Okulu Bir Devlet Kurumu Olmaktan Neden Çıkarmalıyız? (1)

12 Kasım 2020

 

Kimi sözcükler esnekliklerinden ötürü işlevsizleşmişlerdir. Sıklıkla kullandığımız ‘okul’, ‘eğitim’, ‘öğretim’, ‘öğrenim’ gibi kelimeler maalesef bu grupta yer alan sözcüklerdir. Çoğu zaman her biri bir diğeri yerine kullanılır yahut sadece kullanıcısının zihnindeki çağrışıma göre cümle içinde bir yerlere serpiştirilir. Sonuçta anlamlarından firar eden içi boş sözcükler olarak kalırlar.

Çoğu kişi öğrenmeyi okul ile mümkün bir süreç olarak görür. Eğitimi okul ile eşleştirme/eşitleme ile devam eder bu yan yana düşünme hali. Oysaki her insanın kişisel hikâyesinden de bilebileceği gibi öğrendiklerimizin çoğu okul-dışı kaynaklıdır. İtiraf etmemizde hiçbir sakınca yok; hepimiz sahip olduğumuz bilginin çoğunu okul dışından elde etmişizdir. Öte yandan sınırlı bir öğrenme ve çoğunlukla başarısız kalan bir beceri edindirme ile sona eren asgari 12 yıllık zorunlu kitlesel eğitim süreci okul adına eğitime ayrılan parayı, insan kaynağını ve iyi niyeti tek başına sahiplenir. Buna karşın öğrenimin doğrudan maliyeti her yerde toplam veriminden hızlı artmaktadır.

Başlıktaki soru, toprağı bol olsun; düşünür, tarihçi, teolog Ivan Illich’in ‘Okulsuz Toplum’ isimli kitabında okuyucuyu karşılayan ilk yazısının başlığıydı. Illich’i bilenleri tenzih ederek söylüyorum ne var ki onu sadece bu kitabıyla tanıyanların çoğu bir tür indirgemeci maluliyet ile Illich’in Okulsuz Toplum’da yer verdiği ciddi eğitim eleştirilerini maalesef aynı ciddiyetle değerlendirememişlerdir.

Illich’in okul eleştirisi, onun modern toplumun manipülatif ve endüstriyel kurumlarına karşı açtığı savaştan bağımsız düşünülmemeli. Ivan Illich üretimden tüketime, eğitimden bilime dünya sisteminin ekonomik ve bilişsel çerçevelerine ömrü boyunca yazdıkları ile darbe üstüne darbe vurmaya azmetmiş bir filozoftu. Viyana’da doğan, tarih ve teoloji eğitimi alan ve bir süre papazlık yapan Illich, 20. yüzyılın en radikal düşünürü olarak anılacaktı. Egemen paradigmanın bugün bizzat mağdur ettiği kitleler tarafından bile sahiplenilen ve birer itikat düzeyinde şüpheye yer bırakmaz bir biçimde kabullenilen yaygın umdelerine o, yıllar önce kaleme aldığı eserleriyle meydan okumuştu.

Dünya görüşümüzün endüstrileşmesi

“Gerçeğin herkesçe paylaşılan algılanışında endüstrinin yol açtığı bozukluk, bizi yaptığımız işlerdeki ters amaç düzeyine karşı körleştirmiştir.”, der Illich.  Başlıca eserlerinde eğitim, enerji tüketimi ve tıp kurumunu, ‘radikal tekel’ ve ‘karşı üretkenlik’ (counter-productivity) kavramları çerçevesinde eleştirir. Endüstriyel tüketim toplumunun hiçbir zaman herkes için karşılanabilir olamayacak ihtiyaçlar belirleyerek yarattığı kıtlık durumunu çözümler. ‘Gender’, isimli çalışmasında ise erkek ve kadının modern toplum tarafından ortadan kaldırılan ‘birbirini tamamlaması’ üzerine yazar. 

“Daha fazla kurumsallaşma ve uzmanlaşma üreterek bireyleri kendi kararlarını verme ve kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olma hakkından yoksun bırakıyor. ”diyen Illich’in hedefinde modern toplumun kurumsal yapıları vardı. Son derece özgün bir kavrayışla bu kurumların nasıl bir  ‘karşı-üretkenlik’ yarattığını analiz eder. Karşı üretkenlik başlangıçta yararlı olan bir uygulamanın olumsuz bir şekle dönmesi anlamında kullanılır. Illich’e göre bir eşiğe ulaşıldıktan sonra kurumsallaşma karşı-üretkenlik doğurur.  Buna göre mesela, motorlu taşıtlar ulaşılabilir kıldıkları uzaklıkları toplumun çoğunluğu için aynı zamanda ulaşılamaz hale getirmişlerdir. Keza teknolojik pek çok buluş için de bu söylenebilir. Daha fazla tedavi daha çok iyileşme/sağlık olmadığı gibi daha fazla okullaşma da daha çok eğitim anlamına gelmemektedir.

