Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin

09 Mayıs 2024

"Delilerin körlere kılavuzluk ettiği bu dünya"da, Roger Garaudy'nin dediği gibi tarihe yani geleceğe sahip olamama tehlikesi giderek büyüyor. Her şeyin çatırdamaya başladığı bir tarih dönemecinden geçiyoruz. Dengeden yoksun bir modernliğin dayatıldığı dünyamız çıldırdı; yaşam tükeniyor, gezegen intihara sürükleniyor. Huzur, barış, merhamet ve adalet kaybedildi.

İnsanlığın tepesinde salınan nükleer enerji tehdidi, paranın kudreti, ekonominin vahşeti dünyayı sisli ve karanlık bir vadiye çevirdi. Devlet terörü merhametsizce çocuk ve kadın katlediyor, medya bir yandan akademi öte yandan akıl tutulması yaşıyor.

İnsanın, tabiata bilim ve teknikle egemen olma arzusu şehirleri beton ormanlarına, motorlu taşıt çöplüğüne dönüştürdü. 

İnsan da o taşıt çöplüğü beton ormanında, nesnelerden bir nesneye dönüştürüldü. 

Her şey sanayileşti, sanat metalaştı, Tanrı’nın yerini alan para mutlak iktidarı sağladı. 

Sokaktaki insan için hiçbir şey ekmek kadar kutsal değil artık. 

Yönetimlerin hukuksuzluğu ve beceriksizliği, şirketlerin aç gözlülüğü ve vahşiliği; eşitsizliği, yolsuzluğu, yoksulluğu, emek sömürüsünü insanlığın normali haline getirdi. 

Irkçılığımızla, ötekine olan tahammülsüzlüğümüzle, tarihimizin kutsal, kültürümüzün biricik, inancımızın mutlak hakikat olduğuna kesin inancımızla; insanın, insanın kurdu olduğu hayvanlara özgü bir tarih öncesi süreci deneyimliyoruz. 

Ulus devletlerin biçimlendirip dönüştürdüğü yeni bir insan tipinin temsilcileriyiz. Miguel de Unamuno’nun ifadesiyle, “Biz aslında biz değiliz, başkalarının yarattığı biziz.”

Büyüleyiciler dünyayı gerçeklikten kopardı. Büyülü dünyanın büyüsünden kurtarılması, bu sahte realitenin tartışma konusu yapılması entelektüellere, sanatçılara büyük bir misyon yüklüyor. İnsanlığın, kendi çağının eleştirisini acımasızca yapabilen Shakespeare gibi Cervantes gibi edebiyatçılara, Godard gibi Visconti gibi sinemacılara ihtiyacı var. Oysa sanatın ve edebiyatın insanı sarsan etkisi kayboldu. Sanatın sarsıcı etkisi yerini haz verici etkiye bıraktı. Tüm çağların en büyük insan ve toplum sorgulayıcısı sinema, günümüzde soluksuz kalmış durumda. Uyduruk, cilalanmış, yalan dolu pembe filmlerin, gerçeklikten kopuk fantastik yapımların baş tacı edildiği bir vasatta sinema, bizi reel varlığımızdan şüpheye düşürmekten çok bize kendimizi, acılarımızı, varlığımızı unutturma görevi görüyor.

Image

"Uyduruk kahramanlardan bıktım artık. Günlük yaşayışın gerçek kahramanlarını tanımak istiyorum." diyen Cesare Zavattini gibi sinemacıların açtığı geniş ve derinlikli ufku kuşanmış yönetmenlerin nesli tükenmekteyse de yeni jenerasyon içinden nadir de olsa Radu Jude gibi umut kıvılcımı çakan, "işte bu!" dedirten yetenekler çıkmıyor değil. Provokatif filmlere imza atan Rumen yönetmen; kaba ve süssüz ama yaşam dolu, doğrudan sistemi ve dayatılan gerçekliği hedef alan yapısökümcü tarzıyla yorgun ve yılgın sinemacılara fark atıyor. Sürünün alışkanlığına karşı yeni bir yaşama tarzı icat etmiyor belki ama yapaylaşan ve sapkınlaşanın fotoğrafını çekiyor, körlere rehberlik eden büyücülere başkaldırıyor. Doğrudan değişmek gerektiğini söylemiyor, değişmesi gerekeni işaret ediyor, algılatmaya çalışıyor; izleyicisinde bir bilinç oluşturmaya çalışıyor. “Çocuk trajedide güler, ihtiyar komedide ağlar.” sözü minvalinde kurulu düzeni kara komediyle sarsıyor, yetişkin izleyicisini güldürürken bilinçlendiriyor. Kısa film ve belgeseller de çeken, son yıllarda Aferim! ve Kaçık Porno gibi filmleriyle öne çıkan üretken yönetmenin 2023 yılında çektiği son filmi Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin; içeriği, meselesi, kurgusu, alt metinleri, tekniği ve daha birçok fark yaratan yönüyle ele alınıp detaylı incelenmeyi hak ediyor. Bir bakalım Radu Jude bizlere neler söylemeye çalışıyor, nasıl söylüyor?

