Kali yuga* diyor Hindular. Eskiler de ahir zaman der. Kötü zamanlara denk geldik. Demek ki coğrafya kadar zaman da bir kadermiş. İnsanlığın hem bilim, teknoloji, konfor olarak hem de vahşet, zulüm, adaletsizlik ve sömürü bakımından en gelişmiş vaktindeyiz.
Tarihin başlangıcından beri adaletsizlik, zulüm, vahşet hep olageldi. Ancak daha aşağılık daha kötü daha korkunç, daha vahşi bir şeyi kıyamete dek artık kimse yapamayacak. Bundan kötüsü mümkün değil. Hastaneler, ibadethaneler, okullar, vurulmama teminatı verdikleri sivil konvoylar, hasta nakil konvoyları, bebekler, yaşlılar hülasa canlı ne varsa katlettiler. Bazı kavramların bazı markalarla özdeşleştiğini görmüşüzdür. Kağıt mendile nasıl ki “selpak” diyorsak “İsrail” denilince artık “kötülük” kavramı anlaşılacak.
7 Ekim 2023’te “el Kassam”ın “Aksa Tufanı” operasyonu ile başka bir çağa uyandık. Çoğumuz gibi ben de büyük saldırıyı önce tam olarak anlayamadım. Bir süre daha tam olarak anlayamayacağız. Coşkuyla “İsrail’in sonu geldi, Kahrolsun İsrail” gibi düşüncelere kapılmadım. Açık söylemek gerekirse “Aksa Tufanı” ABD ve İsrail kontrolünde Gazze’yi haritadan silmek, oradaki sorunu “kökten çözmek” için bir meşruiyet zemini oluşturmak üzere kullanılacak bir operasyon olma ihtimalini güçlü buluyorum. Bu yaklaşım doğru mu, bilemiyorum. Ancak süreç bu minvalde devam ediyor. Dünya kamuoyu önce “Hamas sivillere saldırdı. İsrail’in meşru müdafaa hakkıdır.” şeklinde konuya yaklaştı. Başta ABD olmak üzere AB ülkeleri politikalarını bu zeminde belirlediler. Doğu Akdeniz’de enerji potansiyeli ve Suriye, Irak, İran, Suudi Arabistan, ABD, İsrail gibi devletlerin bulunduğu bir bölgede yaşanan bu büyüklükteki bir hadiseyi tek başına Filistin direnişi ile anlamak mümkün müdür? Bunu bilemiyorum. Uzmanları muhakkak bu meseleyi doğru biçimde analiz etmeye çalışacaklar ve bize anlatacaklardır. Ben daha ziyade şahit olduklarımız bizde hangi duygu ve düşünceleri uyandırdı, buna dikkat çekmek istiyorum.
İnsanlık ilk kez dijital medya vasıtasıyla naklen bir soykırıma şahit oluyor. Peki, bu sırada dünyada sivillerin yaşamı tehdit altındayken harekete geçeceği düşünülen BM, AB, Lahey Adalet Divanı, UNICEF gibi örgütler bu “naklen soykırım” karşısında ne yaptı? Hiçbir şey. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres birkaç twit attı sade vatandaş gibi. ABD ve AB ülkeleri soykırıma açıktan destek oldu. Ve “naklen soykırım” başta ABD ve AB üyesi ülkelerin açık desteğiyle tüm vahşetiyle sürüyor.
BM ve NATO marifetiyle daha önce Irak’a Afganistan’a Suriye’ye nasıl barış ve demokrasi getirdiğine hepimiz yaşarken şahit olduk. Srebrenitsa’da Barış Gücü himayesinde nasıl katliam yapıldığına hepimiz şahit olduk. Hepsinde de terörizm, sivillerin korunması gibi gerekçelerle harekete geçmişlerdi. Hala bu coğrafyalarda kan, gözyaşı ve zulüm çeşitli tonlarda devam ediyor.
