Çağdaşlığımıza Halel Gelmesin / LGBT-İ

09 Temmuz 2020

 

Son dönemde istikrarlı, inatçı ve itici biçimde, çeşitli vasıtalarla topluma LGBT propagandası yapıldığına hepimiz şahit oluyoruz ve buna maruz kalıyoruz. Her konuda fikri olan, malumatfuruş bir tavırla değil de son zamanlardaki bu abartılı LGBT propagandasına “maruz kalan toplumun bir ferdi olarak” bu bağlamda fikrimi ifade etmek istiyorum. Yoksa konuyla ilgili çalışan bilim insanlarına yol gösterecek, toplumu bu konuda aydınlatacak yeni şeyler söyleyecek değilim.

Konu iki noktadan dikkatimi çekiyor. Birincisi konunun muhtevası ikincisi de bu muhtevanın bize sunuluş şekli. İçerik “eşcinsellik”, propagandanın kendisini dayandırdığı kavram da “çağdaşlık”. Burada çağdaşlık kavramı LGBT söylemini kanatları altına alıp masum bir biçimde onu topluma sunması bakımından daha öne çıkıyor.

Çağdaşlık aslında “aynı zaman diliminde yaşamak” anlamındayken kendisine “modern olmak, gelişmiş olmak, ilerici olmak” gibi anlamlar yüklenerek son birkaç asrın en tartışmalı kavramı olma payesini elde etmiş bir kelime. Tek yükü bu değil tabi ki. Türk modernleşmesinde çağdaşlık; Tanzimat-Meşrutiyet döneminin Ahmet Mithat Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem gibi yazarlarının romanlarında “gülünç” yanlarıyla görünür. Felatun Bey ve Bihruz Bey’de kendisini “Fransızca, papyon, piyano” etrafında gösteren bir çağdaşlık: Gülünç… Bir de Cumhuriyet döneminde kendisini dayatan, kanuni bir mecburiyete dönüşen “şapka, içki, vals” ile var olan, Yeşilçam’da rüküşlükten ve iğreti bir taklitten öteye geçemeyen, kimi zaman da itiraz edeni cezalandıran çağdaşlık: Trajikomik…

Tanzimat’ta da Cumhuriyet’te de bu kavrama yüklenen “modernleşmek, gelişmiş olmak, ilerici olmak” anlamları çağdaşlık kavramı ile arzulanan biçimde uyum göstermez. Bir türlü anlam ve kavram aynı hizada var olmaz. Bu da dönüşmeye çalıştığınız şeyle aynileşememe durumunun tezahürüdür. Dönüşmeye çalıştığınız şeye ne kadar yaklaşırsanız yaklaşın özünde var olan asli kimlik bir biçimde kendini gösterir. Ya asli kimlik ya da benzemeye çalıştığınız şey üzerinizde “sırıtır”. Bunun farkında olan Nurullah Ataç “Batı’ya Doğru”(1) başlıklı denemesinde “Bütün Türk çocuklarına Yunanca öğretmekten, onları Yunan mitolojisi ve kültürü ile yetiştirmekten, başka bir yöntemle çağdaşlaşmanın mümkün olmadığından” uzun uzun bahseder. O da bilir ki benzemeye çalışmak yarım yamalak bir sonuç doğurur. “Benzemeye çalışma, öyle ol.” anlayışı ile konuya yaklaşır. Ki Nurullah Ataç sadece bir deneme yazarı değildir. Cumhuriyet döneminin etkili-yetkili isimlerinden biridir. Çeşitli bakanlıklarda müdürlük ve çevirmenlik yapan Ataç, Basın Yayın Genel Müdürlüğü'nde yayın şefliği, Cumhurbaşkanlığı çevirmenliği, TDK Yayın Kolu başkanlığı, Talim Terbiye Kurulu ve Türk Dil Kurumu üyeliklerinde de bulunur. Hülasa onun “Yunanca” etrafındaki fikirleri bir edebiyatçının fantezisi olmanın çok ötesinde; icra edilmiş, somutlaşmış, sonuç vermiş fikirlerdir.(2)