Image

Angela, ruhunu sığdıramadığı daracık odasında, güne sabah 05.50’de alarmın çalmasıyla küfrederek uyanmıştır. Başucundaki sehpada Marcel Proust kitabı bulunan Angela’nın uykusunu hiç alamadığı, dinlenemediği her halinden bellidir. Çünkü parasını gününde alamadığı işi için her gün en az 16 saat çalışması gerektiğinden gece geç vakit eve gelebilmiştir. Angela öfkesini ve isyanını, kendini tek kaşlı, top sakallı, kel bir erkek gibi gösteren filtre kullanarak çektiği Instagram videolarında dışa vurmaktadır. O sabah alacakaranlıkta arabasına binmeden çektiği videoda geceyi, dostu Andrew Tate ile birlikte, daha önce hiç araba görmemişler gibi Maserati’sinin peşine düşen seksi ama aptal kadınlarla geçirmesine bağlayacaktır uykusuzluğunu.

Image

Hem bedensel hem de ruhsal olarak göçmüş bir kadındır Angela. Sefil bir zaman diliminde, bugünü dünden farksız, yarını bugüne benzer sefil bir hayat yaşadığının fazlasıyla farkındadır. Kendi çapında radikal görüşlere sahip, egemen yapıya muhalif biridir. Hizaya geçmiş, düzene sokulup sürüleştirilmiş toplumun içinde onlardan biri olarak var olma mücadelesi vermektedir fakat dönüştürüldüğü şeyi inkâr eden, kabullenemeyen bir yapısı vardır. Sürekli arayış içinde olan bir insanın yaşayacağı türden huzursuz ve uyumsuz bir ruha sahip değildir Angela, bilakis yaşadığı çağın gerçeklerini idrak etmiş birinin uyumsuzluğunu ve agresifliğini taşımaktadır üstünde.

Halkların afyonu işlevi gören, nikotin etkisi yaparak seyirciyi zehirleyen filmlerdeki zayıf kadın karakterlerden farklı bir profil sergileyen Angela’yı biraz yakından tanıyalım. 

Angela güçlü bir kadın fakat gözlerinden kuvvet fışkırmıyor; sadece yılgınlık, yorgunluk ve uykusuzluk dökülüyor. Ruhu vücudunda başıboş dolaşıyor sanki. Ağlamıyor, sızlanmıyor sadece küfrediyor. İnanılmaz küfürler ve bir de çokça beddua ediyor; ulusal ve uluslararası siyasi veya ekonomik figürlere her fırsatı değerlendirip lanet okuyor. Şiddetli bir manevi ıstırap da çekmiyor, yaşantısına bir anlam da aramıyor Angela. Anlamsız, gayesiz ve değersiz çağının sahte gerçekliğinin bir parçası olduğunun farkında bir kadın olarak yabancılaşmış ve boşalmış iç dünyasıyla puslu, gri bir dünyada tüm uyumsuzluğuyla yaşam savaşı veriyor sadece.

Image

Tamamen sahada ve çoğunlukla da arabada yoğun trafiğin içinde şoförlük yaparak çalıştığı, ağır ve bitmeyen bir mesaisi var Angela’nın. Onu daha çok araba kullanırken yakın çekimde izliyoruz. Bükreş trafiğinin kaosunu, stresini onun jest ve mimiklerinde, vites koluyla savaşımında bizzat yaşıyoruz. Angela uyumamak için sürekli sakız çiğniyor, yüksek sesle müzik dinliyor. Paranın bütün değerleri ticari değer haline getirdiği bir iş yaşamında emek sömürüsüne ve iş yeri despotizmine maruz kalıyor. Kendisine sürekli yeni iş yükleyen patronuna, direksiyonda uyuyakaldığı için geçirdiği ölüm tehlikelerinden bahsetmesi karşı tarafta hiçbir anlam ifade etmiyor. Patrondan gelen öneriler şöyle oluyor çoğunlukla; “koyu bir kahve iç”, “enerji içeceğini dik tepene” veya “çek kenara yarım saat uyu.” Bu kadar çalışmaya rağmen maaşını ancak yalvararak alabiliyor.  

