Geçen günlerde “Türk Milliyetçiliği Nereye?” başlığıyla Fikir Coğrafyası Youtube ekranında Türk Milliyetçiliğinin geldiği noktayı tartışmaya çalıştık. Programın konuğu Şevket Bülent Yahnici’ydi. Yahnici, MHP kadroları içinde çalışmış olmasıyla birlikte hem siyasi hem de fikri anlamda azımsanamayacak katkılar sunmuş bir isim. Programa attığımız “Türk Milliyetçiliği Nereye?” başlığının birkaç sebebi olduğunu belirtmek isterim. Öncelikle iktidarın siyasal ortağı olan MHP’nin hali hazırda Türk Milliyetçiliğini temsil eden en büyük yapı olması ve Türk milliyetçiliğinin tarihsel serencamı içinde bakıldığında siyasal İslamcı bir yapı ile yan yana gelmesi.
Bir diğer sebebi ise, 90’lı yılların sonundan itibaren sokaklardan çekilen Ülkücü hareketin son yıllarda gerçekleşen pek çok olayda fail olarak gözükmesi... Hatırlanacaktır, Sinan Ateş cinayetinde ortaya çıkan delillerin bazı ülkücü teşkilat yönetici ve milletvekillerini işaret etmesi durum tespiti açısından önemli olacaktır. Bir diğer sebep ise 12 Eylül ihtilali sonrası devlet ile arasında soğukluk giren Türk milliyetçilerinin bu küslük sürecini ya da uzak durma tavırlarını değiştiren gerekçe ya da gerekçeler neydi?
Aslında bu soruların cevaplarını anlamak için kısa bir tarihçeyi hatırlamakta fayda var. Akabinde Tasviye Edilmek İstenen MHP mi? Türk Milliyetçiliği mi? Bu soruların cevabını arayalım.
Önce tarihçe; Milliyetçilik, Osmanlı Devleti’nin Müslüman unsurları arasında XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişmeye başlayan siyasî-fikrî düşünce akımları içerisinde en geç ortaya çıkanıdır. Bu çerçevede siyasî-felsefî anlamda bir Türk milliyetçiliği hareketinden bahsedilebilmesi ancak XX. yüzyıl başlarına ait bir keyfiyet olmakla birlikte buna zemin hazırlayan gelişmeler XIX. yüzyılın ikinci yarısına aittir ve öncelikle dil ve kültür ağırlıklı bir Türklük bilinci oluşturmaya yöneliktir. Özellikle Abdulhamit döneminin sansür şartları düşünüldüğünde siyasal bir milliyetçiliğin yerine kültürel bir milliyetçiliğin gelişmesi doğal karşılanabilir.
Bir Tanzimat projesi olup farklı dinî (müslim-gayri müslim) ve etnik (Türk-gayri Türk) gruplardan teşekkül eden tebaayı bir millet haline getirme ve yeni şartlarda bir vatandaşlık oluşturma (millet icat etme) teşebbüsü olan Osmanlıcılık (ittihâd-ı anâsır) fikri savaşlar, ekonomik çöküntü, Balkanlar’daki toprak kayıpları, Kafkasya ve Balkanlar’dan göçmen akını gibi gelişmeler sebebiyle yerini fiilen İslâm dayanışması (ittihâd-ı İslâm) siyasetine bırakmıştır. Tabiri caizse neye niyet neye kısmet…
II. Abdülhamid döneminin iç ve dış siyasetinde de baskın olan bu yaklaşımın hâkim atmosferinde “Türk, vatan” gibi modern milliyetçiliğin yeni anlamlar yüklediği kelimeler, gelişen basın hayatında yeni içerikleriyle daha yaygın biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Henüz sosyolojik keyfiyetini kazanmamış olan Türk kelimesinin bu yeni dönüşümünde Batı’daki Türkoloji çalışmalarının da katkısının yanı sıra Polonyalı Mahmud Celâleddin Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Buharalı Şeyh Süleyman Efendi ve Ahmed Mithat Efendi gibi yazarların Türklüğe ve Türk dilinin önemine dair neşriyatı, ilmî ve kültürel Türkçülük devrinin başlangıcı olarak kabul edilebilir.
