İnsanın homo sapiens olduğu söylenir. Burada sapiens “bilge, bilmeye cesaret eden” anlamlarına gelir. Buna göre, insansılardan sadece homo sapiensin türü dünyada devam etmektedir. Hatta Harari Homo Sapiens’in tarihini yazmış ve popüler kitap olarak çok kişi tarafından okunmuştur. Harari kitabında kendi sorduğu sorular üzerinden, kendi düşüncelerinin temellerini anlatmaktadır aslında. O soruları sorarsanız, o şekilde cevaplarsanız, o şekilde bir insan anlayışına sahip olursunuz. Söz gelimi Harari’nin kitabında Türklerin ve Müslümanların yer almaması ilginçtir. Türklerle ilgili olarak sadece İstanbul’un fethine bir cümle içinde yer verir. Bunun dışında kitapta Türkler geçmez. Oysa tarih Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden büyük ölçüde etkilenir. Ama konumuz sadece Harari’nin kitabı değil.
Homo sapiens evrim düşüncesinin bir uzantısıdır. Hatta biraz haşin bir uzantısı olduğu bile söylenebilir. Sapiens diğer insansıları yok ederek dünyaya hakim olmuş bir türdür. Daha masum ve barışçı türler soylarını sürdürememişlerdir. Bu da evrim düşüncesinin bir uzantısıdır.
Kişisel olarak ben çok fazla homo sapiens bilmiyorum. Homo sapiens’in en güzel örneği, bana göre, Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Birûnî’dir (973-1048). Biruni bilgiyi gerçekten “bilmek” için araştırmış biriydi. Hatta onun günümüz biliminden bile ilerde olmasının nedeni de budur. Bilindiği gibi, ölmeden yarım saat önce bir arkadaşı ziyarete gelir ve Biruni ona miras hukuku ile ilgili bir meseleyi sorar. Arkadaşı “üstat, ölmek üzeresin, bunu niye öğrenmek istiyorsun?” der. Biruni’nin cevabı homo sapiens’in cevabıdır: “Bunu öğrenmeden mi öleyim?” Gerçek homo sapiens budur.
İnsanın nasıl evrildiği bir yana, ben bu düşüncelerdeki insan anlayışını sorgulamak istiyorum. Yani dünyada bugün var olan insan gerçekten bilge midir veya bilmek ister mi? Yoksa onun bilmek dışında başka ayırt edici özellikleri mi vardır? Bugünkü insanı tanımlamak istersek onu nasıl tanımlayabiliriz? Veya onu gerçekten bilmek isteyen veya bilge olarak tanımlayabilir miyiz?
Bana göre bu soruların cevabını “evet” olarak vermek romantikliktir. Soruyu başka türlü sormak gerekirse, şöyle sorabiliriz: İnsan gerçekten bilmek ister mi? Günümüzde yaşayan insanlar gerçekten bilmek istiyor mu? Yoksa onların istediği ikna olmak mı?
İnsan gerçekten bilmek isteseydi, bilginin ne olduğunu bilirdi, Ayrıca bilginin en önemli özelliği doğruluk olduğuna göre, “doğru bilgi”nin ne olduğu ve nasıl elde edilebileceği ile ilgili bir anlayışa sahip olurdu. İlk bakışta bunlara zaten sahip olduğu cevabı verilebilir gibi görünüyor. Ama biraz ayrıntılı düşünüldüğünde, insanın bilmeye çalışmadığı, sadece ikna olmaya çalıştığı açıkça görülebilir. İnsan bir bilginin doğruluğunu araştırmak yerine, kendisini tatmin eden bir bilgi(msi)yi tercih eder. Çünkü insan pragmatik bir varlıktır. Önemli olan işine yaramasıdır. Dolayısıyla insan doğru bilgiyi değil, işine gelen bilgiyi arar. Bu yüzden önemli felsefi sorularla ilgilenmeyi felsefecilere bırakır, onlardan sadece kendi kafasına takılan sorulara ikna edici cevaplar vermesini ister. Yani şöyle der gibidir: “Siz kendi aranızda bunu tartışadurun, bana ikna olabileceğim bir şeyler söyleyin, yeter”. İnsan fazla düşünmeyi sevmez, kafa yormaktan hoşlanmaz.
Şöyle bir durum hayal edelim: A kişisi B kişisinin davranışını yanlış anlamış olsun. Söz gelimi, aslında A’yı sevmediği halde, A kişisi onun kendisini sevdiğini zannediyor olsun. Böyle bir durumda A’yı “uyandırıp” B’nin onu sevmediğini söyler miydiniz, hele bir daha B ile karşılaşma ihtimali yoksa?