Image

Angela ruhunu yitirmiş bir dünyada merhametsiz insanlarla çalışıyor, sevmediği ağır bir işi yapıyor. İşverenler tarafından sömürülüyor, trafikte tacize uğruyor, ağır küfürlere maruz kalıyor. Ruhen ve bedenen yıpratıcı yaşamı onu kendisi olmaktan çıkarıyor; o da gidişata uyum sağlamak zorunda kalıyor. Ortalamanın üstünde bir kültürel donanım, birikim ve bilince sahip olmasına rağmen cangılda hayatta kalabilmek için o da diliyle, giyimiyle, davranışlarıyla vahşileşiyor. O kadar ki, sevdiği adamla görüşmeye fırsat bulamayan Angela, bulduğu on dakikalık bir görüşme imkânını, sevgilisiyle, duvar diplerinde çiftleşen köpekler gibi araba içinde süratli bir şekilde sevişerek geçiriyor. İnsanların insan gibi âşık olmalarına da aşklarını insan gibi tüm duygusal boyutlarıyla yaşamalarına bile müsaade etmeyecek denli vahşileşen sistem, aşkı insanlara kısa süreli şehvete indirgenmiş boyutuyla reva görüyor.

Angela, Bükreş'teki bir reklam şirketinde yapım asistanı olarak çalışıyor. Filmde sabah 05.50’den gece yarısına kadar süren tam bir mesaisini takip ediyoruz. O gün, Avusturya merkezli çok uluslu bir şirketin “işyeri güvenliği” konulu kamu spotu videosunda rol alacak kişiyi seçmek üzere iş kazası geçirmiş ve sakat kalmış insanları ziyaret ediyor. Onları videoya kaydedip şirkete gönderiyor. Öğleden sonra da firma ile yapılacak toplantıda kamu spotunda hangisinin yer alacağı belirlenecek. Angela zeki ve belli ki iyi eğitim görmüş biri lakin inanmadığı bir işi yapıyor. Dev bir şirketin en alt kademesinde koşuşturan bir eleman olarak her şeyinden nefret etmesine rağmen geçimini o firmanın kirli işlerini kotararak sağlıyor. Zira daha sonra anlaşılacağı üzere çekilecek video hiç de iyi niyetli bir video değil. Hem görüşleri hem de karakteriyle çelişen bir işi yapan Angela, gün boyu direksiyon başında uykusuz çalıştığı için kaza yapıp hayatını kaybetme riskine rağmen az olan kazancını gününde alamıyor, üstlerinden hiçbir şekilde takdir görmüyor. Tüm bunların duyarsızlaştırdığı Angela, her şeye rağmen seçmelere katılan insanlara karşı anlayışlı olmaya çabalıyor.

Angela’nın hikâyesinin, benzer koşullarda çalışan bir yapım asistanının trafik kazasında hayatını kaybetmesinden ilhamla oluşturulduğunu filmin yönetmeninden öğreniyoruz. Belli ki Türkiye’deki reklam ve dizi sektöründe inanılmaz bir tempoyla çalıştırılarak emekleri sömürülen set çalışanlarının kaderini paylaşıyor Romanya’daki meslektaşları. Ne de olsa Rromanya, AB ülkeleri ortalamasından altı kat daha yoksul bir ülkedir ve çok kötü yönetilmektedir. Bundan sebep, nasıl ki Türkiye ucuz iş gücü cenneti ise Romanya da bu özelliğinden dolayı yabancı reklam ve dizi sektörünün konuşlandığı bir ülke haline gelmiş.