Diğer taraftan Kafkasya ve Orta Asya’da Rus hâkimiyetinin yerleşmesinden sonra ümitlerini Osmanlılara bağlayan Osmanlı dışı Türk unsurların faaliyetleri de bu süreçte etkili olmuş, özellikle Kırım ve Kazan aydınları arasında Panslavizm’e karşı geliştirilen Pantürkizm akımı yankılarını çok geçmeden Osmanlılara da ulaştırmıştır. Yusuf Akçura’nın Jön Türkler’in boş yere Osmanlıcılık üzerinde ısrar ettikleri gerekçesiyle 1904 yılında Mısır’da Türk gazetesinde yayımladığı “Üç Tarz-ı Siyâset” başlıklı meşhur makalesi Osmanlılar arasında siyasî Türkçülüğün ilk ciddi çalışmasıdır.
Bu yeni dönemde ana fikir, asrın ruhunun milletleşme olduğu ve dünyanın bu en müessir akımından Türkler’in istisna edilmesinin imkânsızlığı idi. Yusuf Akçura buna “kābil-i tatbik” olma unsurunu da ekledi. Bu durumda izlenecek tek siyaset önce Osmanlı dünyasındaki Türkler’in millî kimliğini tesis etmek, ardından bütün Türkler’i birleştirmeye (Turan) yönelik bir yol tutmaktı. Türkçülüğe özellikle İslamcıların, “İslâm’da dâvâ-yı kavmiyyet yoktur” gerekçesiyle yönelttikleri eleştiriler Türkçüler tarafından İslâm’ın millet gerçeğini kabul ettiği, Türkler’in millet mefkûresinin Türklük, ümmet mefkûresinin de İslâm olduğu, Türkçülüğün nihaî bir dünya görüşü değil mevcut gerçekliğin dayattığı siyasî bir yol sayıldığı gibi Türkçü-İslâmcı denilebilecek bir tavırla cevaplandırılmıştır.
İttihat ve Terakkî’den Cumhuriyet’e geçişte Türkçülük milliyetçilik, millî kimliğin oluşması ve İslâm’ın bu kimliğin aslî bağlayıcı unsuru olduğu tezi üzerine bina edilmiştir. Bu yaklaşım, Cumhuriyet’in mübadeleye esas teşkil eden Türk tanımlamasında da kendini göstermiştir. Ancak Cumhuriyet’in giderek modern, seküler ve devletçi eksende Osmanlı geçmişinden soyutlanmış yeni bir devlet formu üzerinde yoğunlaşmasıyla bir İttihat ve Terakkî bakiyesi olarak değerlendirilen bu anlayış etkisini kaybetmiştir.
Cumhuriyet devrinde en azından 1930’lara kadar olan zaman diliminde milliyetçilik, bir millî kimlik inşası hedefinden ziyade siyasî bir millet meydana getirme düşüncesi olarak hâlâ ümmet şuuru baskın olan halkı modernleştirmeye ve yeniden şekillendirmeye dönük, dış Türkleri devre dışı bırakan bir karakter arz etmektedir. Bu şartlarda Cumhuriyet’in ilk yıllarında millet anlayışı etnik değil kültürel esaslıdır ve bir bakıma Tanzimat’ın bütün tebaayı Osmanlı kimliği altında birleştirme projesinin benzeri olarak Cumhuriyet de Türkiye sınırları içerisinde kalan bütün Müslüman tebaayı Türk üst kimliği altında toplamayı hedeflemiştir.
