Korona salgını dünyayı kasıp kavuruyor. Her gün haber kanallarından vaka ve vefat istatistikleri güncellenerek aktarılıyor. Virüsün yol açtığı ve müstakbel bir gelecekte yol açacağı sorunlar televizyon ekranlarında tartışılıyor. Herkes bu uğursuz virüsten ve onun yol açtığı hasardan bir an önce kurtulma arzusu içinde. Bu gündem içerisine sızan aslında oldukça eski olmakla birlikte “yeni” bir tartışma başlığı daha var: Bilim - din karşıtlığı / karşılaştırması. Tartışmanın menbaı esasen tarihsel olarak Batı dünyası. Tartışma bizim gibi ülkelerde belli bir kesim için “bilim-kilise çatışmasını” “bilim-din çatışması” olarak tercüme edip, varsayım olarak İslam için de böyle bir karşıtlığın olduğu peşin hükmüne yaslanıyor.
Korona’yı konuşurken bu 19.yüzyıl esintisi taşıyan konu nereden geldi? Olduğu varsayılan bilim-din karşıtlığı sosyal medyada sürekli birtakım görsel ve tümcelerle vülgarize ediliyor. Bu tartışmayı temsil eden bir söz ve bir karikatür şu günlerde oldukça revaçta. Söz şu: “Herkes din çalıştı, soru biyolojiden geldi.”. Karikatürde ise elini iki dudağına götürerek “sus” işareti yapan hemşire fotoğrafının karşısına dizilmiş farklı dinlere mensup din adamları görülüyor.
Yine korona vesilesiyle su yüzüne çıkan modern toplumsallaşmanın bel kemiği diyeceğimiz “uzman otoritesi” karşısındaki teslimiyetçi tavır hakkında da konuşmamız gerekiyor. Dünyanın maruz kaldığı bir salgın karşısında, yaşanan çaresizlikle birlikte kimi yazarların “Keşke her işimizi bilim kurulları yürütse” türünden çıkışlarını görünce meselenin tek boyutlu bir bilim-din karşılaştırmasını aştığını gözlemliyoruz.
Korona salgını üzerinden alevlenen, bu eski olmakla birlikte yeni tartışmanın içinde, geride bıraktığımız birkaç yüzyılı zihnimizden silmeden ve bu konuda ortaya çıkmış yazınsal birikimi yok saymadan bir şeyler söyleyebiliriz.
Bilimin birtakım gelişmelerdeki katkısı yadsınamaz; ne var ki değerden yoksun mekanik bir bilim tasavvurunun tüm bir 20.yüzyıl boyunca insanlık için ortaya çıkardığı maliyet de inkâr edilemez. Modern bilimin tüm kültürel çeşitliliklerin bilgi kavrayışlarını geçersizleştirmesi üzerinden geçen birkaç asır sonunda, modern bilimin taraftarları açısından bile kabulü gayri kabil sonuçlar / sorunlar var önümüzde. Bu sonuçların hiçbirisi de hayırlı sayılamaz kanımca. Başta ekolojik sorunlar var mesela: Nehirlerin, okyanusların, havanın, yeraltı sularının kimyasal ve radyoaktif kirlenmesi; ozon tabakasının delinmesi; hayvan ve bitki türlerindeki feci azalma; toprakların çölleşmesi ve bitki örtüsünün yok olması. Öte yandan açlık, hastalık ve yoksulluk ile kaderlerine terk edilmiş ve modern bilimi yedeğine alan Batı uygarlığının çare bulmaktan çok neden olduğu “Üçüncü dünyanın sorunları” olarak görmezden gelinen sıkıntılar var. Bunlarla birlikte yakın tarihin şahitliğinde dünyanın batı ve doğu yakasında ulus-devletlerin kendi hedefleri için her türlü insanlık-dışı eylemlerinde refik olarak bilimi ve bilim adamlarını kullandıklarını kim inkâr edebilir? Soykırımın rasyonalitesi yok muydu mesela? Toplama kamplarının dönen çarkları için uzmanlar seferber değil miydi?
