Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?Mehmet Akif Ersoy [Safahat: Yedinci Kitap]
Sisifos, Yunan mitolojisinde yer alan önemli bir figür. Efsaneye göre yeraltı dünyasında sonsuza kadar hiç durmadan kocaman bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş açgözlü, zorba ve hilekâr bir kral. O koca kayayı tam tepeye taşıdığında kaya ondan uzaklaşır ve tekrar en dibe yuvarlanır. Hatta bazılarına göre gelip Sisifos’a çarpar. Böylece sonsuz azap döngüsü devam eder.
Bir sosyoloji talebesi olarak Türkiye’de sosyoloji tarihini öğrenmeye başladığımdan beri gözümün önünde Sisifos’un hayaleti canlanıp duruyor. Bugün tüm hızıyla devam eden sosyal ve siyasi çatışmalarımızı aslında iki üç asır öncesinden tevarüs ediyoruz. Ancak tıpkı Sisifos gibi kim bilir kaçıncı kez bir yerlere taşımaya, artık yuvarlanmasın diye bir kaideye oturtmaya gayret ettiğimiz ağır yükün tekrar tekrar aşağı yuvarlanıp gitmesine mâni olamıyoruz.
Gelişme/tekâmül ancak taş üzerine taş koymakla mümkün. Her nesil kendi binasını yapmaya sıfırdan başlıyor. Çoğu zaman ancak babalarımızın, dedelerimizin yaptıklarından bile daha cılız, daha dayanıksız, daha çürük yapılar inşa edebilsek de ya redd-i miras fikrinden vazgeçemiyoruz ya bizden öncekilerin tecrübelerini öğrenip kendimize rehber edinebilmemiz için gerekli cehdi ortaya koyamıyoruz.
Bu tüm tarihimiz boyu hep böyle miydi? Tanpınar’a göre hayır! Ona göre “bütünlük ve devam” fikrini 19. Asrın ortalarından itibaren, yani Tanzimat’tan sonra kaybettik:
“Bugün umumî hayatımızda herhangi kökten bir ameliyeyi yapabilmek için lâzım gelen şartlardan âdeta mahrum gibiyiz. Bizi değiştirecek şeylere karşı ne bir mukavemet gösterebiliyoruz, ne de ona tamamiyle teslim olabiliyoruz. Sanki varlık ve tarih cevherimizi kaybetmişiz; bir kıymet buhranı içindeyiz. Hiç birini büyük mânâsında kendimize ilâve etmeden her şeyi kabul ediyor; ve her kabul ettiğimizi zihnimizin bir köşesinde âdeta kilit altında saklıyoruz.
Bir medeniyet bir bütündür. Müesseseleri ve kıymet hükümleriyle beraber inkişaf eder. Onları lüzumsuz bulmaz, şüphe de etmez. Nasıl elimiz, ayağımız, kulağımız bulunduğunu düşünmeden bu uzuvlarla yaşarsak onlarla öyle yaşarız. Hakikî taazzuv da budur.
Umumî hayat değiştikçe, medeniyet de müesseseleriyle ve kıymet hükümleriyle değişir. Bazan bunların bir kısmını tasfiye eder. Fakat bütün bu değişiklikler insanla beraber olur. Küçük, büyük buhranlar, anlaşamamazlıklar, huzursuzluklar, sıçrayış devirlerinde ihtilâller, teknik terakkiler, keşif veya tabiî inkişaflar bu tasfiyeleri yapar. Garp'ta ortaçağ insanı, rönesans insanı, makine sanayi'i devrinin insanı, bugünün insanı medeniyetiyle, müesseseleriyle beraber teşekkül etmiş şe'nî ve tarihî vakıalardır.
Biz de eski medeniyetimiz içinde böyle idik. Selçuklular devrinde Anadolu kapılarını zorlayan insanlar, yeni vatanı benimseyen ilk kurucu nesiller, Osmanlı fâtihleri, bütün siyasî düzensizliklerine rağmen bize Itri'nin dehasını ve Nailî'nin dilini veren, zevkimizin o tam inkişaf ve istikrar devri onyedinci asır sonunun insanı elbette birbirlerinden çok farklıydılar.
Fakat aynı zamanda birbirlerinin devamıdırlar da. Vâni Efendi'de Zembilli Ali Efendi, Zembilli Ali Efendi'de ilk İstanbul Kadısı Hızır Bey, Bursalı ismail Hakkı'da Aziz Mahmud HUdaî, Hüdaî'de Üftâde, Üftâde'de Hacı Bayram, onda Yunus Emre, Yunus'ta Mevlânâ aynı ocağın ateşiyle devam ediyordu.
