Okuryazar olan hemen herkesin ne olduğu hakkında bilgisi vardır: Demokrasi. Yunanca: δῆμος- dimos: halk zümresi, ahali, κράτος- kratos: iktidar sözcüklerinden oluşur. Başta devlet olmak üzere herhangi bir organizasyonda vatandaş ya da üyelerin yönetimde söz sahibi olması anlamına gelir.
Demokrasinin ne olduğu, nasıl olması gerektiği ve pratiğine dair ciltler dolusu kitap yazılmıştır. Ancak ideale yakın bir pratiğinin henüz gerçekleştiğine dair bir örnek vermek pek de mümkün olmaz. En ideali olduğu düşünülen bir devlet ya da toplulukla ilgili örnek verildiğinde o örneğe dair olumsuz bir eleştiri iddia sahibinin “haklısınız ama” diye başlayan bir cümlesiyle karşılaşır. Haklısınız ama… Böyle başlayan cümleler aslında idealize edilen şeyin pek de ideal olmadığının delilidir.
Demokrasi kitaplardaki tanımıyla mümkün müdür? Hem tecrübelerle hem de üzerine yapılan sayısız çalışmayla biliyoruz ki kitaptaki tanımıyla ya da ona yakın bir demokrasi pek mümkün değildir. Ancak mümkün olmasa da bu mümkünmüş ve ulaşılması gereken hedef buymuş gibi yüksek bir propaganda dili kullanılır. Ve kavram putlaşmaya başlar.
Bu dil öyle yaygın ve yerleşik biçimde kullanılır ki aile içi ilişkilerin bile demokratik olduğu ya da olması gerektiği kanaati tartışmasız bir hakikat sayılabilir. Ve çocuk önce ailede, olmazsa okulda demokrasi dili ile karşılaşır. Dil en yüksek perdeden propaganda yaparken bunun olmayacağını anlatan pratiklerle yaşam sürer. Demokrasi kavramı okulda kutsallaştırılırken okul yönetimi demokratik ilkelere pek uymaz. Okul yönetimi de yasa ve yönetmeliklerle hareket etmek zorundadır. Ancak demokrasinin ucundan azıcık tadına bakılır. Sınıf başkanlığı seçimleri... Orada da başkan ve seçmenler başkanın son noktada atanmış kurum temsilcilerini aşamadığını görerek demokrasinin çok kutsal bir şey olduğunu ve ancak son kertede asla gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını tecrübe etmeye başlarlar.
Okulda; demokrasi dışındaki tüm yönetim biçimlerinin insan onuruna yakışmayan, insanı ve insan iradesini, haklarını yok sayan kötü yönetimler olduğu ve demokrasinin insanlığın tek kurtarıcısı olduğu muhakemenin henüz tam gelişmediği zihinlere iyice kazınır. Eski yönetimlerin kötü örnekleri abartılı biçimde çocukların zihnine kazınırken demokrasi pratikleri de sanki demokratik ilkelere sadık kalınıyormuşçasına anlatılır, ezberletilir. Zorunlu eğitimden gündelik dile sanatsal metinlerden bilimsel metinlere politik yaşamdan dini literatüre kadar demokrasi kavramı öyle yaygın biçimde kullanılır ki artık tanrısal, kutsal bir kavramımız daha olmuş, bir kavram daha putlaşmıştır: Demokrasi. Argümanlarıyla baş edemediğimiz, haklı eleştirilerine karşılık veremediğimiz, aforoz edilecek, linç edilecek muhataba “Demek ki sen demokrasiye karşısın ha, demokrasi düşmanı!” diyerek mukabelede bulunup onu rahatlıkla susturabilirsiniz. Çünkü bizim dilimizde putlaşan kavramlar vasıtasıyla muhataplarımızı dilediğimiz şekilde itibarsızlaştırıp onları susturabiliriz. Demokrasi şehidi kavramının olduğu bir dilde artık bu kavramın aleyhinde konuşamazsınız. Aleyhinde konuşamadığınız bir kavramın lehinde konuşmak hem anlamsız hem de gereksizdir. Zaten onun kutsal tahtı tartışma götürmez.
