"Razı oldun yine göklerden gelene
Aldın mesajı boynun kıldan ince"
Ben bu mesajı almadım!.. Göklerden geldiğine de inanmıyorum. Bayağı yerden geldi. Gördüm, yaşadım çünkü...
Keşke bu duygulu ağıtta birazda, imar aflarından, müteahhitlerin hırslarından, denetim görevini rüşvetle satan yetkili bürokrasiden, inşaat rantiyecileriyle ensest ilişki içinde olan politikacılardan da bahsedilseydi.
Suçu yine Allah'a atarak unutup eski hayatımıza döneceğiz. 50 bin insan... çöp değil.. bunların aileleri nasıl yaşayacak... biz nasıl yaşayacağız? ...
İnanmak, sabır, tevekkül hiç ders çıkarmadan, hesaplaşmadan suçu Allah'a yıkıp sakince yola devam etmek anlamına mı geliyor? Bu biraz ilkel kabilelerin çözemedikleri olaylar karşısında teslim olup, korkunç tanrılarına tapınmalarına benzemiyor mu?
50 bin insan öldü ne sala var ne yas. 15 temmuz sonrası yer gök bütün bürokrasi yerinden oynamıştı. Şimdi hayat bildiği gibi akıp gidiyor. Bürokrasiden, politikadan bir tane koltuk boşalmadı. Çünkü her şeyden Allah sorumlu.
Allah bu kadar adaletsiz, acımasız ve bu kadar zalim olamaz.
Bunlar normal değil. Aklımızı başımıza almalıyız.
Ateş sadece düştüğü yeri değil hepimizi yakmalı, yakıyor aslında. Ya da eğer ders almazsak bir sonraki yakacağı biziz. Silkinmeliyiz. Bizi afyonlayan, vicdan, akıl, muhasebe ve sorumluluğumuzu kilitleyen bu ilkel din ve tanrı anlayışını terk etmemiz lazım. İman, sabır, tevekkül bu değil!..
Bu işin tek çıkış yolu var! Bu işi vicdan, akıl, ve hukuk çözer.
Hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam edemeyiz.
Bu acı tablonun inanan insanlar olarak akılcı bir açıklaması, vicdana dayalı bir muhasebesi ve hukuka dayalı bir hesaplaşması mutlaka yapılmalı. Tıpkı 15 Temmuz sonrası yaptığımızı yapmalıyız. Topyekûn bir silkinme, dayanışma ve mücadele. Sadece Mecliste yetmez her yerde, bürokrasinin her kademesinde komisyonlar oluşturmalıyız. Sorumluların, suçluların makamı ne olursa olsun acımasızca izini sürmeliyiz. Fetömetre gibi “afetmetre” oluşturmalıyız. Afet suçlarını kataloğ suçlar listesine almalıyız.
Aslında bütün binaların kitabına uydurulmuş kayıtlarında suçlular imzalarıyla duruyor. Bir kaç müteahhitin ötesine geçerek asıl işbirlikçilerine uzanmalıyız. Bütün yapacağımız bu arşivin dikkatle incelenerek kolluğa ve mahkemelere teslim edilmesi. Buna cesaret edemezsek imar barışı yaptığımız gibi, şu anki sessizliğin ilan ettiği "afet barışıyla" ıslık çalarak yolumuza devam ederiz. Ta ki gelecek felakete kadar. Gelecek felaketle de yine öncekilerden edindiğimiz "dini", "ahlaki" tecrübelerimizle baş ederiz.
Çünkü bizim baş etmemizi, "normalleşmemizi" sağlayan bir dinimiz, vicdanlarımızı rahatlatan coşkulu bir yardım seferberliğimiz, çok iyi geliştirdiğimiz enkazlardan coşkulu kutlamalarla ceset toplama becerilerimiz (sakın ola ki amatörce de olsa bir parçası olmaktan gurur duyduğum arama kurtarma ekiplerinin olağanüstü fedakarlıklarını küçümsediğim anlaşılmasın, keşke onlara ihtiyaç olmasa) ritüellerimiz ve bir an evvel unutmak için, delilleri karartmak için aceleyle bütün enkazları kaldırıp bilinmezliğe gömme el çabukluğumuz var.
Üstelik bütün bunları planlama ve koordinasyon, adalet olmadan, kendimize has bir kaos içinde yapabiliyoruz. Seller gibi akan yardımları nasıl oluyorsa hala ulaştıramadığımız ücralar oluyor. Afet sonrası dağıttıklarımıza yardım, bağış, sadaka diyoruz. Öyle ya bahşediyoruz! Oysa verdiklerimiz bizim yüzümüzden onların kaybettiklerinin karşılığı bile değil. Verirken de alırken de yeri göğü inletiyoruz. Göz yaşartıcı kampanyalarda daha önce fazlasıyla iç ettiğimiz külliyatlı miktarlardan kırparak bağışladığımız “büyük rakamlar” ekranlarda yankılanıyor. Yüksek sesle verdiğimiz için sesi çıkanları önceliyoruz. Sesi çıkmayanları, yutkunanları sessizliğe gömüyor, unutuyoruz. Allah’la baş başa bırakıyoruz. Aykırı sesi çıkanları da önce Allah’a sonra “ulul-emre” itaatsizlik ve isyanla suçluyoruz. Sonra hiç bir muhasebe ve hesap yapmadan tevekkülle "tanrıdan" gelecek bir sonraki buyruğu bekliyoruz.