Benzemek, onlar gibi olmak, taklit etmek biçiminde gerçekleşen çağdaşlaşma tarihimizde bazen gülünç durumlara düştük, bazen trajik bedeller ödedik. Ve bu trajikomik çağdaşlaşma tarihinde “bir usulü” iyice özümsedik: Çağdaşlık adına önümüze ne konulursa itiraz etmeden uygulayacağız, bu esnada onu savunacağız, pek içimize sinmese de açıktan itiraz etmeyeceğiz. Böylelikle çağdaşlığı benimsemenin büyük bir insanlık vazifesi olduğu “inanca” dönüştü, ona karşı çıkmak da  “vebalı sayılmayı kabul etmek” anlamına geldi. Konuyla ilgili çok sayıda edebi ve akademik eser malumunuzdur.

Şimdi de “çağdaşlık” LGBT konusunda bize bir vazife veriyor, bir durumu dayatıyor: “Ya homofobik, yoz, yobaz azgelişmiş bir primatsınız ya da LGBT’yi hoş gören, yücelten hatta benimseyip özümseyen “çağdaş” bir insansınız. Seçiminizi yapın. Üçüncü bir şık yok.”

Nedir peki LGBT?

Ehline malum, uzmanlarca bilinen, maruz kaldığımız ölçüde de fikir sahibi olduğumuz “çok eski, yeni bir moda”. Neredeyse tüm eski medeniyetlerde çeşitli biçimlerde var olan, toplumların yaygın biçimde lanetleyip karşı çıktığı ama entelektüel çevrelerden yüksek mevkilere kadar tabandan tavana kendisini dayatmış bir kimlik. Eşcinselliğin tarihi muhtemelen cinayetin tarihi kadar eskidir. Ancak en etkili, en görünür ve meşru sayıldığı çağ bize denk geldi. Tek bir tanımı da yok. Onun için LGBT-İ şeklinde kendilerini kodluyorlar. Alfabedeki harf sayısı kadar yeni kimlikleri bu kodlamaya ekleme potansiyelleri var. Fakat aralarında en çok öne çıkan ve bilinirliği en yüksek kavram eşcinsellik.

Malum olduğu üzere Hümanizm ve Modernizm insanla ilgili eski tasnifleri bir tarafa itip “insan”ın yüceltildiği bir yaşam vadetti. Ancak insanlık “insan” noktasında toplanacak yerde daha da parçalandı. “Kadın, erkek, mümin, kafir, hür, soylu, köle” gibi üç beş başlıkta toplayabileceğimiz tasnif; yerini Lezbiyen, Gay, Biseksül, Trans, İntersex, Heteroseksül, Modern, Liberal, Ateist, Teist, Deist, Panteist, Agnostik, Kapitalist, Sosyalist, X kuşağı, Y kuşağı, Z kuşağı gibi örneklerini daha da çoğaltabileceğimiz kategorilere bıraktı. Tam da “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan” şu çağda. (“Birlik ve beraberlik” sloganı da modern çağın en popüler sloganıdır, birleştirmekten çok ayrıştırmaya, parçalanmaya sebep olduğu söylenebilir.)