Aynı BM’nin, AB’nin Doğu Türkistan’daki, Myanmar’daki sivilleri umursamadığına da bu çağda şahit olduk. Sanıyorum ki çağımızın muktedirleri kar-zarar analizi yapıp maliyetlerini kurtaramadıkları için buralara “barış ve demokrasi” götürmek konusunda gayet isteksiz davrandılar.
Önemli salonlarda, önemli kürsülerde, önemli insanların nutuklarında BM, AB, NATO, UNICEF gibi paravan örgütlerin nasıl yer bulduklarını, bu örgütlerin son kertede “sermayenin” çıkarları dışında hiçbir şeyi umursamadığını tekrar öğrenmiş olduk.
Gazze Soykırımı birinci ayını geçti, Batı’da muktedirler değil ama halkların yavaş yavaş İsrail’e tepki göstermeye; Gazze halkına destek vermeye başladıklarını gördük. Gelecekte konu bölgede başlayıp dünyaya yayılan büyük ve yıkıcı bir savaşa mı dönüşecek yoksa insanlık bu büyük trajediyi Gazzeli bebekleri, sivilleri kurban vererek mi atlatacak, bunu bilmiyoruz.
Tıpkı Srebrenitsa’da olduğu gibi Batı’da az sayıda onurlu insan, kendi toplumlarının muktedirlerine rağmen Gazze’de yaşananların insanlık dışı olduğunu ifade ederken; Batılı medya, sermaye ve iktidar çevreleri inatla görmek istemeyenlere gerçek yüzlerini tekrar gösterdiler. İnsanlığın kurtuluşu, refahı, özgürlüğü; adalet, hümanizm gibi kavramlar yalnız Batılılar söz konusu olduğunda Batılı devletler ve örgütler harekete geçiyor. Konu İslam coğrafyası olduğunda tüm “değerler” bir anda unutuluyor. Bu ikiyüzlülük bazı haysiyetli Batılılar tarafından eleştirilirken bizim “Batıcıların” bu ikiyüzlülüğü dahi tevil ve tefsir etmeye çalıştıklarını gördük.
“Hamas terör örgütü İsrailli sivillere saldırdı.” yaklaşımının bazı kesimlerde rasyonel bir argüman gibi savunulduğunu gördük. Gazze’de yaklaşık 10 yıldır süren bir ablukanın varlığını görmezden gelip, İsrail’in 20. yüzyılda dünyanın büyük güçleri marifetiyle Filistin topraklarında sistematik işgal ve katliamlar yaptığını görmezden gelip, İsrailli işgalcileri “yerleşimci siviller” olarak görüp “Hamas durup dururken sivillere saldırdı.” demek, bir çeşit İsrail devletinin propaganda aracına dönüşmek ne kadar akıl ve vicdanla bağdaşır, tartışmalıdır.
İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği de Müslüman toplumların narkozu olmaktan başka bir işlevi olmadığını tekrar gösterdi. Arap dünyasının, İslam dünyasının tamamen ABD ve İngiltere’nin kontrolünde olduğunu bir kez daha gördük. Gazze’de bebekler öldürülürken Suudi Arabistan’ın düzenlediği Riyad’da Müzik Festivali, Kabe İmamı Abdurrahman Sudeysi’nin: “ Gazze’deki fitneye alet olmayın. Yöneticilerinizin sözlerine itaat edin. Alimlerinizi dinleyin. Size düşen duadır. Üzerinize vazife olmayan işlere karışmayın.”** sözleri zaten bildiklerimizi tekrar hatırlattı.
Süreçte tek olumlu olan şey şuydu:
Dijital medya, holokost edebiyatı ile dünyanın tüm hücrelerine sızmış Siyonistlerin maskesini düşürdü. Siyonizm’in bir Nazi devletine dönüştürdüğü İsrail’i 21. yüzyılın en vahşi soykırımcısı olduğunu tescillemiş oldu. 21. yüzyılda tarihi 20. yüzyıldaki gibi yazamayacaklar. Gazze’de yaşanan vahşet, sistematik ve hunharca öldürülen bebeklerin fotoğrafları stepteki çobana da silikon vadisindeki yazılımcıya da aynı gün içinde ulaştı. Artık tek bir söylem üretmek, tek bir algıyı kalabalıklara dayatmak ve bunun edebiyatını yapmak mümkün olmayacak.