Güçsüz, Değersiz ve Yalnız Sınıf: Prekarya

Prekaryalaşma, güvencesiz çalışma koşulları sadece Türkiye veya Romanya’da değil tüm dünyada can yakıcı bir sorun haline gelmiş bulunuyor. Güvencesiz iş koşulları, çalışanı işveren karşısında koruyacak mekanizmanın geliştirilmesini engelliyor. Dolayısıyla çalışan, patronların her türlü kullanımına açık hale geliyor. O yüzden Angela, benimsemediği ve tam karşısında yer aldığı zihniyetin tüm ayak işlerini canı pahasına yapmak zorunda kalıyor. Çünkü Angela’nın tüm iş yaşamı güvencesizliklerle kuşatılmış durumda. Mesela, emek piyasası güvenliği bulunmuyor; her an işten atılma endişesi taşıyor ve elindeki işe mahkûm bir şekilde çalışıyor. İşverenin keyfi biçimde işten çıkarması karşısında yasal güvence durumu yani istihdam güvenliği söz konusu değil. Çalışma güvenliği yok; iş nedeniyle geçireceği kazalara karşı güvencesiz. Birlikte hakkını arayabileceği sendika gibi örgütleme koşulları çok kısıtlı yani temsil güvenliği bulunmuyor. Birikim yapabilme, geleceğini güvenceye alma imkânı sağlayacak gelir güvencesinden de yoksun şartlarda çalışıyor. Angela ve benzeri koşullarda emeği sömürülen prekarya sınıfı tüm dünyada alternatifsiz, güçsüz ve yalnız bırakıldığı için çalışmak için yaşıyor, boğazı tokluğuna köleleştiriliyor. Eğitimin, diplomanın değersizleştirildiği bir gerçeklikte beyaz yakalı mı mavi yakalı mı olduğu belli olmayan fakat hayatı sorgulayan, eğitimli ve donanımlı prekarya sınıfı belki de bu özelliklerinden dolayı kavramın mucidi Guy Standing tarafından “tehlikeli bir sınıf” olarak nitelendiriliyor.

Image

Bu kadar güvencesiz koşullarla kuşatılmış Angela’nın bir alter-ego yaratarak bilinçaltında biriken öfke ve nefretini Bobitza karakteriyle dışa vurmasını anlayışla karşılamak gerekiyor. Angela günlük yaşamında toplumun resmi olarak onayladığı değerleri temsil ediyor ve girdiği ortamlarda kendi çıkarına olacak bir izlenim yaratmaya çalışıyor. Böylece kendisine nasıl davranılacağının denetimini elinde tutuyor. Onu, gizli ve kişisel duygularından koparan maskesi sayesinde sosyalleşebiliyor. Angela Bobitza karakteriyle bu maskeyi sıyırıyor ve görgü yükünden tam olarak kurtuluyor. Bobitza ile alternatif başka bir kişilik yaratıyor ve bu kişiliği üzerinden sisteme ve sistemle ilgili gördüğü her şeye karşı nefret kusuyor. Kapitalizmin kölelik düzenine, sömürüye, Avrupa’nın ikiyüzlülüğüne, ırkçılığa eşitsizliğe, ülkesinin düşürüldüğü acınası duruma tepki gösteriyor, lanet okuyor. Angela yarattığı bu ikincil karakteriyle din adamlarına sertçe dalıyor, Kraliçe Elizabeth’e sövüyor, Putin’i övüyor, Ukrayna başkanını aşağılıyor. Bütün bunları yaparken de katı cinsiyetçi, kadın düşmanı eril bir dil kullanarak toplumda kadının düşürüldüğü konumu, düşmanını kendi silahıyla vurarak yansılamaya çalışıyor. Zaten Angela’nın bir tek videolarını çekerken mutlu olduğunu görüyoruz, belki de o nedenle Angela’nın diğer sahneleri kontrastı yüksek siyah beyaz iken o sahneleri renkli olarak izliyoruz.

Para Morarmış Cüzzamlıya Taptırır

Image

Filmde benzer bir çifte kişilik olgusunu, Angela’nın çalıştığı reklam şirketi yöneticilerinin Avusturyalı firma yöneticileri karşısında yaltaklanırken görüyoruz. Sonuçta, “Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu”nda dendiği üzere kişi, ortamdaki kişilere geçmiş ve gelecek hakkında şimdi verdikleri izlenime göre muamele ediyor. İşçilerinin emeğini öldüresiye sömüren, kendileri milyonlar kazanırken çalışanlarına insanca yaşayabilecekleri bir geliri çok gören ceberut yöneticilerin; Romanya’nın ormanlarını yağmalayan, ihmali sonucu kaza geçirip hayatları kararan işçileri sokağa atan çok uluslu şirketin yöneticileri karşısında el pençe divan durmaları, paranın ve ondan akseden gücün karşısında dik durabilmenin ne kadar zor olduğunu göstermesi açısından önemliydi. Bu gerçeği Shakespeare, para babası aptalın önünde secdeye kapanmış sersem bilgini teşhir ettiği Atinalı Timon’da yüzyıllar önce tespit etmişti, ondan dinleyelim: 