“İnsan olmaktan daha büyük bir değer yoktur” anlayışı; aslında bütünleştirici bir önerme gibi dururken “merkeze” “bireyin tercihini” oturttuğu için ilke ve değerleri etkisizleştirir. 7 milyar insan için “hayatın” milyarlarca farklı tanımı ortaya çıkar. En önemli referans “bireyin kendi tercihi” olduğunda her insan kendi için bir hayat tanımı yapma ve onu doğru sayma hakkına sahiptir. Bu da akıl almaz bir parçalanma doğurur. Geldiğimiz noktada basit biyolojik bir gerçeklik üzerinde bile anlaşamıyoruz. İster evrimci ister yaratılışçı olun yaygın ve yerleşik kabul canlıların erkek ve dişi olarak var olduğu, bu varoluşun üremenin ve türün devamının sağlanmasına yönelik bir mekanizmayı var ettiği, bunun da erkek ve dişi diye kavramlaştırıldığı bir gerçeklik. Bu bağlamda ne geleneksel dinlerin ilkeleri ne de bilimsel gerçeklikler LGBT’nin umurunda değil. Yani Allah’ın insanı ve hayvanı dişi ve erkek olarak yaratması ya da evrimleşirken insan ve hayvanın dişi ve erkek olarak evrimleşmesi -hangisine inanıyorsanız- kimi çevreler için hiçbir şey ifade etmiyor. “Bireysel tercihlerimiz tek hakikattir. Bunun dışında hiçbir ilke ve değeri kabul etmeyiz. Bizi bu biçimde kabul edeceksiniz. Sizin dini ve ahlaki ilkelerinizi reddediyoruz. Bilimin ya da evrimin “yaygın ve yerleşik” kabullerinin ne olduğu da umurumuzda değil.”

Baba-kız, anne-oğul, kardeşler, yakın akrabalar arasındaki ensest ilişki de bizim dini ve ahlaki olarak reddettiğimiz, sapkınlık ve suç kabul ettiğimiz bir cinsel ilişki biçimi. Kişisel tercih dışında hak ve hakikat kabul etmeyen LGBT mantığından hareket edersek gelecekte ensest ve pedofili için “Bu bizim bireysel tercihimiz, buna saygı duyacaksınız, bu en temel insan hakkıdır.” diyecek hatırı sayılır sayıda entelektüel bir kitle, popüler şahsiyet çıkar  ve topluma ensest ve pedofiliyi dayatmaya kalkarsa sonuç ne olur? Bilimsel olarak tartışmalı, dini açıdan “eşcinsellik bağlamında” günahkarlık sayılan LGBT kendini topluma dayatırken bilimin-dinin argümanlarını ya yok sayıyor ya görmezden geliyor ya da reddediyor. Ensest ve pedofili de pozitif bilimin konusu değil. Psikiyatrik olarak izah etmeye çabalasanız da de psikiyatrinin pozitif bilim olup olmadığı tartışmaları halen süren tartışmalar. Dolayısıyla pozitif bilimin konusu olmayan bu durum dini ve ahlaki açıdan sapkınlık kabul ediliyor.  LGBT’de olduğu gibi bilim ve din devre dışı kaldığında ensest ve pedofiliye karşı da elimizde hiçbir şey kalmıyor. LGBT ve ensest-pedofili birbiriyle ilgili ancak birbirinden farklı başlıkların konusu iken aynı propaganda yöntemi ile aynı meşruiyeti elde etmeleri söz konusu olabilir.

LGBT-İ . Şimdi bu kategoriye bir de İ eklendi, korkarım ki alfabedeki harf sayısının kombinasyonu kadar farklı kişisel tercihle kimlikleneceğimiz ve onlara saygı duymak zorunda olacağımız bir çağa giriyoruz. Şimdilik kendilerini bu beş harfle kodlayan anlayış topluma kendisini anlatırken “çift cinsiyetlilik” kavramını bir başlangıç kavramı olarak kullanıyor. “Bizim durumumuz doğuştan geliyor, doğuştan farklı eğilimlerle dünyaya gelen insanlarız, bu bizim elimizde değil. Bizi hoşgörün, bizi anlayın.” Daha sonra da “elimizde olmayan sebeplerle” oluşmuş bir durum, “kişisel tercih-cinsel yönelim” gibi kendisiyle çelişen bir dille propagandasını sürdürüyor. Zorunlu gönüllü tercih gibi. Ancak eşcinsellik ile çift cinsiyetlilik birbirinden çok farklı konular. Çift cinsiyetlik yani hermafroditizm bizim inancımızda “hünsa” olarak kavramlaştırılıp hukuku tesis edilmiştir. Bir hünsanın “hünsa oluşundan dolayı” cezaya çarptırılması, aşağılanması, dışlanması, lanetli görülmesi söz konusu değildir. Bu eksik ya da fazla organla doğmak şeklinde gerçekleşen bir “rahatsızlık” şeklinde anlaşılabilir. Hormonal ya da fizyolojik nedenleri vardır. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için https://islamansiklopedisi.org.tr/hunsa maddesine bakılabilir.