New York Times Magazine dergisinin yazarı Jazmine Hughes, Filistin'e desteğini belirttiği bir bildiriye imza atmasının ardından "yayın politikalarını ihlal etmesi" gerekçe gösterilerek istifaya zorlandı.*** Ailesini Nazi soykırımında kaybetmiş olan Yahudi aktivist Yael Khan, İngiltere'nin başkenti Londra'da düzenlenen Filistin'e destek yürüyüşünde gözaltına alındı. **** AB ülkelerinde Gazze’ye destek için İsrail’i protesto etmek yasaklandı, gösterilere katılanlar tutuklandı. Almanya’da Gazze’ye desteklerini belirtilen futbolcuların sözleşmeleri feshedildi. Bu yaşananlar sayesinde “Batı’da hiç bizdeki gibi mi? Orada en değerli şey insan. Orada düşünce özgürlüğü var, ifade özgürlüğü var, hukuk var.” kabilinden ezberden nutukların kocaman bir palavradan başka bir şey olmadığını bir kez daha gördük.
Batılılardan çok onları savunan bazı entelektüellerin; Batı’nın geçmişinde, ortaçağ karanlığı, kanlı sömürgecilik tarihi, 1. Ve 2. Dünya savaşı gibi insanlık adına utanç verici büyük trajediler olsa da bunların artık geride kaldığını, Batı toplumlarının tüm bu kötü tecrübelerden ders çıkartarak artık hukuk, adalet, insan hakları, hümanizm gibi evrensel değerleri içselleştirdikleri dile getirdiklerine pek çok kez şahit olmuşuzdur. “Srebrenitsa’da yaşanan, Hollanda Barış Gücü marifetiyle pusuya düşürülüp Sırpların vahşetine terk edilen binlerce “Müslüman” sivili ve bunun tam da Avrupa’nın ortasında olduğunu pek hatırlamak istemezlerdi. Srebrenitsa katliamını; Avrupa’nın bir dalgınlığı, küçük bir hatası olarak görmeyi yeğlerken bunun Batı’nın gerçek yüzü olduğunu söylemenin onlara bir haksızlık olduğunu düşünüyorlardı. Ya şimdi Gazze’de yaşanan naklen soykırım sonrası ne diyecekler? Bunu da “Filistinliler de zamanında topraklarını Yahudilere satmasaymış, bugün yaşadıkları trajedinin nedeni dedelerinin sattıkları topraklardır.” gibi bir şehir efsanesini tekrar dolaşıma sokarak hafifletmeye çalışıyorlar. Aslında bu İsrail’in meşruiyetini sağlamaya çalışan bir propaganda. İsrail “İşgalci değiliz, parasını verip aldık.” dese yeridir. 2011 yılında Marmara Üniversitesinde Prf. Dr. Ahmet Tabakoğlu’nun danışmanlığında 19. Yüzyılda Filistin’de Arazi Satışları konulu doktora tezini veren Brahim BOUAZİ satılan arazinin toplam arazinin %1’ine yaklaştığını belirtiyor.***** Bu satışların da nasıl, hangi sosyolojide hangi şartlarda yapıldığına dair bir bilgisi olmadan 100-150 yıl önce dedelerin özel mülklerinden yaptıkları satışları “vatanı satmak” şeklinde propaganda yapıp bugün yaşanan trajediye dedelerinin toprak satmasının bedelini ödüyorlar diye yaklaşmak makul mü? Bugün hangi ülkenin topraklarının %1’ini parça parça alıp ülkenin tamamı üzerinde hak iddia edebilirsiniz? Bu İsrail propagandasını yükseltmek, toprakların %1’ini paranızla aldığınıza göre o topraklardaki herkesi sürüp yurtlarından atabilir, herkesi öldürebilir, her türlü hukuksuzluğu yapabilirsiniz demek değil midir?