Bütün bu insanlar ne kendilerinden, ne de bir evvelkilerden şüphe ediyorlar, hayatı, düşünceyi, kendilerini idare eden değerleri kudsî bir emanet gibi kabul ediyorlar, aralarında nesil farklarını tabiî buluyorlardı.
Onlar parçalanmış bir zamanı yaşamıyorlardı. Hâl ile mazi zihinlerinde birbirine bağlıydı. Birbirlerini zaman içinde tamamladıkları İçin, gelecek zamanları da, kendi düşünce ve hayatlarının muayyen olmayana düşen bir aksi gibi tasavvur ediyorlardı.
O kadar ki onsekizinci asırda yaşayan Kul Hasan Dede, onbeşinci asırda yaşamış olan Eşrefoğlu ile, sanki aynı şehirde ve aynı tekkede imişler gibi kavga edebiliyorlar, duygu ve hayat görüşü itibariyle o kadar başka türlü olan Nedim, Fuzûlî'nin bir mısra'ıyla kendi sansüalitesini anlatıyor, birbiri arkasından gelen nesiller, Hallaç'ın haksız yere dökülmüş kanını dava ediyordu. Hülâsa fikirler, imanlar büyük bir aile mirasının torunlarda genişlemesi gibi, aynı köklerden dalbudak salıyordu. Hayat, bir ve bütün, insanıyla beraber sürüp gidiyordu.
Böyle olduğu için de bir yere konan taş, iki üç nesil sonra behemehâl bir bina oluyor, insan zamanına girmekle kazandığı şahsiyetini etrafına kabul ettiriyordu.
İşte Tanzimat'tan sonraki senelerde kaybettiğimiz şey bu devam ve bütünlük fikridir.
Peki, böylesine bir kırılmayı işaretleyen Tanzimat döneminde neler oldu şöyle bir özetlemeye çalışalım:
19. asrın başlarında önce III. Selim, sonra II. Mahmud ile başlayan Batılılaşma/modernleşme çabaları sanki artık batı orduları karşısında tutunamayan ordumuzun ıslahı için –biraz da panik halinde- girişilmiş çabalar gibi görünüyor.
III.Selim’in Nizam-ı Cedit (Yeni düzen) adını alan ıslahatları kapsamında yeni bir askeri teşkilatlanma modeline geçtiğini, bu ocağın masraflarını karşılamak üzere İrad-ı Cedit adında bir ödenek ayırdığını, yeni yapılanmada yetişecek askerlerin eğitimi için Fransa’dan subaylar getirttiğini, yabancı dil ve batılı kültür hareketlerinin öğrenimine önem verdiğini tarihten öğreniyoruz.
Girişilen “ıslahatın” beklenen neticeleri tam olarak vermediği düşünülüyor olacak ki II. Mahmut dönemi batılılaşma ibresi biraz daha yukarı çekilerek ıslahat hareketlerine hız verildiğini görüyoruz.
II. Mahmud döneminde askeri alanda Nizam-ı Cedit tasfiye edilerek yerine Sekban-ı Cedit ordusu kuruluyor ve 1826 yılında, artık ıslah edilemez olduğu düşünülen yeniçeri ocağı radikal bir kararla kaldırılıyor, yerine “gavurlaşma” eleştirilerini yumuşatma adına “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” ismi verilen yeni bir ordu kuruluyordu.
Artık iyice batıcı bir çizgiye giren devlette “alaylıların” önü yavaş yavaş kapatılırken “modern” eğitim tornasından geçenlerin yolu açılıyordu. Mesela, alınan kararlarla sadece Deniz Mühendishanesi mezunlarının kaptan olabilmesine izin verilecekti.
III. Selim devrinde askeriye içinde başlayan Batıcı reformlar, II. Mahmud döneminde kışlaların sınırlarını aşıp sivil bürokrasiye de uygulanmaya başlıyor, Divan örgütü kaldırılarak modern bakanlıklar kuruluyor, Devletin verdiği görevler sırasında edinilen mal varlığının kamuya ait sayılması ve istenildiğinde el konulabilmesi anlamına gelen müsadere sistemi sonlandırılıyordu. Memurlar için kıyafet zorunluluğu getiriliyor, padişah portreleri devlet dairelerine asılmaya başlıyordu.
Doğrudan sivil toplumu etkileyecek reformları da bu devirde görüyoruz. Posta ve karantina örgütünün kurulması, ilk nüfus sayımının yapılması, medreselerin yanında çağdaş eğitim veren okullar açılması, hatta ilköğretimin zorunlu olması II. Mahmut dönemine rastlar.
