İkinci dünya savaşında Avrupa’da birçok ülkenin zayıflaması, buna karşılık ABD ve Sovyetlerin yıldızının parlaması ile, Ortadoğu’da baskın aktörler olarak bu ülkeleri görüyoruz. Ancak her güçlenen aktörün Osmanlı bakiyesi topraklardan pay alma iddiası her zaman sürmüştür ve sürüyor. 1989’da Sovyetlerin dağılmasının ardından güç merkezi olma çabalarını tarihsel bir misyon inancıyla sürdüren Rusya’nın bölgedeki varlığını aktif bir varlık olmaktan çıkarmasıyla ABD, 1990’lı yıllardan itibaren daha aktif bir rol üstlendi. Irak’taki varlığı bunun en somut örneğiydi. Bunun detaylarını başka bir yazımda anlatmıştım.
Rusya’nın birkaç ay önce bölgeye aktif bir aktör olarak yeniden girmesi, bölgeye yönelik analiz yapanları bir hayli zor durumda bırakmıştı. Şimdi bir anda bölgeden çekilme kararı ise zihinlerdeki dağınıklığı daha da artırdı. Rusya’nın Suriye’den çekilmesine yönelik anlama çabaları, meseleyi farklı yönlerden ele alma aceleciliğine kendini kaptırmış gözüküyor.
Rusya, iki kutuplu bir dünyadaki Sovyetlerin gücünden şimdi çok uzaklarda da olsa, güç denemesinden hoşlandığını Ukrayna, Kırım krizleri ile Suriye olayında bir kez daha göstermiş oldu. Ancak Rusya’nın ekonomik durumu, Putin’in, kendi halkını yeniden güç gösterisiyle iktidarı etrafında tahkim politikasının bir sınırı olacağına da işaret ediyordu.
Ama Rusya’nın Suriye’den çekilmesi, ne sadece Ukrayna’ya yönelik muhtemel bir saldırı hazırlığına işaret ediyor ne de Esed’i gözden çıkardığına. Oluşan fiili haritada Rusya’nın Suriye’deki birkaç aylık varlığını ve rolünü küçümsemeyelim.
Ayrıca unutmayalım ki, Boğaz’dan geçen gemilerle, Rusya hem Suriye’deki üslerini, hem de moral ve lojistik olarak Esed rejimini beslemiş oldu. Ateşkesin hemen arkasından ve Cenevre görüşmelerinin hemen arefesinde geri çekilme kararı almışsa, Suriye’nin yeniden dizaynında -kerhen de olsa- varılmış bir mutabakatın izleri var. En azından , Cenevre görüşmelerinde Esed yönetiminin elini güçlendirmiş olduğunu söylemek yanlış olmaz.
ABD’nin 90’lı yıllardaki bölgedeki varlığı, nasıl Irak’ın fiilen üçe bölünmesi ve Kuzey Irak’ın Kürtlere bırakılmasıyla sonuçlanmış ise, Suriye’de Rusya’nın bölgedeki varlığıyla oluşmuş fiili/taslak/bölünmüş bir haritayla sonuçlanmıştır. Bu da bölgedeki Kürtlerin devlet kurma konusunda iştahlarını kabartmış görünüyor.
Nitekim Barzani, Ocak ayı içerisinde Erbil'de Guardian gazetesinden Martin Chulov'a ''Uluslararası toplumun Irak, özellikle de Suriye'nin yeniden birleştirilemeyeceğini kabul etmeye başladığını” söyleyerek “1916 yılında imzalanan ve Orta Doğu'daki sınırları belirleyen Sykes-Picot anlaşmasının hükmünü yitirdiğini, bölgede artık yeni bir uluslararası anlaşmaya ihtiyaç olduğunu” belirtti. Barzani’ye göre “Dinsel ve mezhepsel bölünmelerin yaşandığı Irak ve Suriye'de toplumları korumak için yeni bir anlaşma”ya ihtiyaç var. Barzani aynı röportajda "Kürdistan bölgesi hiçbir komşusu için tehdit değil. 15 yıllık tecrübemiz bir istikrar unsur olduğumuzu kanıtlıyor" dedi.
Barzani benzeri bir çıkışı, Rusya’nın Suriye’den çekilme kararının hemen ardından tekrar etti. Lozan’dan beri bir Kürt Devleti hayali kurduklarını ifade etti.
Barzani’nin bu çıkışının hemen ardından Suriye Kürtlerinin alelacele bir çıkış yaparak, Afrin, Kobani ve Cezire kantonlarından oluşacak bir federal bir Kürt devleti ilan etmeleri, oluşan fiili haritanın resmileşmesi konusunda Barzani ve PYD arasındaki güç çekişmesini bir kez daha ortaya koymuş oluyor.