Sağlığın Gaspı’nda “Tıp kurumu sağlık için büyük bir tehlike haline gelmiştir. Tıptaki profesyonel egemenliğin etkisi salgın boyutuna ulaştı.”, derken Okulsuz Toplumda “Okullaşmanın artması, silahlanmanın artması ölçüsünde tehlikelidir ama bu tehlike istenildiği oranda ciddiye alınmıyor.”, diyecektir. Illich kurumların elinde doğup onların nezaretinde ölen modern bireyin kurumlar elindeki içler acısı durumunun okul ile ilgisi/ ilintisi olduğunu düşünüyordu. Kuşkusuz diğer kurumların telkin ve aşılamalarının farkındaydı ne var ki okulun daha temelde bir yer tuttuğunu düşünüyordu. Bu tespitlerinde yalnız da değildir. Michel Foucault’un da altını çizdiği bir durumdu bu. Onun okul - fabrika arasındaki analojiye imkân veren yapısal ortaklığa ilişkin işareti dikkate değerdir mesela. Nasıl ki fabrikada bant sistemi içerisinde çeşitli fasılalardan geçerek aynı anda çok sayıda ve tek bir biçimde standart olarak imal edilen bir mamul mümkün olabiliyorsa, insanlar da benzer bir bant sistemine entegre edilerek makbul vatandaşlar haline getirilebilirler. Hem iktidarın arzu ettiği ideolojinin taşıyıcıları hem de fabrika bacalarının tütmesini mümkün kılmaya yetecek teknik becerileri aynı anda aynı yerde kazanabilirler. İşte bu varsayım kadim dönemlerden farklı olarak modern dönemde eğitimin konumlandırılması ile sonuçlandı. Eğitimin önemine yapılan vurgunun eğitimin devletleştirilmesi ile eş zamanlı olarak artması, bu açıdan üzerinde durulması gereken bir husustur.

Zorunlu eğitim ideolojisi

Eğitim-öğretimin dünyevi bir kurtuluş dini olarak kutsandığı modern dönemde, zorunlu eğitim ideolojisine karşı Illich’in yaptığı türden eleştiriler meskûn mahallere bomba atmaktan farksız görünecektir. Bilhassa tedrisi süreçten geçmiş bir zihin neye maruz bırakıldığı üzerinde bir tefekkür içine girmemişse kolayca tüm bu tespitleri yadsıyabilir de. Ne var ki bu yadsıma hali tam da tespite konu olan kurumlar eliyle imal edilmiştir. Bu şuna benziyor aslında; kurumsal bilgi bizlere çocukların okula ihtiyaç duyduğunu, çocukların öğrenme işini okulda başarabileceklerini söylüyor. Fakat, bu kurumsal bilginin kendisi okul denen kurumun bir ürünü. Geride bıraktığımız 200 yılda dünya nüfusunun çoğunluğuna bu ürün satılmıştır. Bu 200 yıllık aktarım bugün her dinden her meşrepten insanı söz konusu eğitim olduğunda aynı üst-ideolojinin çatısı altında toplayabilmektedir.  Zorunlu eğitim ideolojisi olarak adlandırabileceğim ve eğitim kanaatlerini tekilleştiren hayal gücünü ise neredeyse sıfırlayan eğitime dair bir kanaat ortaklığıdır söz konusu olan. Haliyle ortalıkta bu ortaklığın dışında başkaca kanaatler olmayınca eğitime dair görüş ve düşüncelerde herhangi bir nitelik farkı da ortaya çıkamamaktadır.  

Zorunlu eğitim ideolojisi bir dizi yasal güvence, diploma tekeli ve ürettiği bir takım mitler ile meşrulaştırır kendini. En sonuncuya örnek olması açısından  “eğitim hakkı”, “eşit eğitim fırsatı” gibi önermeleri anabiliriz.  Her ne kadar “eşit eğitim fırsatı”  arzu edilebilir bir amaç gibi görünse de bunun tek tip zorunlu eğitim ile sağlanacağına inanmak Ivan Illich’in ifadesiyle kurtuluşu, kiliseyle karıştırmak anlamına gelmektedir. Yine Illich’in ifadesiyle söylersek okul, modern proletaryanın dünya dini haline gelmiş ve teknolojik çağın fakir insanları için faydasız kurtuluş vaatlerinde bulunmaktadır. Sık sık medyatik bir fragman olarak karşımıza çıkarılan istisnaî “başarı” hikayelerinin alt metninde bu kurtuluş vaadinin canlı tutulma amacı vardır. LGS birincisinin filanca köyde yaşayan bir çoban olduğu haberi istisnaî başarıya –başarı ne kelime mucize!- işaret etmesinin yanında, zorunlu eğitim ideolojisinin propaganda makinesinin de muntazam çalıştığını göstermektedir.

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 614 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.