31 Mart günü, yani geçtiğimiz Perşembe günü sabah vakti bir dostumun telefonuma gönderdiği ironik bir mesajıyla karşılaştım. Mesaj, İyi Parti’de Koray Aydın ve Yavuz Ağıralioğlu gibi isimlerin görevlerinden alınmalarıyla ilgiliydi. Gün içerisinde kamuoyundaki yorumların kahir ekseriyeti ise partinin merkez sağa yerleşmesi için bir yapılmış bir operasyon olarak değerlendiriliyordu.
Bu satırları okuyanlar bilirler ki, Fikir Coğrafyası olarak gündelik siyasetin dar ve karanlık mahzenlerinde yürümek yerine mümkün olduğunca daha temel meseleler üzerine fikir üretmek ve siyaset felsefesi üzerine tartışmaya odaklanmış durumdayız. Hatta bu bağlamda da Fikir Coğrafyası Youtube ekranlarında “Türkiye’de Muhalefet Ne Kadar Muhalefet” başlığı altında bir dizi yayını gerçekleştirdik ve de bu seriye de devam edeceğiz. Türk siyasetinin tıkanmasının ve ülke meselelerine çözüm bulamayışının sebeplerini araştırdığımız bu programla kalmayıp ayrıca da bu sorunların yan unsurlarını didikleyen muhtelif tartışma programlarına da vesile olduk. Burada hakkını teslim etmek zorunda olduğum en önemli isimlerden biri de Tolga Avşar’dır. Tolga Avşar’la her yaptığımız program öncesi ve sonrası gerçekleştirdiğimiz dialoglar, değerlendirmeler neticesinde elde ettiğimiz sonuçları kısmen paylaşmamız gerektiğine konjonktürün de imkân tanıdığı kanaatindeyim.
Öncelikle hafızamızı biraz tazeleyelim. Bilindiği üzere ekonomik gelişmelerin iktidar partisini hırpalaması ve son anketlerin gösterdiği tablonun muhalefet lehine seyretmesi, önümüzdeki süreçte yapılacak ilk seçimde muhalefetin iktidar hevesini artırmış durumda. Öte yandan muhalefet cephesini oluşturan 6 partinin yuvarlak bir masa etrafında verdiği fotoğraf ve akabinde “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” çalışmasını açıkladıkları Mutabakat Metni ile seçmene verilmeye çalışılan; “Biz iktidara hazırız ve çözüm mümkündür” mesajı Türk siyasal hayatını bir hayli ısıttı. Aslında bu metin ile birlikte, her geçen gün ekonomik sıkıntılarla boğuşan ve giderek iktidardan ümidini yitiren büyük bir kararsız seçmen kitlesini etkileme çabalarına da sebebiyet verdi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çıkışı, Meral Akşener’in HDP ile ilgili konularda doğrudan değil dolaylı bir dil üretmesi ve akabinde gelen “Ömer’in Yolu” kampanyası. Peki, neydi bu kampanya? Fatih Sultan Mehmet, Mustafa Kemal Atatürk, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş ve Turgut Özal'ın isimleri öne çıkarılıyordu ve hazırlanan kampanya filminde, “Biz de Ömer'in adaletli yolunda, Atatürk'ün izinde, milletin iyiliği ve refahı, Türkiye'nin demokrasi ve özgürlüğü için iyi çalışacağımıza söz veriyoruz,” vurguları yapılıyordu.
Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çıkışı nispeten toplumun belirli kesimlerinde mâkes bulmasına rağmen İyi Parti’nin “Ömer’in Yolu” kampanyası istenilen neticeyi vermedi. Hemen de gündemden kaldırılarak bu kimlik arayışı(ya da kimliksizlik arayışı) denemesi geri çekildi. Aslında tüm bu arayışların merkezine oturan merkez parti olma hevesidir. Oysaki merkezde durmak bir ideoloji ya da doktriner parti olmaktan daha zor bir süreci ihtiva eder. Öncelikle her duruma her soruna karşı elinizde somut çözüm önerilerinizin olması gerekir. Belirli bir kimliğe ait olmak yerine bir kimliksizlik siyasetiyle toplumun tüm kesimlerine makul ve makbul mesajlar vermenizi gerektirir. Üstelik bahsettiğimiz toplumun dinamik ve her geçen gün değişen ya da başkalaşan bir yönüne karşı dinamik, aktif bir durum sergilemeniz de elzemdir.
Merkezin ya da Kimliksizliğin Dayanılmaz Cazibesi
Oysaki şu ana kadar muhalefete oturan hemen hemen tüm aktörlerde merkeze oturma hayallerini destekleyen iki temel unsur olan; doktriner kimliksizlik ve seçmene somut çözüm paketlerinden en azından birinin tuttuğunu görüyoruz. Tutan unsurun siyasal kimliksizlik olduğunu âşikardır.