Demokrasi kavramı eşit haklara sahip bireylerin yönetimde söz sahibi olması noktasında da eşit hakka sahip olduğu iddiasına sahiptir. Tartışma zaten eşit haklar konusunda başlar. Eşit haklara sahip bireylerin söz sahibi olması noktasında eşit haklara sahip olması ne zaman, nerede, nasıl mümkündür? Bunun bir cevabı olduğunu sanmıyorum. Çünkü coğrafyadan ve zamandan bağımsız olarak bunun mümkün olması imkansızdır. Belki az sayıda üyenin oluşturduğu organizasyonlarda demokratik bir iklime yaklaşmak mümkün olsa da devlet organizasyonlarında eşit haklara sahip bireylerden söz etmek masalsı bir yaklaşımdır.
Bireylerin eşit haklara sahip olması aynı zamanda eşit sorumluluk da gerektirir. Sorumluluk-vazife bakımından denk olmayan bireylerin eşit haklara sahip olması da özünde tartışılması gereken bir konudur. Sorumluluk ve vazifeden başka bireylerin “bilgi, adalet vb” kavramlar bakımından da denkliği yoksa burada eşit haklar meselesi tartışmalıdır. İnsanların doğuştan eşit olduğu iddiası da eğer bir eşitlik varsa yaşarken bu eşitliğin bozulduğu gerçeğini örtmez. Hülasa eşit hak meselesi tartışmaya ve manipülasyona açık bir husustur. Manipülasyon konusuna geçmeden önce çocukluk çağlarımızdaki bir tartışmayı hatırlatmak isterim.
80’li 90’lı yıllarda demokrasi sopasıyla terbiye edilmeye çalışılan, eski yönetimlerin kötü, eski yönetim tarzlarını savunan insanların gerici-yobaz sayıldığı zamanlarda meşhur bir tartışma vardı. Şöyle ki:
On kişilik bir grup düşünün. Altısı cahil, kötü, ahlaksız insanlar. Dördü bilgili, akıllı, iyi insanlar. Demokrasi bu durumda cahillerin alimleri yönetmesidir.
Bu örneğe karşılık demokrasi havarileri bu iddianın sahiplerini aşağılar ve demokrasinin en iyi yönetim biçimi olduğunu, bundan iyisinin olmadığını iddia ederlerdi.
2000’li yıllarda demokrasinin imkanlarıyla yönetim el değiştirip üst üste seçimlerde aynı anlayış iktidarda kalınca şöyle bir eleştiri çeşidi entelektüel(?) ve demokratik(?) çevrelerde yükselmeye başladı:
“Dağdaki çobanın oyu ile profesörün oyu bir mi, makarnacı, kömürcü, göbeğini kaşıyan adamların verdikleri oylarla…”
Aslında dikkat ederseniz 90’lardaki demokrasi karşıtı eleştirilerle, 2000’li yıllardaki eleştiriler tıpatıp aynıdır. Evvelden demokrasiyi eleştirip “Cahillerin alimleri yönettiği sisteme demokrasi denilir.” diyen “gericiler” ile bunları aforoz eden demokrasi havarilerinin “Dağdaki çobanın oyu ile profesörün oyu bir mi, demokrasi sadece sandık değildir” demesi aynı şeydir. Ağızlar değişir ama sözün muhtevası ikizdir. Muhatapların pozisyonu koltukla illiyeti bakımından değişmiş, aslında tek mevzunun güce sahip olma motivasyonu olduğu anlaşılmıştır. 90’larda demokrasiyi eleştirenler saltanatçılıkla itham edilirken günümüzde itham edenle edilen yer değiştirmiş, çobanla profesörün oyunun eşit olmaması gerektiğini iddia edenler evvelden saltanatçılıkla itham edilenler tarafından “elitist, aristokrasi yanlısı, seçkinci, jakoben” olmakla suçlanmıştır. Aslında her iki dönemde de eleştiri yapanlar bir çeşit “elitist” sayılır. Saltanat, kraliyet, hanedanlık yüz yıllar boyunca bilim, sanat, din elitlerini kendi çevresinde bulundurmuş, sanat edebiyat ve bilim bu bağlamda gelişmiştir. 