Resmî bürokrasinin dışındaki aydınlar tarafından temsil edilen ve tek parti döneminin şartlarında İslâmî referansları neredeyse tamamıyla dışlayan, ayrıca komünizm düşmanlığına yönelik ırka dayalı-Turancı siyasî açılımlar teklif eden en güçlü eğilim, 1930’ların başında yayın hayatına giren Atsız mecmuası etrafında gelişmeye başlamıştır. Bunu Reha Oğuz Türkkan, Rıza Nur, Necdet Sancar gibi isimlerin çıkardığı veya yazılar yazdığı Çağatay, Ergenekon, Bozkurt, Gökbörü, Tanrıdağ gibi dergiler takip etmiştir. 1924’ten 1960’lı yılların sonlarına kadar İslâmî ve muhafazakâr gruplar bir ölçüde dönemsel öğeler dolayısıyla, bir bakıma da yakın tarihî kaynaklarında bulunduğu için kendilerini milliyetçilik şemsiyesi altında ifade etmişlerdir. Türkçü-Turancı milliyetçi çizgiden ayrı olduklarını vurgulamak için kullandıkları ifade “muhafazakâr milliyetçilik”tir. Bu terkipteki muhafazakâr kelimesi bir tarafıyla İslâmî endişeleri, diğer tarafıyla da millî-dinî öğeleri ifade etmektedir.
Şunu özellikle belirtmek gerekir ki, Cumhuriyet devrinde en az üç farklı yorumu bulunan Anadoluculuk fikriyatı da Türk milliyetçiliği içinde önemli bir damarı oluşturur. Fikrî-edebî yönden Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir), akademik yönden arkeoloji ve bazı sanat tarihi uzmanlarının temsil ettiği Anadolu milliyetçiliği genel olarak Anadolu’daki İslâmiyet öncesi kültür ve medeniyet birikimine (Hitit, Yunan) vurguda bulunmuştur. Yahya Kemal’in (Beyatlı) başını çektiği, Dergâh mecmuası çevresiyle temelleri atılan ikinci Anadoluculuk fikri tarihi, tarihî gerçekleri hissî ve kültürel bir formda yorumlayarak inşa edilmiştir. Bu milliyetçilik yorumunda İslâm ve Müslüman Türkler’in Anadolu’ya gelişi önemli sayılmakla beraber kurucu bir unsur olmaktan ziyade diğer bütün unsurları bünyesinde toplayan ve devamlılıklarını sağlayan önemli bir şemsiye veya koruyucu daire mahiyetindedir. Hilmi Ziya Ülken’ de bu görüşün savunucusu olarak görebiliriz. Üçüncü Anadoluculuk yorumunun kurucusu Nurettin Topçu’dur. Milliyetçilik ve muhafazakârlık yorumunun merkezine İslâm’ı, özellikle tasavvufu yerleştiren Topçu’da, tasavvufî İslâm, hem başat kurucu ve devamlılığı sağlayıcı temel unsur hem de kriz dönemlerini anlamak ve aşmak için müracaat edilecek ana kaynaktır.
Devletin güçlenmesi ve bekası ile komünizm düşmanlığına odaklanan 1950 sonrası Türk milliyetçiliği fikriyatı, İslâmî köklerini tekrar kazanma eğiliminde olup milliyetçiliği dinî bir çerçevede tanımlamakta, ırkçı-Turancı eğilimlerin tesirinin giderek zayıfladığı bir karakter arz etmektedir. Bu tarihten sonraki Türk milliyetçiliğinin hâkim özelliklerini yansıtan ana çizgi zaman zaman mâneviyatçı, mukaddesatçı ve muhafazakâr gibi tanımlamalarla birlikte zikredilebilir.
