Türkiye’de üzerinde en az düşünülen alanlardan birisi eğitim-öğretim alanıdır. Bunun muhtemelen en önemli sebebi herkesin kendisini bu konuda yetkin görmesidir. Malesef bir şeyin önemine, anlamına ilişkin yapılan vurguyu o şeyi bilme olarak gören çarpık bir anlayışımız var. “Eğitim çok önemlidir” dendiği zaman eğitime, eğitimin niteliğine, neliğine ve nasıllığına ilişkin çok sofistike şeyler söylendiği zannediliyor. Tıpkı adaletin önemli olduğunu söylemenin adaleti gerçekleştireceğini düşünmek gibi. Oysa bir şeyin önemli olduğunu söylemenin ardından yüksek düzeyli bir zihinsel, eylemsel mücadele gelmiyorsa “önem vurgusu” bir tür manipülasyon anlamına gelir. Nitekim bu çarpık anlayışla zehirlendiğimiz için sorun alanlarımızı çözmeyi düşündüğümüzde o şeyin önemine, anlamına ilişkin vurguyu şiddetlendirmek şeklinde bir pratiğe yol vermeyi anlıyoruz. Dolayısıyla sorunları içinden çıkılmaz hale getirerek üstelik işlevsiz klişeleri tekrarlayarak yol almaya devam ediyoruz. Cumhuriyet öncesinde eğitime dair dile gelen söylem Cumhuriyetle idolojik-politik bir makyaj yemiş olmakla birlikte aynı mantık, kurgu, yaklaşım ile varlığını devam ettiriyor.
Bu açıdan bakıldığında alternatif eğitim okumalarının, bu yöndeki arayışların önemi zannedildiğinden çok daha büyük önem arz ediyor. Hem mevcudun işlevsizliği hem de olası eğitim-öğretimin organizasyon ve içerik anlamında nasıl yapılandırılacağı tartışması, arayışı; bir tür patinaj parkuruna dönüşen alanı ve alanın ilintili olduğu kamusallığımızı olumlu yönde etkilemesi kaçınılmazdır. Buna ne kadar ihtiyaç duyduğumuz geçmişten bugüne alanda değişmez gündem maddesi olan “eğitimde başarısızız” tespiti dikkate alındığında zaten görülecektir.
Eğitim-öğretim alanında ciddi anlamda problem yaşadığımız alanlardan birisi de din eğitimi-öğretimi alanıdır. Bu alan sadece modern dönemin önemli gerilim noktalarından birisi olması hasebiyle değil aynı zamanda bizim gibi radikal modernleşme macerasına giren ülkelerin siyasal mühendislik politikalarıyla aşmayı düşündükleri en önemli problematik olması hasebiyle de önemlidir. Alana ideolojik-politik reflekslerin dışında yaklaşmak sağlıklı bir tartışma için olmazsa olmaz. Bu açıdan İslami Düşünce Enstitüsü tarafından Şubat 2021’de açıklanan “Din Eğitiminde Yeniden Yapılanma” raporu üzerinde durulmayı hak ediyor. “İnsanın Anlam Arayışına Rehberlik” şeklinde iddialı bir alt başlık taşıyan rapor Diyanet İşleri Eski Başkanı Mehmet Görmez tarafından alanında uzman isimlerin katkısı ile hazırlanmış. Rapor zorunlu din dersinden imam hatip okullarına, DİB tarafından yürütülen yaygın eğitim faaliyetlerinden sivil alandaki din eğitimine uzanan geniş bir spektrumda mevzuyu ele alıyor. Dört bölümde hazırlanan raporun birinci bölümünde “Nasıl Bir İnsan, Toplum ve Gelecek Tasavvuru?” sorusu irdeleniyor. İkinci bölüm “Nasıl Bir Din-Devlet-Toplum ilişkisi?”ni tartışırken üçüncü bölümde “Nasıl Bir Eğitim Sistemi?” sorusu tartışılıyor. Bu üç bölümdeki tartışmanın üzerine oturtulan dördüncü bölüm “Nasıl Bir Din Eğitimi?” adıyla hem raporun büyük bölümünü oluşturuyor hem de alanın somut başlıklarına yer verip politika yönelimli (alternatif çözümler sunan) bir çözümleme sunuyor. Bu bölüm içerisinde “Genel Eğitim Sistemiyle Kurumsal ve Kuramsal Bütünlük”, “Yeni Bir Müfredat-Dil-Üslup”, “Nasıl Bir Değerler Eğitimi?”, “Nasıl Bir Rehberlik ve Öğretmen?”, “Din Eğitiminde Döngüsel Zayıflama ve Nitelik Kaybı” başlıkları tartışılırken geri kalan dört alt başlıkta da “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi”, “İmam Hatip Liseleri”, “Yüksek Din Öğretimi” ve “Yaygın Din Eğitimi” konuları tarihsel bir arkaplan üzerinden mevcut durumları ve bir anlamda da nasıl yapılandırılmaları üzerinde durulmuş.