Bakunin, bilimsel bilginin önemine vurgu yaparken aynı zamanda bir uyarıda bulunur. Tüm rejimlerin der Bakunin, en aristokratı, en despotu, en kurnaz ve en seçkincisi bilimsel aklın iktidarıdır. Paul Feyerabend, Bakunin’in korktuğu başımıza geldi, der. Hatta daha kötüsü, diye de ekler: Bilgi bir metaya dönüştü, meşruluğu yasa koyucunun meşruluk kararnamesi vermesine bağlandı. Feyerabend bu görüşünü Lyatord’dan bir alıntı ile destekler: “Bilim bugün her zamankinden çok daha eksiksiz bir şekilde hâkim güçlerin boyunduruğuna girmiş görünüyor ve bu güçler arası çatışmalarda temel bahislerden biri olma tehlikesiyle karşı karşıya.” Bunlara yine Paul Feyerabend’in toplumu yöneten elit çoğu zaman E.P.Thomson’un “soykırımcılık” dediği şeyi, yani toplu imhaya yönelik bir soyut araştırma ve teknolojik gelişme planını destekler, tespitine yaptığı vurguyu da ekleyelim.
Zygmunt Bauman ‘Modernite ve Holokaust’ isimli eserinde, Christopher R. Browing’in Nazilerin kitle katliamını hızlı, temiz ve ucuz kılmak gibi teknik bir soruna bulduğu ilk çözüm olan, kötü ünlü kapalı gaz kamyonunun icadı ve kullanılması hakkında ayrıntılı tarihsel açıklamasını hatırlatır. Browing, uzmanlık dalları normalde kitlesel cinayetle ilgili olmayan uzmanlar kendilerini birdenbire imha makinesinde küçük bir dişli olarak buluverdiler, der. “Uzmanlıkları kapalı gaz kamyonlarını üretmekle görevlendirildiklerinde birdenbire, kitlesel cinayetin hizmetine itilivermişlerdi... Onları rahatsız eden yaptıkları üretimdeki hatalardan dolayı eleştiri ve şikâyete uğramalarıydı.”
Christopher R. Browing kitle katliamı amacıyla dizayn edilen bu kamyonların geliştirilmesinden sorumlu olan teknik bir uzman olan Wily Just’ın kamyonların işlevini yerine getirirken teknik bir sorun ile karşılaşılmaması için aldığı notları da paylaşmış. Just notlarında kamyonun “yükü” hareket halinde taşıması esnasında karşılaşılan sorunlara teknik çözümler getirmiş. Raporda “yükün” taşınması sorunu katıksız, gerçekçi ve yalın teknoloji dili ile anlatılmış. “Yükün” can çekişen insanlar olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım.
Tam bu noktada Jacques Ellul’un uyarısını hatırlamakta fayda var: “Düşünerek saptanmış toplumsal görevlerin zorlamasından kurtulunca teknoloji, arkadan ittirilmesine neden olandan başka hiçbir hedefe doğru ilerlemiyor. Teknik adam niçin çalıştığını bilmiyor ve buna pek aldırdığı da yok. Onun çalışmasının nedeni, belirli bir işi yapabilmesini, yeni bir operasyonu başarabilmesini sağlayan araçlarının olması...”
Bilim ve teknoloji bir yöntemler ve araçlar manzumesi olarak insandan bağımsız yerçekimsiz ortamda kendi başlarına salınan nesneler değildir. Din de ona inananlardan kopuk değildir. Aynı din söz konusu olduğunda bile dine yaklaşan insanların mizacı, meşrebi, akıl ve duygu dünyası, dini anlama ve yorumlamasında işin içindedir. Bugünkü dünya manzarasına baktığımızda ahlaki ilk görev en başından beri değişmeden önümüzde durmaktadır: Ötekine karşı sorumluluk. Bu sorumluluğun ister bilim, teknoloji, devlet adına ister din adına savsaklanması karanlığın reçetesidir.
Bilimi de teknolojiyi de kullanan insanı ahlaken zayıflatmanın da onu ahlaken manipüle etmenin de sonuçları hakkında düşünmemizi mümkün kılan kabarık bir liste var önümüzde. Mutlak ahlaksal ve etik otoritenin devlet güçlerince gasp edildiği dönemlerde neler olduğu sır değil. ARGE için devasa yatırımları olan şirketlerin insafı da güven telkin etmeyecektir çoğumuz için. Hem 20.yüzyıldan hem de büyük rasyonel, bürokratik kurumlardan öğrendiğimiz bir şey var: Eylemlerin teknik uzmanlığa, sanat ve maharet ile icrasına ve bunların salt niteliğinin önemine inanılır. Ne var ki eylemlerin sonuçları ile ilgili ahlaki sorumluluk teknik uzmanlığın soyut otoritesi içerisinde eritilirse vicdan askıda kalır. Bu durumda, vicdanın askıda kaldığı soykırım, sömürü ve istilalar, katliam ve insan-dışı eylemler birer “istisna” olarak görülemez.
Böyle bir dünyanın virüsten kurtulma şansı olsa bile kendisinden kurtulma şansı olmayacaktır.
Yeni yorum ekle