12 Eylül ihtilali sonrası milliyetçi kadroların devlete olan mesafesi, PKK ve Kürt sorununun devreye girmesi, dönemin cuntasının güvenlikçi politikaları giderek sertleştirmesiyle birlikte milliyetçi bir söyleme doğru yürümesi pek çok söylemi değiştirmiştir. Denilebilir ki; 12 Eylül sonrası küskünleri yumuşatmış, özellikle 1999 seçim başarısı ve iktidar ortaklığı döneminde geleneksel sağcı politikacıların MHP’ye ilgisinin artmasıyla birlikte bu süreci hızlandırmıştır. MHP’nin yüzde 18’lere kadar çıkan oy potansiyeline ulaşması da tam bu döneme denk gelir. Özellikle Kürt sorununun büyüdüğü bir dönemde ülkücülerin sokaktan çekilmesi ve daha resmi alanlarda milliyetçi söylemlerin devreye girmesi, 28 Şubat’tan sonra mafya çeteleriyle Ocakların ve parti örgütlerinin bağının kesilmesi, ki bu dönemde yaklaşık 400 Ülkücü Ocağı şubesi kapatılmıştır. Bu değişim çabasının sonuçlarıdır.
Söz konusu dönemde, nesnel koşullarda meydana gelen değişme, sadece yeni katılımlara yol açmamış, geleneksel ülkücü kadroların bir bölümünde de merkez sağ eğilimlerin gelişmesine de neden olmuştur. Öte yandan İslami referansların devreye girdiği, yeniden ağırlık kazandığı bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. MHP’yi merkeze doğru çeken en önemli iç dinamik buydu. Bugün İyi Parti’nin ana gövdesini oluşturan ve daha çok milliyetçi-merkez sağ nitelikli kadrolar bu dönemde partide etkinlik kazandı. Yine söylenebilir ki bugün MHP’de bulunmayan bu kadroların tasviyesi ile de MHP’nin farklı bir ideolojik kimliği tercih ettiği de söylenebilir. Bu tercihin ana retoriklerini yazının ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğiz. Bahçeli’nin “değişmedik, ama geliştik” şeklindeki sözleri de bu iki kesim arasındaki bu dengeyi ifade ediyordu. Çünkü bu denklem hem değiştik hem de değişmedik demekti. İkisi de doğruydu.
Bir yerde denge unsurundan bahsediyorsanız orada bir gerilimden ya da rekabetten bahsedebilirsiniz. Bu ikili yapı MHP’de örgütsel gerilimlere neden olacaktı. MHP’nin geleneksel tabanını ve kadro kaynağını oluşturan taşra örgütleriyle büyük kentlerde ulaştığı yeni kesimler arasında ortaya çıkan bu gerilim, yer yer tasfiyelerle sonuçlandı.
MHP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde merkez sağda meydana gelen çöküşün yol açtığı büyük boşluğun tarihsel ve siyasal bir fırsat yarattığını düşünerek bu alanı doldurmaya çalıştı. Bahçeli yönetiminin bu tutumu, 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar devam etti. Neydi bu tutumun ve dönemin en sert muhalefetine vesile olan söylemi? Hatırlayalım; öncelikle AB ile bütünleşme/birleşme politikalarına karşı olan muhalefet ve Kürt sorununa karşı olan sert tutum. Ki bu her iki söylemin temel dayanağı ülkenin birlik ve beraberliğinin yanı sıra beka söylemiydi. Erdoğan-AKP yönetiminin Kürtlerle “çözüm” sürecini bitirmesi ve yeniden çatışmacı-güvenlikçi bir anlayışın iktidara egemen olmasıyla birlikte, MHP yönetimi AKP ile yakınlaşmaya başladı. Bu durum, partideki merkez sağ kadrolar ve taban arasında bir gerilime yol açtı. Nitekim, AB kriterleriyle uyum sürecinin bir sonucu olarak TBMM gündemine gelen her “demokratikleşme” girişimine karşı direnen MHP, merkez sağa yönelen bir parti profili vermekten çok, Milliyetçi ve muhafazakâr bir hareket olduğunu ortaya koyuyordu. AKP’nin daha önce ulusalcı ve yurtsever muhalefeti ezmek için kullandığı AB hedefini (dolayısıyla sopasını) bir yana bırakması da MHP’yi rahatlatan ve İslamcı harekete yaklaştıran etkenler arasındaydı.