Seksen altı sayfalık raporun tümünü burada etraflıca değerlendirmek mümkün değil. Genel yaklaşımını, perspektifini kısaca tartışacağım rapor, din gibi netameli alanı ele alması ve ele alan yapının ve kişilerin sivil olması önem arz ediyor. Bu yapı ve kişilerin bu açıdan takdiri hak ettiklerini belirtmeliyim. Eğitim-öğretim alanı tıpkı alt bileşeni olan din eğitimi-öğretimi alanı gibi ideolojik-politik refleksler üzerinden ele alındığı için bu tarz indirgemeleri aşan her girişim değerlidir ve eleştirel değerlendirmelerle desteklenmeyi hak etmektedir. Bu yazı da bir anlamda kamuya açıklanan raporun değerlendirilme, tartışılma, eleştirilme çağrısını ciddiye alma yönünde küçük bir katkıdır. Gelelim rapora ilişkin değerlendirmelere. Yukarıda da belirttiğim üzere yazının sınırlılıkları içinde çok genel değerlendirmelerde bulunacağım. Tartışmayı zenginleştirecek ortam oluşabilirse raporun detaylarına girmek de mümkün olacaktır.
Öncelikle şunu belirtmeliyim: Türkiye’nin genel eğitim tartışmasında olduğu gibi bu raporda da “bir mesele olarak (din) eğitim” ile “(din) eğitimin meseleleri” arasındaki ontolojik fark gözardı edilmiş. Oysa günümüz dünyasında bu fark, tartışmanın konseptini ve kaderini büsbütün değiştiren çok önemli bir fark.
İkincisi, özellikle gerek mevcut DİKAB dersi ile İHL’lerin içerisinde yer aldığı sisteme ilişkin sorunsallaştırmanın teknik, tali düzeyde kalmış olması. Oysa mevzuya ilişkin esaslı bir okuma eğitim-öğretimin (din eğitimi-öğretimi de dahil) devlet tekelinde, zorunlu ve kitlesel karakterini sorgulamadan yapılamaz. Tekeli, zorunluluğu, kitleselliği konuşmadan öğretmen niteliği, ders içeriği vs. gibi hususları konuşmak yerleşik ezbere teslim olmaktır.
Üçüncüsü, bağlantılı olarak mevzuyu sivil bir alanda ve insiyatifle ele almanın paradigmatik anlamda düşünülmediği gibi böylesi bir yaklaşımın neredeyse şaibeli, gayrı meşru görüldüğü bir okuma var. Günümüz dünyasının sivil, katılımcı ve çoğulcu niteliği düşünüldüğünde sadece din eğitiminin değil aynı zamanda mevcut eğitimin en büyük açmazının bu okuma olduğu görülecektir. Dolayısıyla işin bu yönü dikkate alınmazsa devlet tekelinde yürütülecek bürokratik bir faaliyete dönüşüyor eğitim.
Dördüncüsü, eğitime özelde de din eğitimine çözüm, sorunun sıkıştığı paradigmatik evrende aranıyor olmasıdır. Böyle olunca mevzu kaçınılmaz şekilde teknik, tali bir lokasyona sıkışıyor. İçerik öyle değil böyle olsun, şu dersi ekleyelim, şu dersi çıkaralım vs.
Beşincisi, rapor din eğitimine yaklaşımda da, çözümde de tekçi bir anlayışla mevzuya yaklaşıyor. Dini hayattaki mevcut ayrışmanın, farklılaşmanın “epistemik” bir sorun olduğu ve uygun yöntem/yaklaşımla yol alınırsa sorunun çözüme kavuşacağı düşünülüyor. Oysa burada temel bir soru(n) var: Bu hükmü nasıl vereceksiniz, kim olarak vereceksiniz? Hangi insan ne demek, hangi toplum ne demek, ve hangi eğitim ne demek hele hele hangi dini eğitim ne demek? Bunu belirleyecek merci kim, meşruiyetini nereden alıyor? Özellikle bu hükmün ve icrasının devlet tarafından verilmesi olabilir mi?
