2021 yılında uygulanacak asgari ücrete yüzde 21.56 oranında zam yapılması kararı geçenlerde açıklanmıştı. Asgari ücret, adından da anlaşılacağı üzere bir insanın çalıştırılabileceği en düşük ücreti ifade ediyor. Belirlenen rakamın altında bir insanın çalıştırılamayacağını yasal olarak karara bağlamış oluyor. Çalışanlar için bir alt limitin belirlenmiş olması şüphesiz önemli. Ancak belirlenen ücretin çalışma hayatımızın kayıt altında olan kısmında geçerli olduğunu belirtmiş olalım. Kayıtdışı çalışmak durumunda kalan pek çok insan maalesef bu rakamın da çok altında çalışıyor, çalışmak zorunda kalıyor. Emeklilerimizin büyük kısmı da asgari ücretin altında bir rakamla geçinmeye çalışıyorlar. Bu açıdan bakıldığında hem çalışma hayatımızın kayıt dışı bölümü, hem belirlenen asgari ücretin düzeyi hem de maalesef en alt limiti belirlemesi gereken ücretin çalışma hayatının çok önemli bir kesimi için doğrudan standart ücret olarak yürürlükte olması basit bir ekonomik gösterge olarak düşünülmemeli. Konuşma içerisinde bu kadar kolay geçen ekonomik rakamlar aynı zamanda kendileriyle beraber hükmedici bir yaşam formunu da taşıyorlar.
Ekonomi yönetimimizin ve ekonomik gerçekliğimizin nasıl olduğunu gösteren bu veriler aynı zamanda toplumsal hayatımızın ikincil bölüşüm sürecinin hangi ilkeler, ilişkiler ve tercihler üzerinden şekillendiğinin de ipuçlarını veriyor. Bilindiği üzere çalışanlar açısından 2021 yılı için gündem asgari ücretlilerin ne kadar zam alacağıyla sınırlı değildi. Aynı zamanda milyonlarca kamu emekçisi de 2019 yılında Toplu Sözleşme sürecinin neticesinde 2021 yılı için belirlenen yüzde 3+3’lük artışla yeni yıla girdi. 2021’in iki altı aylık dönemi için belirlenen yüzde 3’lük artışlara ilgili sözleşme gereği gerçekleşen enflasyon farkı eklenecek. 2020 yılında enflasyonun resmi rakamlara göre yüzde 14.60 olarak gerçekleşmesi kamu çalışanlarının Ocak ayı itibariyle ilk altı ay için alacakları zam oranını da belirlemiş oldu: Yüzde 7.36. Bu rakamın şüphesiz kendi başına bir anlamı yok. Rakamın ne anlam ifade ettiğini ancak dile geldiği bağlamdan hareketle anlayabiliriz. Yani rakam hangi sosyo-ekonomik gerçeklik içinde dile geliyor, değerlendirmek için o gerçekliği dikkate alarak yol almalıyız.
O yüzden bu rakamlardan hareketle bir kaç hususa değinmemizde fayda var. Birincisi enflasyon hesaplama sistematiğinde yapılan değişikliklerle rakamların düşürülmesi. Ancak ekonomide mesele, rakamlara yaptığımız müdahaleler üzerinden bir takım sonuçlar elde etmekle sınırlı değil. Olanı başka türlü göstermenin, olana ilişkin verileri, oyunun bir anlamda kurallarını değiştirerek, daha düşük çıkarmanın ne gerçekliği değiştirme gücü var ne de böyle yapmanın devlete ve millete faydası var.
İkincisi son bir yıl içinde ekonomideki gelişmeler reel enflasyonun açıklanan rakamın çok üzerinde olduğunu gösteriyor. Nitekim genel kamuoyu algısı da bu yönde. Temel tüketim maddelerinde fiyat artışının yüzde 50’leri geçtiği bir düzlemde bir hesaplama taktiği üzerinden rakamın düşük gösterilmesi bir şey ifade etmiyor. Vergi artış oranları, döviz kurundaki değişiklik oranları zaten tek başına kamu çalışanlarının alacağı zammın nasıl gerçeklikten bağımsız olduğunu teyit eder niteliktedir.
Üçüncüsü, bilindiği üzere enflasyon farkının maaşlara yansıtılması hesaplama tekniği açısından da zam olarak kabul edilemez. Zira enflasyon farkı çalışanlara dönük maaş artırımından ziyade kayıpların telafisi anlamını taşımaktadır. Ancak yukarıda belirtildiği gibi enflasyon oranının belirlenmesinde tercih edilen hesaplama sistematiği rakamı düşük çıkardığından çalışanlar için bırakın zam almayı kayıpların telafisi de imkânsızlaşmaktadır.