Bahçeli yönetiminin, geleneksel Orta Anadolu sağcılığına/ muhafazakarlığına dayanan kadro yapısının etkisi, AKP’nin kalıcı olacağı yanılsaması ve iktidar/ devlet olanaklarından yararlanma isteği gibi nedenlerle İslamcı iktidara yakınlaşmaya başlaması, ülkücü harekette bir dönüşüm sürecinin yaşanmasına yol açtı. Bu dönüşüm süreci, merkez sağ ve demokratik milliyetçi kadroların ve politikacıların kopmasına yol açtı. Bu ise geniş kitlelere söylem üretme kabiliyetini sınırladığı gibi temel bazı alanlara hapsolmasına neden oldu. Böylece geriye radikal milliyetçi ve ırka dayalı bir örgüt iskeleti kalmıştır.
Son yaşananlar ışığında bakıldığında yani Sinan Ateş cinayetiyle bir nevi ortaya dökülen, dökülmekle kalmayıp konuşulan, eleştirilen bu süreçle şu soru akla gelebilir. MHP tasfiye mi edilmek istenmektedir ya da şu an ki ideolojik kavrayışıyla Türk Milliyetçiliği mi tasfiye edilmek istenmektedir? Şahsi kanaatimiz odur ki her iki seçenek de değildir. Bu kanaati teyit etmek için bazı gelişmeleri görmemiz gerekir.
Öncelikle CHP’nin 3 Aralık’ta açıkladığı Ekonomik yaklaşım paketinin Türkiye’de yerleşik ve batı sermayesiyle ilişki içinde olan sermaye gruplarının temsilcisi olan TÜSİAD’ın açıkladığı “Geleceği İnşa Etme” paketiyle çok büyük benzerlikler ihtiva etmesidir. Bu sermaye grubunun yeniden ülkenin ekonomik ve sosyal gündeminde söz sahibi olma arzusu İktidar ortaklarının çevresinde şekillenen yeni bir sermaye grubu arasında bir gerilimin varlığını anlatmaktadır. Söylem açısından CHP’nin liberal ve küresel bir ekonomi dilini kabul etmesi bunun karşısında dile gelen yerli ve milli söyleminin bir geriliminden bahsedebiliriz. Bir diğer husus HDP ekseninde şekillenen Kürt kimliğinin ve siyasal hareketinin bir blok olarak varlığı iktidar için ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Bu sorun için bir çözüm yolu MHP’ye rağmen şekillenmesi oldukça zor gözükmektedir. HDP’nin kapatılması için MHP’nin ısrarı bu zorluğun önemli bir göstergesidir. Öte yandan 90’ların sonu itibariyle mafya ile bağları kopartılan Ocakların yeniden mafya ile anılır olması belki bu meselenin tali bir tarafıdır diyebiliriz. Devletin MHP’de bir değişiklik arzusu beslediğini en azından devletin bir kesiminin bu arzuyu taşıdığını ön görebiliriz. Sinan Ateş cinayeti ile gündeme gelen MİT raporunun birkaç gün içinde hazırlanmadığını, bu rapor için çok daha uzun bir süre çalışıldığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Tüm bu şartlar altında MHP’den nasıl bir değişim beklendiğini bilmek zor. Ya da bu değişim talebine direnirse Türk milliyetçiliğini kim ya da hangi siyasal parti temsil edebilir? Bu da şu anda kestirilmesi zor gibi… Bu yazı hazırlanırken Sinan Ateş cinayetine bakan savcının izne ayrılması ve yerine gelen savcının bir şüpheliyi serbest bırakması bu süreç için önemli bir gösterge olabilir. Sanırım, tasfiye için beklemek yerine zamanın bize ne göstereceğini bekleyip, görmek daha anlamlı olacaktır.
Yeni yorum ekle