Altıncısı, bir başlık olarak yer bulmuş olmakla birlikte din-devlet-toplum ilişkisinin hayati öneminin yeterli düzeyde değerlendirilmemiş olmasıdır. Tarihsel bir anlatının yer aldığı bölüm şüphesiz önemlidir. Ancak Türkiye’nin en temel sorun başlıklarından birisi hatta en önemlisi olan din-devlet-toplum ilişkisinin genel ilişkiyi, işleyişi ve şüphesiz din eğitimini bırakın ihtiyaçlara cevap verecek şekilde karşılamayı bir tür resmi hakikat anlatısı etrafında toplumu ve dini sorun eden kodifikasyonuyla çözümlemeden mesafe almak mümkün değildir. Bu açıdan eğitim tartışmamızda da diğer alanlardaki tartışmalarımızda da sorunun ana odağının burası olduğu görülmelidir. Bu alanda da hak ve özgürlükler temelinde bir dönüşüm gerçekleşmediği müddetçe mesafe almaktan bahsetmek mümkün olmayacaktır. Devletin ana aktör olduğu, toplumun, dinin gereksinimler doğrultusunda manipüle edildiği bir yapı, yapılanma içinde meselelerin çözüme kavuşturulabileceğini düşünmek mümkün olmasa gerektir.
Yedincisi, yine din eğitimine ilişkin kurulan denklemin modern/pozitivist karakterinin izaha muhtaçlığıdır. Dini hayatımıza ilişkin sorunların okul üzerinden, organize edilecek eğitim-öğretim faaliyetleri üzerinden giderileceği varsayımı modern eğitim sisteminin en büyük ve maalesef tartışılmaz varsayımlarındandır. Bu varsayımın doğruluğunu modern eğitimin tarihsel serencamı desteklemediği gibi bizim mevcut gerçekliğimiz de desteklememektedir.
Eğitim-öğretimin “kurucu”luğundan ziyade sosyal-siyasal hayatın “yansıtıcı”sı olduğuna ilişkin tezi yabana atmamakta fayda var. Neyin neyi belirlediği hayati önemde olup denklem makul bir şekilde oluşturulmadığında iş arabayı atın önüne bağlamaya kadar varabiliyor maalesef. Bu meyanda önemli bir husus raporda din eğitiminin devlet-toplum ilişkisinin nasıl yapılandırıldığıyla birlikte devletin nasıl organize edildiği, özgürlük alanlarının, sivil siyasetin, katılımın, denetimin, basının, akademinin, sivil toplum örgütlerinin niteliğinin nasıl olduğuyla yapısal bağlantısının kurulmamış olmasıdır.
Buradan hareketle eğitim tartışmamızda eksik olan ve izdüşümlerini raporda da gördüğüm bu çok temel hususla yazıyı bitirelim. Türkiye’nin kendi doğal işleyişinin en büyük terbiye edici olarak iş başında olduğu gerçeği görülmeden bir mesafe almak mümkün değildir. Zira sorunun kaynağını çözüm dışı bıraktığımızda tüm çabaların boşa gitmesi kaçınılmazdır. Hayat akışımızın, sosyal-siyasal örgütlenme biçimimizin ve işleyişimizin, kültürlenme biçimimizin ve işleyişimizdeki, ilişkimizdeki yerleşik kodların bizi ne tür bir eğitsel süreçten geçirdiğiyle yüzleşmeden bu gerçekliği bir tür “planlı eğitim-öğretim” faaliyetleriyle, kurumlarıyla düzeltmeye çalışmak mevzuyu büsbütün içinden çıkılmaz hale sokmaktır. Nitekim yukarıda da belirttiğim üzere günümüz dünyasının hususiyetlerinin farkında olmadan hayatla proje, tasarım, beklentilere uygun ürünler çıkartma üzerinden bir ilişki özü itibariyle modern/pozitivisttir hem de doğruluğu ve yanlışlığından öte akıbetinin ne olacağı tarihsel olarak sabittir.
Din eğitimi, ilgili …
Din eğitimi, ilgili bürokratların "ben yaptım oldu" yaklaşımıyla yapılmakta. "Eğitimin temel unsuru öğretmendir"demek laf cambazlığından öte bir anlam ifade etmiyor. Biz öğretmenlere eğitimde daha çok inisiyatif tanınmadıkça sadece bir robot veya figüran gibi aşksız şevksiz görevler yapılır.
Yeni yorum ekle