Yani bizde hünsa şeklinde ifade edilen kavram LGBT söyleminden çok farklı bir konu. LGBT söyleminde gelinen noktada öne çıkan asıl düşünce “Biyolojik cinsiyetimizin ne olduğunu umursamıyoruz, cinsel tercihlerimizde hiçbir ilke ve kural tanımıyoruz, bu en temel insan hakkıdır, bizi böyle kabul etmek zorundasınız.” şeklinde özetlenebilir. Ata binmek de atla cinsel ilişkiye girmek de kişisel bir tercihtir. Bu tercihlerin ikisinin de meşru olmasını beklemek kadar absürt bir düşünce olamaz. Bu sapkınlığı “benim kişisel tercihim, kimseyi ilgilendirmez, kabul etmek zorundasınız” diyerek savunmak mümkün değildir. Ata bindiğinizde de atın rızası söz konusu değildir, onunla sapkın bir ilişki geliştirdiğinizde de atın rızası yoktur. Ancak bu kişisel tercihin birini ahlaki açıdan problemli görmeyiz, diğerini gayri ahlaki buluruz. Her kişisel tercih kendi içinde olumlu anlamda ahlaki bir norm barındırmaz. Dolayısıyla da biz bir davranışı “sırf kişisel tercih” diye meşru saymak zorunda değiliz. Burada kişisel tercihle iki kişi arasındaki cinsel ilişkinin “karşılıklı rıza” bağlamında meşru görülmesi gerektiği söylenecektir. O konu da tartışmalıdır. Kişilerin “doğduktan sonra” maruz kalarak edindikleri kimlikler, eğilimler acaba “rıza” mı yoksa “maruz kalma, kabullenme” mi? O halde “karşılıklı rıza” meselesi de felsefi, sosyolojik ve psikolojik olarak tartışma konusudur. Sonradan edinilen kimliklerin, eğilimlerin ve ortaya çıkan tercihlerin “bir maruz kalış” olmadan gerçekleşmesi söz konusu olamaz. Birçok LGBT hikayesinin “ensest, pedofili, aile içi şiddet vb.” trajik olaylarla başladığını görürüz. Karşı cinse öykünmeyi teşvik edecek popüler şahsiyetlerin propagandasına maruz kalmak da bu eğilimlerin oluşmasında rol oynar. Çocuk küçük yaştan itibaren bir çirkinliğe maruz kalır ve bu maruziyet bir eğilime dönüşür.  Burada da “kişisel tercihlerin” ne kadar “kişisel” olduğu tartışması başlar. Ancak biyolojik cinsiyet ve çift cinsiyetlik bir tercih değil insanın tabii gerçekliğidir. Dişi ya da erkek doğmuşsak öyle yaşarız, çift cinsiyetli doğduysak da o gerçekliği yaşarız. Bu noktada bir tartışma yok. Çift cinsiyetlilik konusunda toplumsal pratikte ortaya çıkan sorunlar “kavramları” bilimsel ve dini-ahlaki ilkeler bağlamında değerlendirme mecburiyetimizi ortadan kaldırmaz. Toplumsal pratikte bir takım trajik hadiseler yaşanmış olsa da bu, doğru bir dille insanlara anlatılması gereken bir durumdur.

