Son günlerde bestesi Mustafa Erses, güftesi Nâdide Buluç’a ait “felek beni kul eyledi, yaktı yıktı kül eyledi” şarkısı dilime pelesenk oldu. Farklı yorumculardan onlarca defa dinlediğim şarkıyla birbirinden farklı ruh haline girip çıktım. Bir defasında ucundan yakaladığım bir duygu beni böylesi bir yazıya sürükledi.
Tahammülü kalmayan hayatların tende ve ruhta açtığı yaraları kimimiz hayatın, kimimiz de kaderin bir takdiri olarak kabul ederiz. Bu da bizi ya itaate ya da isyana yönlendirir.
Peki, insanı hayata karşı tahammülsüz kılan şey hayatın günlük rutinleri mi yoksa esareti mi? Kaçımız hayatımızı yönetme ve yönlendirme hususunda şahsi bir iradeye sahip olduğumuzu düşünürüz? Bu soruları hayatın bir yanılsama olduğu gerçeğini bir tarafa bırakmak suretiyle düşünelim lütfen.
O halde sormamız gereken soru şu; hayatı tahammülsüz kılan şey hayatın zorlukları mı yoksa bizi bu zorluklara gark eyleyen insansı tasarımların varlığı mı? Sanıyorum cevaben çoğumuz hayatın siyasi, ekonomik ve sosyal zorluklarından bıkmışlığımızı dile getirmekle yetiniriz. Ancak, bir kesim de Yaratıcının dışındaki iradelerin kulluğuna tutsak olmaktan bunaldığını ifade eder. Esasında bu ikisi arasındaki nüans gidiş gelişlerin kapısıdır aynı zamanda.
İnsanın kendi olmamışlığının farkındalığıdır aykırı olmak. Farkına varan insan zembereği boşalmış bir saat gibi darmadağın olur. Artık zamanı göstermek bir yana, yaşamı hipnotize eden tik taklı salınımları da sona erer. İnsan kimsesizliği içinde artık kendi başına yapayalnız ve belki de çaresizdir. Bu, özgürlüğün içinde yeni bir esarettir birçoğu için. Sadece bunun bir kurtuluş olduğunu fark edenler kendilerini tahammül prangasından kurtarırlar.
Yaratıcıya inat tasarım yapan bir insan zümresi vardır. Onlar Yaratıcıya olan isyanı özgürlük, sistemlerine olan sorgulamayı da anarşizm olarak kabul ederler. Yaratıcı, kullarına sonuçlarına katlanmak suretiyle bir takdir hakkı tanırken, üstün insan böylesi bir hakkı kölelerine ziyadesiyle fazla görür. O, bir Tanrı edasıyla insan yaşamını bir kader olarak tanımlar. Yoksa efendi ile köle arasındaki ilişkiyi nasıl kurgulayabilir ki? Zenginlik, güç ve iktidar nasıl biri zekâ(!) ve gayretin(!) ürünü ise fakirlik ve sefalet de o kadar kaderin bir oyunudur. Lakin sefaletin tasarım olduğu her yerde güç ve zenginlik de bir tasarımdır ve her ikisi de eşgüdüm içinde çalışır.
İnsanlar tasarım içindeki bu tasarımdan daha fazla etkilenirler. Vaat edilen bir dünyanın umutlarındansa, yaşadıkları dünyanın gerçeklerine boyun bükerler. Bu yüzden üstün insanın tasarımları insanı bir ruh gibi kuşatır. Efendi ile köle arasındaki ilişkinin kulluk ilişkisinin ötesine taşınmasının nedeni de budur. Kölenin efendisi olmadan yaşaması mümkün değildir. Bedenin azade edilmesi ruhların esaretine asla mani olmaz. Kaderi bir tasarım olarak görenler, insanların güdülmesini hayatın bir gerçeği olarak anlatır ve onları tahammül sınırları içinde yaşamaya zorlar.
Her yönüyle kuşatılmış insanın zembereği boşaldığında bir deli edasıyla psikiyatr/psikoloğa sevk edilir. Usta, zemberekteki hasara göre narin bir işçilik sergiler. Her türlü yöntemin kullanıldığı tedavi sürecinden sonra insan kendiliğinden ve farkındalığından uzaklaştırılarak rutin hayata kazandırılır. Hasta artık iyileşmiş ve normale dönmüştür. İnsan hayatındaki çıkmazların yan etkilerini gören sistem efendi ile köle arasındaki ilişkinin sorgulanması ihtimaline karşı insanların psikolojik danışmanlık almalarını doğal bir süreç haline getirir.