Doğru Türkistan’da, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, şimdi tekrar Filistin’de ve tarihin büyük küçük tüm trajedilerinde kaçıncı kez “dua ve beddua suretiyle” belayı savuşturmaya çalışıyoruz? Dua ve beddua yalnızca vicdanlarımızı teskin ediyor. İnsan kendi görev ve sorumluluklarından kaçmak için dua ve beddua yoluyla sorunları Allah’a havale edip sonra sakince izlemeye koyuluyor. Bu gayri ahlaki tavır, bu cin fikirli yaklaşım Allah indinde bir karşılık bulmuyor. Aklımızın alamayacağı denli büyük trajedilerde bile hiçbir dua ya da beddua yerini bulmuyor. Belki de bu artık inananların görev ve sorumluluklarını üstlenmesi gerektiğine bir işarettir.
Evet. Yine yalnızca üzüldük, öfkelendik, dualar-beddualar ettik. Yine kaçıncı kez duaların ve bedduaların bir şeye yaramadığını gördük. Parçalanmış, yanmış bebeklerin fotoğrafları ilk gördüğümüzde hepimizi sarstı. Sonra alıştık. Dünyanın farklı coğrafyalarında tepkiler yükselmeye başlayınca yükümüz de hafifledi. Hayatımız olağan akışında devam ediyor.
“Çok başarılı ve çok güçlü değilsen bir hiçsin.” gerçeği ile tekrar yüzleştik. Adalet, fazilet, vicdan, hak, hukuk, hürriyet gibi kavramların daha uzun yıllar sadece bir retorik olarak kalacağı gerçeği umutsuzluğumuzu perçinledi. Artık anlamak zorundayız, iyi olmak iddiasındaysak çok güçlü ve çok başarılı olmak zorundayız. Aksi takdirde hayıflanmak, kederlenmek ve öfkelenmekten başka payımıza bir şey düşmeyecek.
* Kali Yuga, Hint Zaman Anlayışı'na göre maddi ve manevi yozlaşmanın doruğa çıktığı dördüncü zaman devresi. Hindu metinlerinin çoğu yorumcusuna göre Krişna’nın ömrünün sona ermesinden itibaren başlayan bu zamanda Vişnu’nun son avatarı Kali, kılıcıyla beyaz bir ata binmiş olarak ortaya çıkacak ve kötülüğü yok edecektir. Bu da bir çeşit Mesiyanik bir inançtır. https://tr.wikipedia.org/wiki/Kali_Yuga
**https://www.dailymotion.com/video/x8pigsc
* ** https://www.trthaber.com/haber/dunya/new-york-times-magazine-dergisinin…
*****https://acikbilim.yok.gov.tr/bitstream/handle/20.500.12812/312434/yokAc…
Filistin topraklarının yüzde sekseni mirî arazi, yüzde yirmi kadarı da özel mülk olan arazilerdir. İkinci bölümde incelendiği gibi devlet, yabancı Yahudilere miri arazi satışında bulunmamış ve bu tür satışı da yasaklamıştır. Yabancı Yahudilere yapılan satışlar, miktarı % 20 olan özel mülk arazilerde gerçekleşmiştir. Bunlar da fark edildiği anda devlet tarafından iptal edilmiştir. İptal edilmeyen, usulsüz olarak gerçekleşen ya da gözden kaçan satışlar, Filistin topraklarının genelinin ancak % 1 kadarı bile yoktur. Şöyle ki; 1900 yılında Yahudilerin kurdukları yerleşim merkezlerinin sayısı 22, tasarruflarında olan arazi miktarı yaklaşık 219 bin dönüm ve kırsal nüfusları ise 5.210 olarak tespit edilmiştir. Filistin'in toplam yüzölçümünün hemen hemen 30 bin kilometre kare3 yani yaklaşık olarak 30 milyon dönüm olduğu düşünülürse, 19. yüzyılın bitiminde Yahudilerin elindeki 219 bin dönümlük toprak, tüm yüzölçümün ancak % 0.73'üdür.
Yeni yorum ekle