Daha uç bir örnek düşünelim: A kişisi ölüm döşeğinde olsun. O da siz de biliyorsunuz ki, biraz sonra ölecek. Ona öleceğini söyler miydiniz? Yoksa “doğru bilgi onun ne işine yarayacak, onu ikna edeyim, onu rahatlatayım, en azından rahat ölsün” diye mi düşünürsünüz? Bence bu seçenek daha tercih edilirdir ve birçok kişinin bunu tercih edeceğine eminim. O zaman doğru bilgi nereye kadar gereklidir?
Ölümden söz edince… Herkes öleceğini bilir, ama ne zaman olacağını bilmek istemez, hatta öleceğini bildiği halde bildiğini hatırlamak, düşünmek istemez. Elinden geldiği kadar bunu düşünmemeye çalışır. Yani bilgi insanda önce işe yararlılık süzgecinden geçer. İnsan işine yarayacağını düşündüğü için bilmeye çalışır.
Daha gündelik bir örnek üzerinden de düşünebiliriz. Bir bilgi edindiğiniz zaman sıklıkla “bu bilgi ne işe yarar ki?” diye düşünür müsünüz? Veya “bu ne kadar anlamsız ve önemsiz bir bilgi?” diye mi düşünürsünüz? Demek ki, bilginin doğruluğundan önce önemi veya anlamı gelir. Anlamsız ve önemsiz bir bilgiye insanlar burun kıvırır.
Tüm bunların nedeni insanın asıl özelliğinin sapiens olmak değil, capiens olmak olduğuna işaret eder. Peki, capiens nedir? Burada yapılan, basit bir harf değişimi değildir. Capiens kelimesine “tutulan, tutulmak isteyen veya tutmak isteyen” karşılığını verebiliriz. Yani insan çevresini ve dünyasını sınırlandırmak, tutmak, ele geçirmek ister. Batı bilim ve teknolojisinin dünyayı “alt etmek” amacına yönelik olması da aslında bunu gösterir. Söz gelimi Harari kitabıyla ne yapmak istemiştir? Okuyucularını bu yöne yönlendirmek. İnsanların bunları böyle düşünmesini istemiş ve bu amaçla çevresini, dünyasını böyle görür hale getirmek, yani biçimlendirmek, sınırlamak istediği için bu kitabı yazmış ve oldukça da başarılı olmuştur.
Aslında capiens’in iki türlü işlediğini söylemek yanlış olmaz; hem kendine doğru, hem dışarıya doğru. Yani insan hem dünyasını sınırlandırmak, hem de kendini sınırlandırmak ister. Bu cümlenin birinci kısmına pek itiraz edilmez. İnsan kendini dünyanın hakimi, sahibi olarak görür ve onu istediği şekilde biçimlendirebilmek, kullanabilmek çabası içindedir. Bu çaba onun dış dünyayı “tutması”, eline geçirmesi, değiştirmesi, düzenlemesi, gerekirse yeni şartlar oluşturması şeklinde tezahür eder. Bu yüzden bilim ile teknolojinin “ev”lenmesi insanı çok mutlu etmiştir. Bilim kadındır ve teknolojinin evine yerleşmiştir. Bilim ürettiği bilginin farklı bir uygulama alanını bulmaktan, teknoloji de uygulamalarına güvenilir bir destek sağlamaktan mutlu olmuşlardır. İnsan “dışarı”yı kendi istediği biçime sokmak ister.
Ama çevreyi sınırlandıran kişinin aynı zamanda çevre karşısında kendini de sınırlandırması gerekir. Bu yüzden yukarıdaki cümlenin ikinci kısmı (“kendini sınırlandırmak”) kışkırtıcıdır. “Ben özgür bir varlığım, kendimi niye sınırlandırayım” diye düşünebilirsiniz. Hatta sizin üzerinizde toplumun ve kültürün veya başkalarının baskı kurduklarını ve sizi sınırlandırdıklarını söyleyebilir ve buna “karşı” olduğunuzu iddia edebilirsiniz. Ama kazın ayağı öyle değildir. Sizin bu sözleri söylemeniz bile birilerinin sizi böyle “tutmak” istemesinin bir sonucudur.