 

“…Bu azıcık altın siyahı beyaz, çirkini güzel, haksızı haklı, alçağı soylu, ihtiyarı genç, korkağı yiğit göstermeye yeter! …Bu sarı para sözler verdirir, sözler bozdurur, melunu mübarekleştirir, morarmış cüzzamlıya taptırır, hırsızlara ünvanlar, saygınlıklar ve övgüler kazandırıp onları senatör koltuklarına oturtur… Haydi oradan! Lanetli toz, onca milletler içinde fitne tohumları eken bütün insan cinsinin fahişesi, seni tabiattaki yerine iade etmek istiyorum!”

Şehirlere Kim İhanet Etti

Image

Taşlama, hiciv ve tespitlerle yüklü filminde yönetmen, nefes alınamaz hale getirilen şehirlere yapılan ihanet konusuna da değinmeden geçmiyor. Fransa, Almanya ve İtalya gibi devletlerin çöplerini gönderdikleri Romanya’yı Avrupa’nın çöplüğü haline getirdiklerini, Çavuşesku döneminde tarihi evlerin oluşturduğu Uranüs adlı güzelim mahallenin yerle bir edilerek Beyaz Saray’dan sonra dünyanın en büyük başkanlık sarayının yapıldığını, Romanya’nın eşsiz güzellikteki ormanlarının çok uluslu şirketlere peşkeş çekildiğini, 250 km’lik otoyolun yolsuzluk ve ihmal nedeniyle yaşanan trafik kazaları sonucu mezarlığa çevrildiğini birer birer ele alıyor. Hatta bir sahnede kamerayı, üzerinde “Şehit Bükreş” yazan bir tabelaya uzun uzun odaklıyor. Bu konuda yönetmen iğneyi egemen Batı güçlerine batırırken çuvaldızı Romanya yönetimi ve sürüleştirilmiş, duyarsızlaştırılmış Romanya halkına batırmayı ihmal etmiyor. Bunu da çok uluslu şirketin yöneticisine yaptırıyor. Ona göre; şirketler ormanları yağmalıyor, iş gücünü sömürüyorsa onlara bu yetkiyi veren Romanya yönetimi, o yönetimi iktidara taşıyıp orada tutan da Romanya halkıdır. Sonuçta yönetimler yozlaşmışsa halklar yozlaştığı içindir. Ne kadar tanıdık, ne kadar bizden ve aşina olduğumuz şeyler değil mi?

Radu Jude yenilikçi bir yönetmen olarak filmlerde deneysel girişimlerde bulunmaktan kaçınmıyor. Mesela 250 km’lik otoyolda kaza sonucu ölenlerin anısına, yakınlarının kaza mahalline diktirdikleri 600 haçtan söz ettiriyor Angela’ya ve mezar temsili olan bu haçları dört dakika boyunca sessiz bir biçimde seyirciye izletiyor. Bu dört dakikalık sükût anında hem izleyicisini dinlendiriyor hem de yöneticilerin para hırsı karşısında insan canının değersizliğini ve dünyanın gelip geçiciliğini ve ölüm olgusunu tefekkür ettiriyor.

