir.”
Jean Baudrillard /Kötülüğün Şeffaflığı
Kriz ve eleştiriyi süzme yeteneksizliğinin had safhaya ulaştığı günlerden geçtiğimizi iddia etmek kanaatimce çok da cüretkâr bir tespit olmayacaktır. Aksine makul, mutedil ve asgari düzeyde nesnellik kaygısı ile bakıldığında dahi bu tespite giden yolun son derece kısa olduğu görülebilir.
Eskiden siyasi literatüre girmiş bir ifade vardı: “Sevr paranoyası”
“Sevr paranoyası” esasen içeride konuşmayı bir milli güvenlik sorunu olarak gören cari rejimin zinde güçlerinin ruh halini ve ülke siyasetini kıskaca alan pozisyonlarını betimlemek için kullanılırdı. Bir dünya savaşının acımasız sonuçları üzerinden bu ruh halinin ülkenin ve milletin 100 yılına ipotek koymasının tüm maliyetlerini ödemiş bir ülkenin yurttaşlarıyız. O kıskacın bir ülkeyi nasıl bir sıkışmışlık ile karşı karşıya bıraktığının tanıklarıyız. Yahut o tanıkların çocuklarıyız.
Bugün ulusal ve uluslararası sahada yeniden ivme kazanan güvenlikçi dil ve revaç bulan politikalar, yerelde farklı tehdit algılarına sahip olsalar da özetle ve özette aynı zihniyet kodları ile iş görüyorlar.
Mesela; Türkiye’ye baktığınızda üç tarafı denizlerle dört tarafı düşmanlarla çevrili bir yarım ada görüyorsanız; biraz zorlama ile ülkenin içeride de düşman ile ittifak halinde olan güçlerce perişan edilmek pahasına sürekli ve kesintisiz bir saldırı altında olduğunu düşünebilirsiniz. Oysaki bu düşüncenin hiç de özgün olmadığını belirtmekte fayda var. Dünyanın çeşitli coğrafyalarında, adları farklı pek çok ülkede, içeride tahkim edilecek rejimin temel niteliği otoriterlik olan çoğu yerde kurgu, bu okumanın üzerine inşa edilmiştir. Dolayısı ile siyasi okumaların ayaklarını bastıkları bir zemin olarak zihniyetler vardır.
Eğer otoriter bir zihniyete ayaklarınızı basmış ve zeminden gayet memnun iseniz otoriter pervasızlığınızı meşru kılacak yegâne siyasi okuma biçimi daha çok güvenlik vaadi ile peşinen daha az özgürlüktür.
Güvenlik/özgürlük çelişkisini bu şekilde çözmenin garantisi ise insanları güvenlikleri ile ilgili tehditle mütemadiyen yüz yüze bırakmak, olası ve muhtemel tehdit algısını sürekli harlamak ve onları yüksek gerilim hattında zayıf parmakları ile tutunmaya çalışan tedirgin güvercinler haline getirmektir. Tehdit ne kadar yakın ve büyük olursa yönetsel zafiyetler, yanlış karar ve uygulamalar, beceriksizlikler ve iş bilmezlikler, yolsuzluklar ve adaletsizlikler de o kadar gündeme gelmelerine tenezzül edilmeyen teferruatlar haline gelecektir.
Bu teferruatlar yerine 7/24 alt ve üst geçitleri, asfalt yolları, park ve bahçeleri konuşmak yahut yapının ürettiği kılçıksız olumluluk ile mest olup minnettarlık göstermek düzenin bekçileri tarafından salık verilecektir. Olumluluk ile esrik bir biçimde mutlu olmak yerine teferruatlar ile kriz çıkarmak ve eleştiri getirmek biyolojik düşmanlarını kovalayan bir beden gibi yetkili mercilerce kovalanmaya, kovuşturulmaya neden olabilir. Eleştirinin mahiyet, nitelik ve anlamına bir dakika durup vakit ayıramayacak olanlarca olumsuz bir öğeye indirgenip def edilmek an meselesidir.
Peki yaratılan bu döngü içerisinde yapı ne olacak, ne hale gelecektir?
Vasat bir demokraside bile absorbe edilebilecek en küçük bir itiraz hışımla karşılanıp gazapla suskunlaştırıla suskunlaştırıla en sonunda yukarıda alıntılanan Jean Baudrillard’ın başka bir tespiti ile ancak betimlenebilecek olan şöyle bir manzara ile karşılaşılacaktır: “Yakında hangisi olursa olsun, herhangi bir çekinceyi dile getirmek olanaksız hale gelecektir.”
Çekinceyi dile getirmenin bile olanaksız hale geldiği bir durumda, düşünürün yukarıda sorduğumuz soruya vereceği muhtemel cevap da aşikârdır: “…biyolojik düşmanlarını kovalayan ve eleyen her biyolojik bedenin metastaz ve kanser tehlikesiyle, yani kendi hücrelerini yutan bir olumluluk ya da bundan böyle işsiz kalan kendi antikorlarınca yutulma tehlikesiyle karşı karşıya olması gibi, kendi olumsuz öğelerini kovalayan, kovan, defeden her yapı da tam bir tersinmenin getireceği felaket tehlikesine maruz kalır.”
Çok şükür ki çekinceyi bile dile getirmenin olanaksız olduğu bir durumda değiliz henüz. Ancak tüm göstergeler ile birlikte düşünüldüğünde bir sınırda olduğumuz da görülüyor. Her itirazı, her eleştiriyi, her çekinceyi hâsılı kendi lanetli yanına dair her işareti yok etmeye çalışan bir anlayış ile mi devam edeceğiz yoksa antikorlarımızı işsiz bırakmayarak yükselen ateşimizi ve nükseden ağrılarımızı ciddiye alıp sağlıklı olmanın yollarını mı arayacağız?
Semptomları ihbar kabul edip gereğini mi yapacağız yoksa yok sayıp lanetleyecek miyiz? Yok sayıp lanetlemenin yaratacağı metastaz ve kanserden kendimizi ve ülkeyi nasıl koruyacağız?
Tüm bu sorular nasıl bir ülke istediğimiz ile yakından alakalı olmakla birlikte hayat memat meselesidir aynı zamanda.
Öyle bir eşikteyiz ki ne yorum yok diyerek ne de alelade cevaplarla geçiştirebiliriz.
Sınırda olmanın kritik zorunluluğudur bu. Ve şimdi tüm ağırlığı ile bu zorunluluk ile yüz yüzeyiz.
Yeni yorum ekle