90’lı yılların demokrasi karşıtları kendi inanç ve ideolojisi bakımından kendi elitlerinin yönetimde olması gerektiğini ve halkın aslında doğru kararlar veremeyeceğini iddia etmekle bir çeşit elitist bir eleştiri geliştirmiştir. Günümüzde de çobanın, göbeğini kaşıyan adamın, kömürcünün, makarnacının oyunun ülkenin kaderini belirlemekte profesörlerle eşit olmasının bir sorun olduğunu belirten “90’ların demokrasi karşıtlarına karşı demokrasi havariliği yapanlar” da bugün elitist bir tavır içindedir. Yani her dönemde meşruiyetin kaynağı olan “halk tanrısı”nın aslında yetersiz ve cahil olduğu iddia edilegelmiştir.
“Cahil halk tanrısı”nın kafasını en iyi karıştıran, onu en iyi ikna eden yani en iyi manipülasyon yapan, tüm iletişim süreçlerini-araçlarını en iyi kullanan sermaye-güç sahipleri demokrasi kavramını daima kutsar ve onun karşısındakileri düşmanlaştırır. Koltuğu ele geçirince de “cahil halk tanrısı”nın dilediklerini sorgusuz sualsiz yapar ve buna popülizm denir. Demokrasinin ilkelerine yaklaşabilen toplumlar yapısal sorunlarını çözmeye yaklaşsa da birçok toplum yapısal sorunlarını bir türlü çözemez. Çünkü yapısal sorunları çözmek uzun süreli ve acı reçeteler içerir. Ancak 4-5 yılda bir “halk tanrısının” önüne giden sandık tanrıyı öfkelendirmemeyi, yani onun gönlünü hoş tutmayı gerektirir ki buna da popülizm denir.
Bizim özelimizde darbeler tarihi, jakobenlik kavramını literatüre kazandıran Fransız pratiği, brexit sürecinde parlamentoyu baypas eden Kraliçe Elizabet’in “demokrasinin beşiği” olan İngiltere pratiği, Trump’ın kazandığı seçimlerde Putin ve sosyal medya tartışmalarının mahkemelere taşınması ve Trump’ın meşruiyeti tartışmaları, açık oy gizli sayım pratiğinden reklam şirketlerinin kalabalığın algısını manipüle etme meseleleri düşünüldüğünde “demokrasi” kavramı aslında bir ütopyadır. Ancak iktidar kavgasında bu ütopya öyle yoğun bir propagandayla seçmene anlatılır ki insanlar bunu kutsal bir dava kabul eder. Şehadet kavramının dini-İslami bir kavram olduğunu savunanlar bile yönetime sahipse size “demokrasi şehitliğinden” söz edebilirler.
Modern zamanlarda meşruiyetin kaynağının tanrının elinden alınıp, tanrı tahtından indirilip yerine ne olduğu, sınırları ve özellikleri tam belli olmayan halk denilen olgu tanrı tahtına oturtulup meşruiyet de halkın eline verilince algının manipüle edilmesi, popülizm suretiyle halkı tavlamak ve onun oyunu almak en önemli mesele haline gelmiştir. Güçlü oluşunu halka borçlu “olmayan” ancak meşruiyet sorunu yaşayanlar, halkı eğiterek olmazsa darbe yaparak halkı hizaya sokmak ve onun bir şekilde oyunu alarak demokrasiyi tecelli ettirmek yoluna giderler. Hatta kendileri de bir zaman sonra iktidarın bir aygıtına dönüşen halkın sanatçılarının kalabalık kitlelere “beni sizler yarattınız” dediğine çok kez şahit olmuşsunuzdur. Bu, tanrının olmadığı bir iklimde halkın nasıl tanrılaştığının bir göstergesidir. Halk meşruiyetin kaynağıdır, bir çeşit tanrıdır ancak tanrının konforu, gücü ve yetkilerine sahip değildir. Bu konfor, güç ve yetkiler daima halkın vekilleri tarafından kullanılır. Ancak vekiller daima bu konfor, güç ve yetkiyi kullanırken bir yandan da “Asıl olan sizlersiniz, biz sizlerin vekilleriyiz.” derler. Bu, vasat zekaya sahip insanlar için üstü örtülen hakikatin görünmese de varlığına işaret eden bir ironidir.