Haz çağında yaygın ve yerleşik olarak kabul edilen, meşru sayılan haz ve keyif unsurları “demode, çağ dışı, geleneksel” denilerek değersizleştiriliyor. Bu alanı düzenleyen ahlaki ilke ve değerler yok sayılıp yeni haz ve keyif arayışları, alanları tüketimi artıracak biçimde “insanlara” “yeni, değişik, ilginç bir ürün” olarak sunuluyor. Sinemadan eğlence dünyasına, entelektüellerden bilim insanlarına kadar her sahada “popüler şahsiyetler” üzerinden yürütülen propaganda haz ve hız çağında “iletişimin” dehşetli hızı ile tüm insanlığa ulaşıyor.  Bu propagandaya açık ya da gizli mesajlarla sürekli maruz kalan bir çocuk, konuyla ilgili yapacağı “sıra dışı” bir tercihte tamamen özgür ve kişisel bir tercih mi yapmış olacak? Çift cinsiyetliliği dışarda tuttuğumuzda “eşcinsellik eğiliminin” “özgür kişisel tercih” olduğunu ispat etmek mümkün değildir, bu bağlamda ispatı mümkün olmayan durum kendisiyle çeliştiği için tutarsızdır. Bunun üzerinden yapılan insan hakları ve meşruiyet tartışmaları da anlamsızlaşır. 

Eşcinsellik; Freud, Jung, Adler gibi psikoloji ve psikiyatrinin en önemli isimlerine göre “gelişim tekamül duraklaması”dır(3) Konuyla ilgili farklı düşünen bilim insanları da var. Konunun varsa eğer bilimsel bir izahı bu bilim insanlarının işi. Psikologlar, sosyologlar, psikiyatrlar, nörologlar vb… Ancak bu bilim insanlarının da lobilerden ve bilimi fonlayan sermayeden bağımsız hareket edemediklerini biliyoruz. “Bağımsız(?)” bilim ve onun ulaştığı sonuçlar da çoğu zaman tartışma konusu. Bilimin egemen olduğunu “sandığımız” Batı dünyasında yaygın olarak artık eşcinsellik bir hastalık olarak değil bireysel tercih olarak yasallaşmış durumda. Hatta Psikiyatr Dr. Mustafa Merter’in ifadesine göre İsviçre’de bir hekimin bir eşcinsele tedavi terapisi uygulaması suçtur ve cezası hapis.

Ne bilimsel ne dini ne de ahlaki olarak temellendirilebilen, “her türlü” bireysel tercihin “en temel insan hakkı” olarak dayatılması ve bunun kabulü sonrasında ensest, pedofili gibi sapkınlıklar da “bireysel tercih” propagandası ile meşrulaşabilir. Önce karşılıklı rıza için “yaş sınırına” ihtiyaç olmadığı topluma benimsetilir, sonra da elmalı şekere kanan çocuğun “rızası” olduğu “saçmalığı” pekâlâ iddia edilir. Yeter ki tüm kutsalları reddeden, ahlaki ilke ve değerleri “demode” sayan “ünlüler”den bir kaçı bu yola baş koysun. Peşi çorap söküğü gibi gelir.

Bilimsel olarak biyolojik cinsiyet, dini olarak kadın ve erkek kırmızı çizgimizdir. Doğuştan gelen hormonal, anatomik sorunlardan kaynaklanan çift cinsiyetlik bu tartışmaların tamamen dışında, dinen dışlanmayan, aşağılanmayan, sakıncalı görülmeyen -yeterli ya da yetersiz- hukuku tesis edilmiş, tıbbi olarak da artık büyük ölçüde tedavisi mümkün bir durumdur.

Tarihte tüm toplumlarda lanetli görülmekle birlikte yaygın olan, “biyolojik cinsiyet”i reddeden, salt kişisel tercihi kutsallaştıran bu anlayışın alenileşmesi, meşru görülmesi büyük bir problem. Bununla birlikte konuyla ilgili kaygısı olan birçok yazar, sanatçı, bilim insanı, politikacı ve sıradan insanın hem “çağdaşlıklarına bir halel gelmesin” diye hem de LGBT-İ lobilerinin linçine maruz kalmamak için tepki göstermediklerini, fikir beyan etmediklerini görmek de ürkütücü bir durum. Bizim toplumumuzun bu konuda sicili sorunlu. Son 2 yüz yılda “çağdaşlık” adına bize dayatılan her şeyi “sorgusuz sualsiz” kabul eden bu toplum şimdi kendisine çağdaşlık adına dayatılan LGBT-İ’yi kabul edip özümsemek üzere. Hatta bazı belediyelerin 23 Nisan kutlamaları çerçevesinde çocuklara yönelik LGBT söylemleri içeren faaliyetleri, LGBT’nin çocuklara yönelik “cinsiyetsiz” eğitim talepleri, çocukların fikri sorulmadan ve tercihi olmadan cinsel yönelimlerini biyolojik cinsiyetten farklı yöne maniple etmeleri insan hakları bağlamında bir problemken bu konular “çağdaşlığımıza halel gelmesin” diye görmezden geliniyor.