Ak Partinin 20 yıllık iktidar sürecinde ortaya koyduğu baskın, dominant kimliğe karşı konulan kimliksizlik ve seçmeni ürkütmeme gayretine Ak Parti ile eşlenme ya da benzetilme kaygısının hâkim olduğu düşünülebilir. Öte yandan Deva gibi liderinden kaynaklanan ve seçmene sosyoekonomik çözüm formülleri üzerinden bir dil üretmek, kimliksizliğe engel olan bir durum değildir. Keza bu kimliksizlik yaklaşımı diğer partilerin özellikle 6’lı ittifak içerisinde yer alan tüm partilerin söylemlerine de yansımış durumda. Örneğin Saadet Partisinin temsil ettiği düşünülebilecek olan dindar kesimlerin aksine daha liberal ve seküler bir dil üretmesi, temsiliyetine aday olduğu seçmen profilin dışında kimliksiz bir dil üretmektedir. Burada endişe verici olan ise kimliksizliği en kuvvetli olarak ifade edenin iktidar hayalleri kurabileceği düşüncesidir. Yani diğer bir değişle biraz Türkeş, biraz Ecevit, biraz Erbakan, biraz Fatih Sultan Mehmet, üstüne az Mustafa Kemal Atatürk ile her şeyden biraz yaklaşımı ya da ben her şeyim demek isterken ben hiçbir şeyim dilinin hâkim olacağı bir siyaset söyleminin oluşturacağı tehlikelerdir.
Bir Örnek Vaka: Yavuz Ağıralioğlu
Peki, nedir bu tehlikeler? Öncelikle öngörülememek olsa gerek. Zaten şu anda mevcut iktidarın en temel sorunlarından birinin öngörülememek olduğu âşikardır. Hukuk devleti kavramı içinde ön görülememenin nelere sebebiyet verdiğini ifade etmeye gerek yok sanırım. İkinci en önemli tehlike ise; uyumlanabilir olmak ya da düzenleyen değil düzenlenen olmak. Diğer bir deyişle Türkiye gibi birden çok etnik, dini ya da farklı güç odaklarının olduğu bir ülkede her şeye karşı uyumlu olduğunu iddia etmek ne kadar inandırıcı olabilir. Hatta tersten bir okumayla tüm bu unsurların baskısı karşında uyumlanan olmak yeni bir ilkesizliğin ilke haline geldiği bir siyasal düzlem oluşturabilir.
Türkiye kamuoyunun bu kimliksizliğe karşı verdiği tepkilerin seçmen anketleri üzerinden okunduğu âşikardır. Hatta bu kimliksizlik yaklaşımının özellikle liberal aydınlar tarafından ilgiyle izlendiği ve desteklendiği de görülmektedir. Ülke genelinde hâkim olan ötekileştirme ve kendini öteki üzerinden tanımlama(yani kendi kimliği üzerinden değil ötekinin kimliği ile kendini tanımlama) gayreti siyasal iklimi kısırlaştırdığı gibi politika kurumunun tıkanmasına ve çözüm üretememesine de sebep olmaktadır. Tüm bu süreçler içinde Yavuz Ağıralioğlu ve bazı siyasetçilerin tasfiyesi bu kimliksizlik siyaseti için örnek vakadır. Yeni kuşak bir siyasetçi profili içinde tanımlanacak olan muhafazakâr, mevcut siyasal aktörler düşünüldüğünde nispi olarak genç olan Ağıralioğlu gibi yeni kuşak siyasetçilerin önünü keseceği gibi, bu yeni kuşak siyasetçi profilinin siyasal söylem içerisinde net bir dil ve söylem düzlemine sahip olmasını engelleyebilecektir. Üstelik bu hâkim siyasal dilin ötekileştirmesine maruz kalacakları da görülmektedir. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun bu netlik sebebiyle neler yaşadığı da tarihi bir kayıttır.
Bu olayda da görüldüğü üzere mevcut siyasal partilerin hem kendi düzlemlerinde hem de sosyolojik olarak hitap ettikleri seçmen profilinde ne kadar çoğulcu bir yaklaşıma sahip oldukları da şüphelidir. Üretilen siyasal dilin bir retorik olduğunu Türk seçmeni deneye yanıla öğrenmek zorunda kalacak gibidir. Ne diyordu bir büyük düşünür; “Merkezde olmak senin neyine! Sen Marjinalsin Marjinal Kal!
Yeni yorum ekle