Aynı yerlere aynı hızla derme çatma barınaklarımızı yapıp kaldığımız yerden bize verilen kırıntıların taksitlerini ödemeye devam ediyoruz.
Bu sefer böyle olmamalı... 50 bin insan... sayamadığımız kadar canlı... bütün ömrümüzü harcadığımız emeklerimiz... Bu sefer asla böyle olmamalı. Önce sakince durup düşünmeliyiz. İçi boş, göz boyayıcı acil eylem planlarını değil, yaraya dokunan gerçekçi, bilimsel, akılcı eylem planları yapmalıyız. Acele ile enkazları kaldırmak yerine uzun uzun bakmalı, incelemeli, delilleri toplamalı, hepimiz suçumuzu, suçluları tespit etmeliyiz.
Hatta enkazları bütün Türkiye görmeli!
Enkazlar niye kaldırılır? Aynı yere tekrar inşaatları dikmek için mi? Bu ne acele?
Buralara geziler düzenlemeliyiz, görmeyen kalmasın. Enkazlar arama kurtarmacılar için eğitim mekanları olmalı. Herkes en az üç gün, bir hafta çadır kentlerde sırayla becerileri doğrultusunda gönüllü destek çalışmalarına katılmalı. Hiç yapamayan çevre temizliği yapmalı. Enkazların bazılarını ibretlik anıt müze olarak gelecek kuşaklara saklamalıyız.
Sonra vicdan, akıl ve hukuk yoluyla derin bir hesaplaşmaya girişmeliyiz.
Ve son olarak dağın eteklerine çıkıp yıkılan enkaz kentlerimize bakıp "bir daha asla" diyerek yeni yerlere, yeni anlayışla, mütevazi sağlam evlerimizi, mahallelerimizi, şehirlerimizi yapmalıyız. Bunun mümkün olduğuna inanmalıyız. Gerekirse daha önce yapanlara bakmalıyız. İkinci Dünya savaşı sonrası bu yaşadığımız yıkımın kat be kat fazlasını yaşamış, dibe vurmuş Almanya’ya bakmalıyız.
İnsanlık tarihinin en büyük felaketi olan bu dünya savaşında yaklaşık 80 milyon insan öldü. Alan ve büyüklük ölçeğine göre yaklaştığımız zaman bu deprem için bu kadar yıkım ve 50 bin kayıp gerçekten çok çok büyük. Öte yandan Almanya’nın yıkımı karşılaştırılamayacak kadar büyüktü. “Her şeyiniz yıkıldı bittiniz artık” diyen Fransızlara Almanlar şu cevabı verdi: "Olsun.. Üniversitelerimiz var." Bizim üniversitelerimiz bu kadar kaliteli değil. Fakat her şeye rağmen her alanda yetişmiş az da olsa iyi bilim insanlarımız, doktorlarımız, mühendislerimiz vicdanlı ilahiyatçılarımız ve her alanda fedakar bir sivil insan gücümüz var. Onlarla acilen helalleşmemiz lazım çünkü; kalitesiz, muhteris, yetenek düşmanı makam tapıcıları tarafından saf dışı edilmiş, ötelenmiş ve küstürülmüş durumdalar. Sesleri çıkmıyor, çıksa da kulak vermiyoruz. Bürokraside sıkı ve gerçek bir liyakat, ehliyet politikasına geçmek ehil insanları hemen devreye sokacaktır.
Kısaca her şeyden önce, daha önce daha küçük çapta da olsa defalarca başımıza gelmiş bu olayın çok daha büyüğü ile karşı karşıya olduğumuzun çok ciddi bilincine varmamız gerekiyor. Ve dahi çok daha büyüğünün İstanbul’da bizi beklediğinin farkında olmamız gerekiyor. Zaten itiraf edemediğimiz bu gerçeği hepimiz biliyoruz fakat öğrenilmiş çaresizlik çukurunda unutmayı, ilkel toplumlar gibi kadere, tanrıya sığınmayı tercih ediyoruz.
“Cübbeli ilahiyat tartışmalarına” dalıyoruz. Oysa o Cübbelinin bu tartışmayı yürütmeye ilminin yetmeyeceğini biliyoruz. Çünkü o mülkiyetine aldığı tanrısına kendisine itaat etmeyenleri ispiyonlamakla meşgul. Bilmiyor ki Allah yerde ve gökte olan her şeyi layıkıyla bilendir. Ya da tam tersi aklı, izanı, bilimi bırakıp “cübbesiz komplo teorilerinin” peşinden gidip suçu “dış güçlere” atıyoruz.
Sonuç olarak önce gücümüze, aklımıza, ilmimize inanıp, uyanıp enkazların üstünde kötü ruhları kovmak için ıslık çalmayı bırakıp toptan bir seferberlik planı yapmalı ve kararlı bir şekilde uygulamaya sokmalıyız.
Cumanız kutlu olsun.
Yeni yorum ekle