Artık devletin dümeni tamamen batıya çevrilmiştir. Memur yetiştirmek amacıyla Mekteb-i Maarif-i Adliye, Harp okulu, Tıp okulu gibi okulların yanısıra “Tercüme odası” adı ile ilk yabancı dil okulu açılır ve eğitim amacıyla Avrupa’ya ilk kez öğrenci gönderilir.
Zamanın ruhu –veya şartları- gereği bu reformlar için ilmiyye ve kalemiyye sınıflarının fikirleri sorulmamış, onayları alınmamış, değişiklikler tepeden inme şeklinde uygulanmıştır. Halkın zaten ne fikir sahibi olması söz konusudur ne de görüş bildireceği mekanizmalar mevcuttur.
İşler yolunda gitmemektedir. Reform ihtiyacı ortadadır. Ondokuzuncu asır Osmanlı’nın siyasal restorasyon asrıdır. Bu konuda hemen herkes hemfikirdir. Mesele bu restorasyonun hangi ilkeler çerçevesinde yapılacağında düğümlenir.
Her etki bir tepki doğurur. Bu hadsiz hudutsuz batılılaşma sevdası da kendi tepkisini doğuracaktır.
Sultan Abdülmecit’in meşhur sadrazamı Mustafa Reşit Paşa, sefaretlerde yetişmiş, önemli bir diplomattır. Belki de halkta ve aydınlar arasında karşılığını bulamadığı için yeterince mesafe alınamadığını düşündüğü devleti modernleşme faaliyetlerine yerli ve dini bir dokunuşla hayat öpücüğü vermek gerektiğini düşünür. Bu iş için “keşfedip” yetki verdiği Ahmet Cevdet Paşa bahsettiğimiz tepkinin tecessüm ettiği önemli simalardan birisi olacaktır.
Geri dönüp baktığımızda Tanzimat döneminin aydın bürokratlarının çok iyi yetişmiş, doğuyu ve batıyı bilen, hem doğudan hem batıdan birkaç lisana hâkim kimseler olduğunu görüyoruz. Ahmet Cevdet Paşa da o devrin nitelikli devlet adamları arasında parlayan yıldız bürokratlarından biridir. Medrese kökenlidir, Arapça ve Farsçayı çok iyi bilir. Kadılık yapmıştır. Hukukçu, eğitimci, tarihçi, edip bir bilim adamıdır. Tabi böyle nitelikleri haiz birinin batılılaşmaya vereceği tepki, cahilane, avami bir tepki olmamıştır. Ahmet Cevdet Paşa özü korumak suretiyle biçimsel modernleşmeye muhalefet etmemiş, hatta öze taalluk etmedikçe biçimsel değişiklikleri teşvik etmiştir. Özü, yani kadim ilkeleri anlamak ve muhafaza etmek için bireysel aklı önemseyen, onu kollektif akıl karşısında “ezdirmeyen” bir tutum almıştır.
1865 yılında kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti de Tanzimat modernleşmesine karşı oluşan tepkinin merkez üslerinden birisidir. Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Ali Sururi, Ebuzziya Tevfik gibi isimler kendi aralarında tam bir fikir birliği tutturamasalar da çeşitli cephelerden tepkilerini ortaya koyarlar.
Tanzimat modernleşmesine itiraz edenlerin anlaşamadıkları noktalar çoktur. Mesela Ahmet Cevdet Paşa devlet eliyle gerçekleşecek bir yenileşmenin peşindeyken Yeni Osmanlılar Cemiyetinin mensupları halk eksenli bir reformun gerekliliğini müdafaa ederler. Laiklik konusunda birbirleriyle anlaşamazlar. Mesela, Ziya Paşa ile Namık Kemal, din ve devlet işlerinin ayrılmasını doğru bulmaz. Rejim konusunda da görüşler farklı farklıdır. Ahmet Cevdet Paşa koyu bir monarşisttir.
Bütün bu fikir ayrılıkları bir tarafa, İlber Ortaylı’nın deyimiyle “Abdülmecid Han gibi insan sarrafı bir genç hükümdar devrinde Türkiye İmparatorluğu’nun dâhi bürokratları Osmanlı mülkünün badireden kurtaracak reformları mektepli medreseli asker sivil bir arada yaparlar.”
Peki, bu tepkileri doğuran aşırı batılılaşma hareketlerini savunan kimse kalmamış mıdır? Elbette kalmıştır. O cephenin en öne çıkan siması da Şinasi’dir. İşin garibi Şinasi de, Mustafa Reşit Paşa’nın eğitim için Avrupa’ya gönderdiği kişilerden birisidir. Devlet eliyle başlatılan resmi batılılaşma sürecini hürriyetçi ve sivil sahada savunan bir isim olarak karşımıza çıkar.