LGBT bireylerin yıllardır televizyonlarda “ön plana” çıkarılmaları, eğlence dünyasında bir adım önde olmaları, moda ve sanat dünyasında “LGBT” statüsünün bir koruma zırhına dönüşmesi, toplum tarafından hoş bir farklılık gibi görülüp kabullenilmeleri… Geldiğimiz noktada LGBT kendine sarsılmaz bir konum elde ediyor. Hatta “LGBT’yi gösterip nikahsız birlikte yaşama razı olmak” gibi aile kurumunu tamamen yok edecek başka tehditleri de içinde barındıran ürkütücü bir koridora giriyoruz.

Hülasa,

·         Bazı kişilerin tercih ya da eğilimleri bizi ilgilendirmez ancak buna saygı duymak zorunda da değiliz, gözümüze sokulmadıkça tercihleri kendilerini ilgilendirir.

·         Bu kasıtlı propagandaya karşı çıkmak, bu propagandadan çocuklarımızı uzak tutmak da bizim görevimiz ve tercihimizdir.

·         Bunun yanı sıra “bizce sapkın” tercihlerinden dolayı şiddet, zulüm ve işkence görmeleri de kabul edilemez. Bu insanlara gösterilecek şiddet ve zulme karşı olduğumuz gibi onların tercihlerini de hoş görmüyoruz. Gayri meşru olanın meşrulaştırılmasına da karşıyız.

·         Bu insanların çocukluklarında yaşadıkları “trajik hikayelere” kulak tıkamak, onları görmezden gelmek de gayri insani bir tutumdur. Ve sorunun önemli sebeplerinden bir de “çocukluktaki travmatik tecrübelerdir.”

·         Eşcinselliği doğuran “aile içi şiddet, ensest, pedofili ve diğer sorunlarla” baş edebilecek bir yöntem ve anlayış üzerinde çalışmalar yapılmalı.

·         Kadın ve erkek şeklinde kavramlaşmış biyolojik cinsiyeti savunmak, bunu çocuklarımıza kavratmak, meşru olanın bu olduğunu öğretmek, çift cinsiyetliliğin eşcinsellik olmadığını, eşcinselliğin ahlaki bir sorun olduğunu anlatmak hem dini-ahlaki olarak hem de bilimsel olarak bir görev.

Alacağımız tavır oldukça karmaşık ve müşkül görünüyor. Öyle de görünse temelde yaşamı var eden, canlılığı sürdüren “erkek-dişi” gerçekliğine sadakat göstererek bu karmaşadan sağlıklı bir şekilde çıkabiliriz.

Bu da bizim kişisel tercihimizdir.

***

1-http://www.mehmeteminturkyilmaz.com.tr/i/1442/nurullah-atac-denemeleri-/-batiya-dogru/

2- Yunan kültürüne olumlu bakan sadece Ataç değildir, dönemin önemli birçok ismi Batı medeniyetinin kaynağı olarak Antik Yunan’ı gördüklerinden o dönemde Yunan kültürüne karşı hayranlık belirgin bir biçimde vardır. Nev Yunanilik diye de adlandırılan bu anlayışın önemli isimleri arasında Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi yazarları görürüz.

 

3-www.fikircografyasi.com

Psikoloji Eşcinselliğe Çözüm Üretebilir mi?/ Mustafa Merter-Mustafa Atak-Tolga Avşar

dk. 18-20 https://www.youtube.com/watch?v=CE2NCCniwKw

 

 

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 417 kez görüntülendi. 2 yorum yapıldı.