PYD’nin açıklamasının ardından ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Mark Toner’ın, Washington’da düzenlediği basın toplantısında, ABD’nin Suriye’de özerk yada yarı özerk bir Kürt bölgesini tanımayacağını, Suriye’nin bütünlüğünden yana olduklarını söylemesi, bu güç çekişmesinin Rusya ile ABD arasında da yaşandığını gösteriyor. Fiili durumda oluşan ön mutabakatın önünde üç ciddi sorun olduğunu düşünüyorum: Birincisi, Kürtlerin egemen olduğu kantonların arasındaki diğer muhalif grupların varlığıdır. İkincisi, Sykes-Picot’dan beri, bölgede oluşturulacak yeni yapılanmaların denize açılma meselesidir. (Sykes-Picot’da Hayfa ve Akka limanları İngiltere Mandatörlüğünde, İskenderun ise serbest liman olarak öngörülmüştü) Üçüncüsü DAEŞ’in bölgede varlığı; dördüncüsü Türkiye’nin, tüm bu hesaplarda takınacağı tutum ve tepkilerdir. Suriye Kürtlerinin Irak Kürtleriyle olan ilişkilerinin ise zamana bırakılmış olması muhtemeldir.
Tam da bu noktada, -elbette elimizde bir bilgi olmamasına rağmen- Kürtlerin denize açılması için, yeni yapılanmada Esed yönetimine bırakılacak bölgeden bir kolaylık sağlanması konusunda muhtemel bir ön mutabak tahmin edilebilir. Rusya’nın Suriye’ye müdahalesinin hemen ardından Kürtlerle Şam rejimini uzlaştırma çabaları böyle bir ihtimali güçlendiriyor. Ortadaki tek engel, Afrin’in bir kısmının muhaliflerin elinde olması.
Türkiye bu konuda nerde duruyor sorusuna gelince…
Suriye’deki gelişmeler, Türkiye’nin, Suriye konusunda tavrına ilişkin üç gerçeği gösterdi. Birincisi Suriye’deki muhalefetin çok başlılığının öngörülmemiş olması. İkincisi, Irak’ta dili yanmış ABD’nin mevcut yönetimiyle Suriye konusundaki tereddütleri ve sonrasında Türkiye açısından (arasına PKK ile mesafe koyamamış/hatta varlığını onunla işbirliğinde bulan PYD’ye oynama gibi) riskli tercihleri; üçüncüsü ise buna bağlı olarak Türkiye’nin PYD ile olan ilişkilerinin umduğu gibi seyretmemiş olması. Dördüncüsü ise Rusya’nın beklenmedik şekilde denkleme aktif bir biçimde dahil olması.
Esed yandaşı olmakla suçlanan ve her nasılsa daha sonra öldürülen Ramazan Sait El-Buti’nin de belirttiği gibi, -sonuç niteliğindeki en önemli gerçek ise- Suriye’deki iç kargaşanın, Irak’tan sonra esasen Ortadoğu’da bir mezhepler ve etnik gruplar savaşının yeni bir aşamasına dönüşmesidir.
Ortadoğu’daki yeni oyunun kanevasını anlaşılan burda göreceğiz. Bu resim, bölge için ulus devletlerden daha tehlikeli mikro ayrışmalara ve sürekli bir kriz ortamına işaret etmektedir. Bu kriz ortamından potansiyel olarak en çok etkilenecek ülke ise hiç kuşku yok ki Türkiye’dir.
Her şeyi bir yana koysak bile, şu anda milyonlarca insanın vatanından, yerinden yurdundan olduğu bu göçün büyük sorumluluğu ve potansiyel riskini ülkemizin çekmekte olduğu; Ege’de her gün içimiz acıyarak şahit olduğumuz göçmen ölümleri, Suriye’de kantonlardan oluşacak ve karmakarışık bir yapı çıkartacak fiili durum, Cenevre görüşmelerinin ve ateşkesin geleceğinin belirsizliği, inkar edemeyeceğimiz gerçekler.
Ankara saldırısını üstlenen teröristlerin Brüksel’de AB Konseyi'nin yanına çadır kurmalarına ‘hoşgörü’ gösteren bir Avrupa, PYD’yle işbirliğini sürdüren bir ABD ve kafa kafaya geldiğimiz bir Rusya gerçeği varken işimiz zor. O nedenle Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ittifak arayışları çerçevesinde Davutoğlu’nun İran ziyaretini önemsemek gerekir. Bölgenin sorunları konusunda Suudi Arabistan’la işbirliği konusunda çok iyimser olunmasa bile, bir arayış zorunlu gözüküyor.
Türkiye’nin bu fiili resmi iyi değerlendirip, bölgede ve dünyada ittifak çabalarını artırması, sadece PYD’ye karşı rezerviyle yetinmeyip Cenevre görüşmelerinde daha aktif yer alması şart. Diplomaside tren hiçbir zaman kaçmış sayılmaz. Son vagon bile olsa yakalamak lazım.