Dördüncüsü, asgari ücrete yapılan yüzde 21’lik zam ile memur maaşları için belirlenen rakam çalışma hayatımızın ücret merkezinin ortalarda kümeleşme yerine aşağılarda yani asgari ücrete doğru kümeleşme seyrinde olduğunu çarpıcı bir şekilde önümüze koyuyor. Oysa tam tersine zaten düşük düzeyde olan kamu çalışanlarının ücreti arttırılması gerekirken ve asgari ücretin de buna yaklaşacak şekilde yükselmesi için ekonomi politikalarının yürütülmesi gerekirken maalesef asgari ücrette eşitlenme gibi trajik bir süreç izliyoruz.
Nitekim Türk-İş tarafından periyodik şekilde yapılan “Açlık ve Yoksulluk Sınırı” araştırması bugün konuştuğumuz rakamların neye karşılık geldiğini açık bir şekilde önümüze getiriyor. Kasım 2020 araştırmasına göre ülkemizde açlık sınırı 2.516,67 TL, yoksulluk sınırı ise 8.197,62 TL’dir. Bilindiği üzere açlık sınırı “dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı” olarak tanımlanmaktadır. 2021 yılı için asgari ücretin net 2 bin 825 lira 90 kuruş olarak belirlendiğini dikkate aldığımızda milyonlarca insanın açlık sınırında bir ücretle geçimini sağlamak durumunda kaldığını görebiliyoruz. Diğer taraftan “gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı” üzerinden tanımlanan yoksulluk sınırına baktığımızda ise ülkemizde çalışanların kahir ekseriyetinin bu sınırın altında bir ücretle çalıştığını tespit ediyoruz. Dolayısıyla bu rakamlar üzerinden bakıldığında çalışma hayatımız “yeterli hayat standardında yaşayabilmek için gerekli olan minimum gelir miktarı” olan yoksul sınırının altında bir ücretin geçerli olduğu daha da vahimi bu ücretin yoğunluk merkezinin yoksulluk sınırı değil açlık sınırı olduğu gerçeğidir. Gelir dağılımındaki adaletin/adaletsizliğin bir göstergesi de sayılan orta gelir grubunun gün geçtikçe alt gelir grubuna doğru kayması sadece ekonomik değil aynı zamanda soysal, kültürel, siyasal anlamda da güçlü yansımaları olan ciddi bir sorun başlığı olarak önümüzde duruyor.
Yukarıda değinildiği gibi günümüzün toplumsallaşma kodunda çalışmanın taşıdığı önem, alınan ücretin karşılık geldiği yaşam olanakları dikkate alındığında önemsiz bir mevzuyu tartışmadığımız görülecektir. Ücretin büyük oranda belirli olanaklarla şekillenen yaşam formlarını belirlediği dolayısıyla toplumun sosyo-ekonomik olarak belirli imkân veya imkânsızlıklarla malul hale getirildiği izahtan varestedir. Asgari ücret veya kamu çalışanlarının büyük kısmının aldığı yoksulluk sınırından ziyade açlık sınırına daha yakın duran ücret sadece belirli bir tüketim düzeyinden yoksun olmayı getirmiyor. Belirli şartlara, imkanları sınırlanmış bir hayata, bir ilişki ağına mahkumiyeti getiriyor. Yoksulluk, yoksunluk, ekonomik imkânsızlıklar kanaatkâr bir düşünce, kanaatkâr bir hayatla telafi edilecek basit şeyler olarak görülmemeli. Meseleyi el çabukluğuyla bir tür açgözlülüğe kaydırıveren yüzeyselliğe prim vermemek gerekiyor. Karakter aşındıran, kişilikleri, ilişkileri tahrip eden sert ve insandışı koşullar bu tür ücret politikalarıyla yapısal hale geliyor.
Hiçbir insanımızı namerde muhtaç etmeyecek, yoksunluk, yoksulluk girdabına sürüklemeyecek tedbirleri almak durumuyla karşı karşıyayız. Asgari ücretlilerin, onlarla arası her geçen gün kötü yönde daralan kamu çalışanlarının durumunu istatistiki verilerin gizeminde buharlaştırmak yerine reel ekonominin sert ve tahripkar gerçekliğini dikkate alarak konuşmak durumundayız. Rakamlarla, istatistiklerle baktığımızda yine çok başarılı ameliyatlar yapıldığı söyleniyor. Ancak sıkıntı şu ki hastayı kaybediyoruz.
Yeni yorum ekle