Günümüze gelindiğinde ise bu demokrasi ütopyası artık asla mümkün değildir. Post truth ikliminin gittikçe insan aklını kuşatıp etkisizleştirdiği bu çağda artık bireyin gerçeğe ulaşması, ona göre karar vermesi oldukça zordur. Dijital iletişim imkanlarının hızla geliştiği bu iklim iç içe simülasyonlarla insan aklının hakikatle bağını iyice zayıflatmıştır. Geleneksel medya, reklam şirketleri, tv yapımcıları ve politikayı fonlayan sermaye “seçmen” için algı inşasını kendileri açısından başarılı biçimde şekillendirirken dijital iletişim imkanları algıyı şekillendirme konusunda daha hızlı ve daha güçlü imkanlar sunmaktadır. Evvelden gazete okuyarak, ajans dinleyerek dünyadan ve ülkeden haberdar olan ve buna göre karar veren seçmen artık en kısa sürede dünyanın herhangi bir yerinde olan olaylarla ilgili haberdar olmakta ve karar verebilmektedir. Ancak bu haberdar oluşun hakikatle ilgisi tartışmaya açıktır. Sosyal medya şirketlerinin kullandıkları algoritmalarla bazı video ve paylaşımları üst sıralarda göstermesi, beğenmediklerini engellemesi-erişimini yavaşlatması (twitter’ın Trump’ın hessabını dondurması, facebook’un İsrail’in Filistin’e son saldırısında Filistin yanlısı paylaşımları engelleyip sonra da teknik arıza açıklaması hatırlanabilir) ortalama bir seçmenin haberdar oluşunun mahiyeti hakkında bize fikir verir. İnsanların algısını yönetmek için hem geleneksel hem de yeni yöntem ve araçlara aktarılan para belki de sağlık sektörüne, savaş sanayiine aktarılan paradan fazladır. Çünkü meşruiyetin kaynağı -tanrı- halktır, onun algısını yönetebilen meşru güce kavuşur. Dolayısıyla “tanrı”yı ucuza satın almak mümkün değildir. Yalnızca büyük sermayeler tanrıyı satın alabilir. Satın alınmış tanrıya da demokrasi denir.
“Demokrasi yalnızca sayısal üstünlük değildir, demokrasiyi koruyup kollayacak kurumlar vardır, demokrasinin emniyet sübapları* vardır, bazı evrensel değerler vardır…” tarzında bir dil kullanıp endoktriner zorunlu eğitimle demokrasiyi “yaşatacak”(?) vatandaş tipi üretmek de jakobenliğe dahildir. Darbe, muhtıra ve benzeri yöntemlerle “halka rağmen halk için iyi” bir yönetim demokratik değil baskıcı bir rejimdir. Yani hangi şartta olursa olsun halka rağmen demokrasi mümkün değildir.
Peki, demokrasi kötü müdür?