Şinasi batılılaşmayı bir reform çabası olarak görmekten öte bir medeniyet değiştirme projesi gibi görür. Zihniyetten, dinden, gelenekten, hayat tarzına kadar ne varsa her şeyi değiştirmek gerektiğine inanır. Adeta Fransız aydınlanmacılığı ve laikliği esas alan yeni batı dinin misyoneri gibi bir tavır takınır.
Halkın “şuur” kazanmasıyla mümkün olan bir batılılaşmaya inandığı anlaşılan Şinasi’nin Agâh Bey ile beraber 1860 yılında ilk sivil Türk gazetesi olan “Tercüman-ı Ahval”i çıkartmış olması tesadüf değildir. Edebiyatı halkı “uyandırmak” için bir araç olarak görür. Yayıncılık yapar. Montesquieu, Rousseau ve Hugo’nun önemli eserlerini basar. Gazeteciliği Şinasi’nin yanında başlayan Namık Kemal ve Ali Suavi’nin ondan koparak onun tam karşısındaki cephede yer almaları da ilginçtir.
19. asrın sonlarına doğru tarih sahnesine çıktıkları halde adları bu önemli aydınlarla beraber anılması gereken üç önemli düşünürümüz Sait Halim Paşa, Prens Sabahattin ve Ziya Gökalp’tir.
Sait Halim Paşa’nın Ahmet Cevdet Paşa çizgisini 20. Asra taşıyan bir isim olduğu söylenebilir. Islahcı ve sosyal evrimci bir perspektiften modernleşmeyi, Batı hayranlığına, Frenkleşme yahut alafrangalaşmaya indirgeyen anlayışla şiddetle mücadele eder. Ona göre Osmanlı’nın Batılılaşma sorunu aynı zamanda “aydın ve yönetici sorunu”dur.
Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin Türk sosyolojisinin iki kurucu ismi kabul edilir.
1860’larda Ahmet Cevdet Paşa – Şinasi kutupları arasındaki karşıtlığın özellikle iktisat ve ideal devlet anlayışı konusunda bir benzerini 20. Asrın başlarından itibaren Gökalp – Prens Sabahattin kutupları arasında görürüz.
Prens Sabahattin bireyi esas alan bir toplum görüşünün ve Anglo-Sakson tarzı bir liberalizmin savunucusu olmuş, zamanın ilerisinde sayılabilecek değerlendirmelerle, özellikle iktisat sahasında ciddi bir zihinsel dönüşüm önermiştir. Le Play’in öğrencilerinden ve Science Social dergisinin yöneticiliğini yapan Edmond Demolins’ten etkilenmiştir. Zihni özellikle iki temel kavram üzerinde durur “adem-i merkeziyet” ve “teşebbüs-ü şahsi”.
Ziya Gökalp -düşünce hayatında zikzaklar görülse de- toplumcu, kamucu bir anlayışta karar kılar. Durkheim’dan çok etkilendiği görülmektedir. Ahlak, din, estetik kuralları ve idealler gibi sübjektif ve “hissi” değerleri kendi ortaya attığı “hars” kavramı altında toplarken, bilim, sağlık, ekonomi, bayındırlık, teknoloji gibi “aklî” konuları “medeniyet” başlığı altında inceler. Uluslaşma ve Türkçülük konularında ortaya koyduğu fikirler yeni kurulacak cumhuriyetin de ideolojisini temellendirecektir.
19. asır, şuursuzca Batılılaşma/modernleşme karşısında Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük ideolojilerinin birbirleriyle yarıştığı bir asır olmuştur. Siyaseti, ideolojiyi ve toplum mühendisliğini değil de ekonomiyi ve bireyi önceleyen liberal görüşler, dehşetli bir ideolojiler savaşının cereyan ettiği bu zamanda kendilerine pek de yer bulamamışlardır.
Bugün siyasete baktığımızda, kabaca İslamcı, Batıcı ve Türkçü olarak tavsif edebileceğimiz üç ana partiyi ve cılız seslerini ancak bu ana akım partilere eklemlenerek duyurabilen liberalleri hemen tespit edebiliyoruz. 19. Asırda başlayan mücadelenin bugüne uzayan uçları gayet aşikâr görünüyor. Ne yazık ki bundan yaklaşık yüz elli sene evvel başlayan gayet nitelikli, alt yapısı sağlam, entelektüel tartışmaların ve acı tecrübelerin üzerine çoktan görkemli fikir sarayları inşa etmiş olmamız gerekirken elimizde başımızı sokabileceğimiz kulübeler bile bulunmuyor.
Sisfos’un kayası sürekli aşağı yuvarlanıyor ve biz maalesef taş üzerine taş koyamıyor, her şeye her an yeniden ve baştan başlıyoruz.