Image

Angelalı bölümleri siyah beyaz, kasvetli ve sert bir görüntü ile izlerken bu hikâyeye paralel olarak 1981 yılında Çavuşesku yıllarında çekilmiş ve sansüre uğramış bir filmden sahneleri izliyoruz. 42 yıl önce çekilen ve Yeşilçam filmleri gibi sıcak renklere sahip olan bu filmde yine Angela adlı, karın tokluğuna çalışan bir kadın şoförün hikâyesine odaklanıyoruz. Geçmiş ve günümüzdeki kadın şoförlerin geçtikleri aynı yerleri izliyor, aynı şekilde trafikte uğradıkları tacizlere şahit oluyor, Bükreş ve Bükreşlilerin değişmeyen yoksulluğunu ve geri kalmışlığını izliyoruz. Aradan kırk yıldan fazla zaman geçmesine ve rejim değişmesine rağmen insanların yaşam kalitesinde, yoksullukta, yolsuzlukta hiçbir fark olmuyor, diktatörlük veya demokratik özgür bir yönetim olması fark yaratmıyor zira zihniyet yapısı değişmiyor, insan sermayesi güçlenmiyor. İkisi arasındaki fark olarak geçmişin daha sakin ve dingin, günümüzün çok daha hızlı ve kaotik olduğu söylenebilir. Her iki Angela, günümüzdeki Angela’nın engellilerin video çekimi için gittiği üçüncü evde karşılaşıyor. Oldukça yaşlanmış ve kilo almış olan geçmişteki Angela, tanıtım filmi için seçilecek belden aşağısı felçli Ovidiu’nun annesi olarak karşımıza çıkıyor ve taksici geçmişini Angela ile paylaşıyor. 

Kapitalistin Merhameti

İki saat kırk dakikalık filmi iki bölüm halinde düşünürsek ilk bölüm Angela’nın yukarıda aktardığım koşuşturmaları içerisinde geçerken ikinci bölüm “iş güvenliği” videosunun nihai çekimi için kazazede Ovidiu ve ailesinin kaza mahallinde kamera karşısına geçtiği 40 dakikalık tek çekimden oluşuyor. Sabit kamera ile çekilen tek parçadan oluşan bu bölüm filmin belki de en can alıcı kısmını oluşturuyor. Bir günlük çekim karşılığında 1000 Euro alma umuduyla kamera karşısına geçen Ovidiu, bu videoyu fırsat bilerek hikâyesini anlatacağını, uğradığı haksızlığı dile getireceğini ve sesini tüm dünyaya duyuracağını zannediyordu. Oysa uyanık şirket tarafından kask takmadığı için suçlu olarak gösterileceğini, ihmali nedeniyle insanlara ibretlik bir suçlu olarak sunulacağını, videonun şirketin kendini aklama aracına dönüşeceğini nereden bilebilirdi ki. Yönetmen kırk dakika boyunca sabit bir biçimde aileyi kadraja alarak izleyiciyi de ailenin yaşadığı sıkıntıya sokuyor, yaşanan adaletsizlik karşısında sorguya çekiyor, şirket temsilcilerinin alçakça çarpıtmaları karşısında boğuyor, bunaltıyor.

Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin filmi adından da anlaşılacağı üzere umut vaat etmiyor. Mizahı da kullanarak ciddi bir sistem eleştirisi yapıyor, modern hayata dair pek çok acıtıcı meseleyi ele alıyor. Sinemanın üzerindeki yorgunluğu ve miskinleşmeyi atabilmesi için Radu Jude gibi böylesi provokatif filmlere imza atabilen yapısökümcü yönetmenlere ihtiyacı var. Jude’nin provokatif bir üslubu var fakat meseleleri ele alırken insanlığın felaketi olacak kocaman sorunların altını kalınca çizerek ele almıyor. Gündelik hayatın içindeki küçük ve basit şeylerden yola çıkarak, kamerayı bir reklam panosuna kitleyerek, bir çalışanın günlük mesaisine odaklanarak,  dikkati ahlaki çürümenin insan ilişkilerine yansıyan boyutuna yönelterek, normalleşmiş yozlaşmanın çıplak fotoğrafını çekerek veya bir şehrin başına gelenler üzerinden yürüyerek izleyiciyi genel sonuçlara götürüyor. Yaşadığı zamanın eleştirisini sert, öfkeli, belki biraz kaba ama kesinlikle sarsıcı bir üslupla yapıyor. Film bittiğinde bir sürü mesele üzerinde kafa yormuş, tefekkür etmiş, gülmüş eğlenmiş aynı zamanda öfkelenmiş, yorulmuş ve karamsar bir ruha bürünmüş halde buluyorsunuz kendinizi.

Fatma ECE SARIYAR

Değer yargılarından yoksun, her sahnesinde suç işlemiş olan ve toplumu suça yönlendiren filmlerin fark edilip eleştirilmesi toplumun geleceği açısından beni umutlandırıyor. Farkındalık kazandırdığı için yazarımız ve hocamıza çok teşekkür ediyorum.

Cu, 05/10/2024 - 10:56 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
4 kez görüntülendi. 703 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.