Demokrasi iyi ya da kötü bir şey değildir. Tanımında belirtilen ilkelere sadık kalmak koşuluyla ideal noktaya ulaşmak pek mümkün olmasa da diğer yönetim biçimlerine göre daha insani bir yönetim biçimidir ve görece iyi bir iklim var edebilir. Oy kullanan seçmenlerin büyük çoğunluğu iyi eğitim almış, bilgili ve bilinçli, hakikat ve adalet kavramlarıyla bağı güçlü, sorumluluk ve ahlak sahibi insanlar ise demokrasiden faydalanmak mümkündür. Ancak burada da sayılan iyi özelliklerin tanımlarında “kime göre neye göre” tartışması çıkacaktır.
Demokrasinin iyi ya da kötü oluşundan öte; kavramın, kelimenin kullanılışı ciddi bir sorun doğurur: Çeşitli kusurları barındıran, tanımında ifade edilen ideal noktaya ulaşmanın pek mümkün olmadığı bir kavramı örgütlü bir dil ile yoğun biçimde zihinlere kazıdığınızda kavram tanrısallaşır, kutsallaşır ve putlaşır. Demokrasi tanımlanırken, öğretilirken daima kusurlarıyla birlikte ele alınmalı, bunun kutsal-tanrısal bir şey olmadığı herhangi bir yönetim anlayışı olduğu belirtilmelidir. Tanımında olmasa bile pratikte demokrasinin unsurlarının ideali oluşturma gücüne, imkanına sahip olmadığı bilinmek zorundadır. Aksi halde tartışılamaz, sorgulanamaz bir kavram olduğunda yani putlaştığında demokrasi kavramı barış, adalet ve huzur getirmek yerine çatışma ve güvensizlik oluşturur. Demokratik toplumların seçim dönemlerinde politikacıların kullandığı çatışmacı, ötekileştirici, düşmanlaştırıcı dil ile bazı seçmen kitlelerinin aynı dili daha şiddetli biçimde kullanmalarının başkaca izahı olamaz. Kitleler çatışır, düşmanlıklar tesis edilir hatta kurumsallaşır, bu çatışma ve düşmanlık ikliminde “gücün meşruiyeti” oluşur. Düşmanlık ikliminde tanrı rolündeki “asıl”lar oy verir, “vekil”ler asılları yerine tanrısal bir konfor, güç ve yetkiye kavuşur.
Peki, demokrasi ve buna benzer putlaşan kavramların toplum ve birey için tehlikesi nedir? Şöyle ki, bu kavramları kusursuz kavramlarmış gibi muhataplarına örgütlü bir dil kullanarak empoze etmeye çalışan ağızlar, vaatlerini bir türlü gerçekleştiremediklerinde, iddialarını ispat edemediklerinde “güven” kaybederler. Okulda öğrenci, ülkede vatandaş, yazarın karşısındaki okur, politikacının karşısındaki seçmen, yani propagandacı propaganda yaptığı kitle karşısında güven kaybeder. Çünkü putlaştırdığınız kavramın tanrı değil herhangi bir kavram olduğu er ya da geç ortaya çıkar ve muhatap artık propagandacıların diğer söylediklerine de itibar etmez olur. Bu hem toplum hem de birey için olumsuz bir durumdur.
Demokrasi tanrısal bir şey değildir, güçlü ve zayıf yönleri iyice ortaya konulup, ilkelerine sadakat gösterilirse toplumlara görece bir refah yaşatabilir. Kavramı kutsallaştırıp putlaştırdığınızda çatışmacı, parçalanmış, düşman kalabalıklardan müteşekkil toplumlar tesis eder. Zihnimizi kavramsal putlardan temizlemeliyiz.
*Bu kelime TDK’ye göre “supap” şeklinde yazılmalıdır. Ancak “supap” yazımı “bence” uygun değildir. Galat-ı meşhur lügat-i fesihadan evladır, kavli mucibince supap değil sübap yazmayı uygun buldum.
Bugün demokrasi demek…
Bugün demokrasi demek kapitalist düzenin insanlığı en kolay şekilde sömürmek için kullandığı bir ucube demektir. Hak ve hakikat tam beslenmeyen hiç bir şey gerçek huzuru ve re mez
Yeni yorum ekle