Zembereğin boşalmasını en alasından ebeveynlere yükleyen psikologlar geçmişe bir format atmak suretiyle insanı yeni bir tasarımın içine sokarlar. Geçmişle barışmak adına yeni bir geleceğin kapısını çalarlar. Farkında olmak, aykırı olmak, kendi olmak neden bu kadar tehlikedir ki? Zira bunların farkında olan insan her türlü engele ve imkânsızlığa rağmen kendine bir yaşam alanı oluşturabilir. Hatta bunu hayata tutunma aracı olarak bile kullanır. Bu kimi zaman sistem için bir tehlike oluşturmaz ve hayatın bir rengi olarak kabul görür. Ancak bunun bir genel farkındalık oluşturması her zaman tehdit olarak algılanır.
Yanlış anlaşılmasın, psikiyatr/psikologların insanı hayata tutundurma yönündeki mahir yeteneklerine asla itiraz etmiyorum. Sadece, insanları ortalama değerler içinde yaşama tutundurma gayretine dikkat çekmem gerekiyor. Bu süreç bir hastalığın tedavisi olmanın ötesine geçip, insanları tahammül sınırları içinde yaşamaya zorluyorsa o zaman bir sorun var demektir. Ancak, kimi insanların kendilerinin bu tahammül sınırları içinde kalmaya yönelik gönüllülüklerini de saygıyla karşılamak lazım.
Fiziksel farklılıklarını dahi bir tutunum olarak kullanan insanın, zihni farklılığının nelere yol açabileceğini kestirmek neredeyse imkânsızdır. Bu problemin tek kurtuluş yolu olan yapay zekâ her geçen gün insanın farklılığını ortadan kaldırmaya devam etmekte.
Varlığını korumaya çalışan insan tasarlanmış hayatın prangalarından kurtulup özgürleşmek için mücadele ediyor. Kimileri de özgürleşmek için kendine özgü bir tasarım yapıyor. Tasarımdan kurtulmak için yapılan tasarımların anlamsızlığı insanı yine psikologlara muhtaç ediyor. Bu defa özgürleşme yolunda yeni bir kölelik yolu açılıyor. Parasını ödeyerek terfi edilen köleliklerin sahiplenilmesi daha mı kolay acaba? Yaşam iç içe tasarlanmış hayatların bir paradoksu mu yoksa?
Ailemizden iş yerimize, arkadaşlarımızdan sosyal medyamıza, akrabalarımızdan komşularımıza, siyasetten ekonomiye onlarca katmandan oluşan tahammül halkaları insanların hayata olan tutunumlarını test ederler. Tahammül edemediğimiz ailemiz, arkadaşlarımız ve yöneticilerimiz delilik yolundaki sabır taşlarımızdır. İsyan ve anarşizmin olarak telakki edilen bu ruhsal bozukluk esasında tasarlanmış hayata olan tahammülsüzlüğümüzün ifadesidir. Sınırları yıkmak adına yaptığımız her çılgınlık bizi rahatlatacağı yerde ne yazık ki ayrı dertlere sevk ediyor.
Kendi olabilmek adına yaşanan özgürlük mücadelesinin tasarlanmamış tek yolunun Yaratıcıyı hissetmekten geçtiğini kabul etmeliyiz. Ancak sistem bunun da önüne geçebilmek adına insanın özgürleşmesini Yaratıcıya olan uzaklaşma olarak kabullendiriyor.
İç içe geçmiş tasarlanmış tahammül halkaları birbiriyle mücadele ededursun, bizler her tasarımın ilahi bir tasarım içinde var olduğunu bildiğimiz takdirde, asli bir sorunla mücadele etmediğimizin farkına varırız.
Bu şarkıdan böyle bir yazı çıkar mı? diyenler olacaktır elbet. Lakin tahammülsüzlük sendromunun semptomlarından biridir buluttan nem kapmak.
Ha bir de, zemberek ustaları tahammülsüzlüğe şifa ararken kaplumbağa terbiyecisi kaplumbağalara koşmayı öğretiyor.
Yeni yorum ekle