“Ayasofya Bile İbadete Açıldı, Bi Sen Bana Açılmadın; Be Zalimin Kızı!”
(Kamyon arkası yazısı)
Numuneyi tahlil etmek bünyenin genel yapısı hakkında ciddi bilgiler verebilir. Ben de bu yazıda şuracığa alıntıladığım bir kamyonet yazısını Terkos baraj gölünden alınmış bir çay bardağı su misali tahlile tabi tutmayı deneyeceğim. Bakalım numune bize neler söyleyecek:
Bir kere teksten önce kontekste, yani bağlama bakalım. Bir erkek ve bir kadın, belki de muhayyel bir kadın sözkonusu. Attila İlhan’ın “Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular” türü imgesel veya yüceltilmiş bir kadın mevzuubahis olabilir. Belki de yazıcı komşu kızını kastetmiştir. O halde zihnimde hemen muhayyel bir kadın imgesinin oluşmasını nasıl açıklayabilirim? Erkek kadına yönelik duygu ve düşüncelerini doğrudan açıklayabilseydi; onunla konuşabilseydi muhtemelen bunu kamyonetinin arkasına yazma ihtiyacı hissetmeyecekti. Öyle ya, rûberû görüşebildiği, konuşabildiği birine niçin öyle dolambaçlı yollardan mesaj iletme ihtiyacı hissetsin ki? Söyler… Söylenip duranlarr, söylemeyenlerdir çünkü.
Şu, noktasına ve noktalı virgülüne kadar alıntıladığım “numune” kamyonet arkası yazısının kadın cinayetlerinin psiko-sosyolojisini anlamamızda bir anahtar mesabesinde olduğunu düşündüğümü hemen sözün başında kayda geçirmek isterim. Yani hipotezim şu: Kadına karşı şiddet belli bir zihinsel kalıptan neş’et ediyor. Bu zihinsel kalıp, sözlü veya yazılı olarak ifade ediliyor. Sözlü veya yazılı bu ifadelerin ifade edildiğine toplum şahit tutuluyor. Bazen masum, bazen komik, kimi zaman trajik etkiler bırakan bu ifadelerin şahitler huzurunda beyan edilmesi ikrar, ispat, tensip, onay veya ‘benden günah gitti’ uyarısı anlamı taşıyabiliyor.
İmdi, teksti esastan incelemeye geçelim:
Bir kadın, bir erkek tarafından Ayasofya’ya benzetiliyor. Kadının, erkeğe bir türlü açılmadığı öne sürülüyor. İlmü’n-nefs bize yazıcının yansıtma tekniğiyle başarılı bir savunma taktiği uyguladığını; aslında açılmayanın, bir türlü açılamayanın kadın değil erkek olduğunu söyler. Gururlu erkek yazıcı niçin o kıza açılmaz? Çünkü reddedilmekten korkar. Reddedilmenin acısına katlanamayacağı, gururu incineceği için o kızın kendisine ilan-ı aşk edeceği günü beklemektedir. Bastırılan cinsellik umulmadık ve beklenmedik bir anda bir zamanlar Ümraniye çöplüğünün patladığı gibi faciaya yol açma potansiyeline sahiptir.
“Ayasofya Bile İbadete Açıldı.”
Ayasofya yani komşu kızı, sınıf arkadaşı veya muhayyel kadın bir melek, bir yarı tanrı veya onlara benzer mukaddes bir varlıktır. Mihraptır, ibadetgâhtır. Gerçekle bağını koparan yazıcı abartılı bir imge kullanarak sözde kadını yüceltmekte, tabir caizse ‘tapılacak kadın’ olarak görmektedir. İşte sorun da tam burada belki. Kadın cinayetlerinin bir bölümü de aşırı yüceltme neticesinde işlenmektedir.
Ayasofya’nın ibadete açılması fetihtir, kılıçla elde edilen bir neticedir. O mukaddes günü bekleyen kahraman erkekimizin gerekirse ‘Roma’yı da yakmaya’, icabında İstanbul’u almaya veya bu yolda ölmeye and içtiğini üsluptan anlarız.
Ey…. Ayasofya’nın ibadete açılması nasıl ki bir hak ve açılması muhakkak idiyse, senin de bana yâr olman öyle bir haktır ve muhakkaktır. Açılma meselesi sadece zaman ve şartların uygunluğu meselesidir.
“Bi Sen Bana Açılmadın”
Zamanı var, saati var, bir gün açılacaksın. Sen bir şehirsin ben fatih. İster yağmalarım seni zorla alır kaçarım, ister bir gelin gibi bağrıma basarım.
‘Ya benimsin, ya kara toprağın’ diktonomisi bu açıklıktan yükselir. Bir sen varsın, bir de ben. Sen başkasına açılamazsın, beni bekliyorsun, bekliyor olmalısın, beklemelisin. Hazır olduğunda bana açıl susam açılmalısın. Bak ben gelip açmayayım ha!