İnsan sınırlandırılmak ister. Çocuklarda bunu kolayca görebilirsiniz. Çocuk davranışlarının sınırlandırılmasından mutlu olur. Ona ne yapacağını, yapması gerektiğini söylediğinizde bu onun hoşuna gider. Anne babasının onun davranışlarını sınırlandırması çocuk için keyiflidir (canının istediği yönde olduğu sürece tabii ki). Annesine “anne, ben hangi dondurmayı seviyor(d)um?” diye soran çocuk aslında “benim davranışlarımı sınırlandır, ben bu kadar seçenek arasından seçim yapacak yeterliğe henüz sahip değilim” demeye çalışıyordur. Hatta Rousseau’nun dediği gibi eğitim bir (davranış) sınırlandırma işidir. Sınırlandırma olmadığında insan kendini büyük bir karmaşanın içinde bulur. Hatta bir adım daha ileri gider ve davranışı dışarıdan sınırlandırılmadığında, kendi kendini sınırlandırır ve bunu büyük bir keyif ve gururla yapar. Biz ona “kişilik” deriz. Kişiliğin temel işlevi kişinin davranışını sınırlandırmasıdır. Böylelikle kişi her seferinde ne yapacağını düşünmek zorunda kalmaz. Topu kişiliğine atıp, “öyle” davranmayı seçer. Kişilik o kadar işe yarar bir şeydir ki, ona uymak da, bazen ona uymamak da size keyif verir. Yani o sizi sınırlandırdığında da, siz onun (kişiliğinizin) sınırlarını aştığınız zaman da keyif veren, sizi mutlu eden bir ruhsal aygıt haline gelir. Eskiden bu tür eşyalar için “her eve lazım” denirdi. Hakikaten kişilik her eve lazım bir şeydir.
Kişi bu kadar sınırlama karşısında ne yapar? Bu da insan evriminin sonraki aşamasıdır. Harari bunun için Homo Deus’u (tanrılaşan insan) öngörür. Gidişata bakılırsa, doğrudur da. Bu gidişatın ardındaki dürtü için doğru tanım, homo peritus olmalıdır. Peritus “usta olan, ustalaşan” demektir (burada kastedilen anlamın papazlara verilen unvan gibi tarihsel anlamlarla ilişkisi yoktur). İnsan sınırlandırdıktan sonra (bu sınırlamalar ve sınırlanmaların üstünde) ustalaşmak ister. Ustalığın özellikleri ise başka bir konudur.
Harari işine gelen sorulara işine gelen cevapları veriyor, genelde bilimin yaptığı gibi. Oysa olaya Biruni gibi harbi, hasbi ve hamasi (burada sapiens doğrudur: “bilmek isteyen insan”) cevap verdiğinizde, insanın homo capiens ve daha sonra homo peritus olmaya çalıştığını söylemek gerekir. İnsanın homo sapiens ve homo deus olduğunu söylemek bile onun capiens olmasının bir sonucudur: hem kendini bu yönde tutar, hem de başkalarını.
İnsanın sınırlandırmaya…
İnsanın sınırlandırmaya ihtiyacı konusundaki fikirlerinize katılıyorum. Ben de benzer şeyleri salgın sürecinde zamanın sınırlarının ortadan kalkması ile düşünmüştüm. O sürece de zamanın çölleşmesi adını vermiştim. Malum çöl de çok geniştir ama insan çölde yaşayamaz. Halbuki onu sınırlandıran duvarların arasında kendini güvende hisseder. Salgın sürecinde bizlerde o sınırları kaybettik ve o geçen süreler sanki hiç yaşanmamış gibi koca bir boşluk olarak aktı geçti.
Ama hocam insan oğlu…
Ama hocam insan oğlu dediğiniz gibi olmakta haklı. Evrim bunu gerektirmiştir ve insan için en eknomik olanı (şimdiye kadar) budur. Yoksa yaşamını sürmekte zorlanırdı ve hatta diğer insan türleri gibi yok olabilirdi. Insanın belirli bir kapasitesi vardır vardır ve elindekileri onunla başaçıkabileği kadarla sınırlandırmaya çalışır. Sınırlandırmasaydı neye yarardı ki? Selamlarımla.
Doğru bilgi tek şartımmış…
Doğru bilgi tek şartımmış gibi kendimi sınırlandırırken sadece ön şartlarımdan birini fark ettiğim bir yazı oldu. 'kişilik' kavramının ise hiç bu şekilde tanımlandığına denk gelmemiştim. Yaşadığımız dünyada bizzat uygulayıcı, faili olarak gerçekçi bir tanımla karşılaştım. Kaleminize sağlık hocam....
yalın bir bilme arzusuna…
yalın bir bilme arzusuna sahip olmamak çok hevesimi kırıyor bilmeye karşı. işime yarar, anlatırım diye öğrendiğim bilgiler patır patır dökülüyor. bir çoğu da temelsiz ve doğruluğu olmayanlardan oluşuyor. saf bir bilme arzusu istiyorum rabbimden! teşekkür ediyorum kıymetli Hasan hocam
Yeni yorum ekle