Bilirsin krallar bir şehre girdiler mi, talan ederler. Taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmaz. Sülaleni de yakarım, eğer gerekirse… Gerekmesin! Sen gel, güzellikle açıl bana. Bak senelerdir, bir ömür bekledim. Bekledim derken yanlış anlama, Kolera Günlerinde Aşk’ın erkek kahramanı Fermina Daza nasıl beklediyse Florentino Ariza’yı öyle bekledim seni…
“Be zalimin kızı!”
Kadın kendi başına şahsiyet değildir. Birinin kızıdır, bir başkasının sevgilisi, karısıdır… Erkeğe eşit şahsiyet, eşit insan değildir.
Yazıcı ‘taptığı kadın’la bir önceki sahibi, baba üzerinden, bir başka erkek üzerinden iletişim kurmayı denemektedir. O öteki erkek de şöyle böyle aşılır bir kale gibi gözükmemektedir. O surları yıkıp Ayasofya’yı ibadete açmak kolay iş değildir. Öteki erkek zalim baba, şehrin kapılarını adam gibi açmazsa surları yıkmaktan ve şehri târumâr etmekten başka seçenek kalmamaktadır.
Ya bizler? Biz üçüncü şahıslar? Biz bu trajedi sahnelenirken neredeyiz? Balkonda mı, locada mı?
Be Zalimin Kızı!”
Bu yazıyı gördüğümüzde tebessüm ederiz. Fotoğrafını çeker, pek bi sosyal mecralarda paylaşırız. Oysa bu numune bir sosyal patolojinin, belki evet masum, bir dışavurumudur. Ah biz çok daha vahimlerini şarkı diye söyler, kimilerine düğünlerde oynarız.
Bu adi numunenin, bu rastgele örneğin bize söylediği özetle şudur:
Bu ülkede kadınlar ve erkekler iletişim sorunu yaşamaktadır. Diyalog prensipte eşit iki taraf arasında olur. İletişim aynı frekansta gerçekleşir. Belki meselenin bir derin katmanına girersek erkeğin ne kadar ürkek ve örselenmiş olduğunu göreceğiz. Şu hodbin, pervasız görünen, ölçüsüz meydan okuyan üslubu ondan.
Aslında bu kamyonet yazısı doğrudan bir kadına mesaj iletmek için değil, biz üçüncü şahıslara hitaben yazılmış gibi duruyor. Bizi şahit tutuyor, değerlerimize meydan okuyor ve duyarlığımızı test ediyor. Belki bir yardım çığlığı bile sayılabilir.
Jack London’un Beyaz Diş romanı şiddete maruz kalan bir köpeğin nasıl canavara dönüştüğünü anlatan bir şaheser. Bir trajedinin kurbanı olan veya kendini kurban gibi algılayan yazıcı şiddet kültürünü besleyecek bir söylemi kendi sosyal mecrasından ifşa ediyor. Sırf ‘elin kızını’ arzuladı diye günün birinde ona ‘açılmasını’ kendi hakkı olarak görebiliyor:
Siz ne uslanmaz, ne arlanmaz bir halksınız ey bütün Yahudiler! Müslüman ve Türk Yahudiler! Meryem size tanrınızı bile doğursa ona kara çalmaktan geri durmazsınız. Ne yapsın Meryem, sükût orucu tutmaktan ve sizi dehrin değirmeninde ufalanmaya terk etmekten başka?
Dişil enerjiden, onun muazzam yaratıcı gücünden ne kadar da korkuyorsunuz! Kadından ürkmeniz, kadını sevememeniz işte bundan. İçinizdeki Meryem’i gömdüğünüz kumları eşeleyin bakalım, belki henüz ölmemiştir.
Ayasofya’ya gidin, açıldı madem. Mihrapta Zekeriya gibi durun. En üstte, nesih hatların, celi sülüslerin de üstünde, kucağında İsa ile tebessüm eden ikona ile gözgöze gelin.
Meryem’in mihrabına her vardığınızda gönlünüz aydınlanacak. Asla boş çevrilmeyeceksiniz. Meryem’in mihrabında içinizdeki tanrıya sevgiyle teslim olduğunuzda mucizeler gerçekleşecek. Yahya, yani yaşam işte o zaman doğacak. Çorak toprağınız yeşillenecek. Kadını sevmeyi başardığınızda erkek olmayı öğreneceksiniz, sahiplendiğinizde, yücelttiğinizde değil. Çünkü onu yücelttiğinizde, erişilmez bir yere koyduğunuzda iletişiminiz kopuyor. İletişimsizlik şiddetin memesidir.
İşte yaşamın yasası budur, ona sımsıkı tutunun! İşte ilahi hikmet, Yahya’ya bahşedilen.
Yahya’nın, yani yaşamın kitabını okumayı bir sökerseniz, artık kamyonet arkalarında büyük harflerle bağırmanıza gerek kalmayacak ‘eğam’.
Gidin Ayasoyfya’ya, açıldı madem. Orada tilavet edin işte böyle: Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd…
Teşekkürler…
Teşekkürler... Çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Yeni yorum ekle