İnsanın Çatışma Nesnesi Olarak Üretimi-I

01 Aralık 2024

Bu yazıda; insan olarak yaratılan bir varlığın çevresinin şekillendirmesiyle nasıl tipe dönüştüğü, bu tiplerden oluşan çevreler bir araya geldiğinde ortaya çıkan toplumun nasıl sürekli çatışma ürettiği ele alınacaktır. Bu bağlamda zihnin üretimi, zihni üretilen insanın tipe dönüşmesi üzerine fikir yürütülecektir. Okurun; yazının sonunda bir tip mi bir karakter mi olduğuna, tiplerden mi karakterlerden mi oluşan bir çevrede yaşadığına dair çıkarım yapması amaçlanmıştır. Yazı boyunca zihnin oluşumu ve tipin şekillenmesi ile ilgili olarak “üretmek” kavramı özellikle kullanılmıştır. Bunun yerine oluşma, şekillenme, biçimlenme, yetiştirme kavramları da düşünülebilir. Ancak üretmek bir ürünün, bir eşyanın, aracın oluşturulması süreciyle ilgili bir kavram olduğu için, zihin ve tiple ilgili kullanılarak zihnin ve insanın bir araca bir eşyaya dönüşmesine vurgu yapılmaya çalışılmıştır.

“İnsanın Çatışma Nesnesi Olarak Üretimi” başlığında özne değil de nesne kavramının tercih edilmesinin nedenine gelince: Çünkü çatışmanın sonunda kazanan aslan payını alır. Bu da özneye düşer. Çatışmanın dilini, politikasını özne belirler, stratejiyi özne oluşturur, çatışacak olanları o ikna eder. Çatışmanın sonunda da zafere ulaşılırsa güçten, iktidardan, paradan, şöhretten aslan payını özne alır. İkna olduktan sonra mücadele etmek, çatışmak, savaşmak; gerekince malını vermek, gerekirse canını feda etmek nesnenin-neferin görevidir. Yani öznenin amacına ulaşması için nesne-araç gereklidir. Yaşarsa nesnenin payına gazi, kahraman; ölürse şehit, unvanları düşer. Nesnelerin asıl ödülü de uğuruna mücadele ettiği inanç, ideoloji, millet, devlet indinde değerli sayılmak ve öte dünyada büyük mertebe kazanmaktır. Bunlar da nesnenin payına düşer. Özne; ikna, inşa, strateji, karar merciinde olduğu için zaferden sonra hesapsız güce kavuşur. Ya da cemaatine; sabır, tevekkül, yoksulluğun faziletlerini anlatan şeyh efendinin ultra lüks yaşamı için de nesneye-eşyaya dönüşmüş müritlere ihtiyacı vardır. Bu ultra lüks yaşama sahip şeyh efendiye rıza göstermek için yüksek motivasyonlu tipler şeyhleri için canından, malından, tüm dünyalıklardan vazgeçerler. En basit en insani kararlarda bile şeyhlerinin iznini alırlar. İşte bu insan belli merhalelerden geçerek tip olur. Toplumsal çatışma bağlamında kendini ait hissettiği çevresi için çatışacak bir nesneye bir çatışma aracına dönüşür. Şeyh ise öznedir. Bu süreç, bu yapı tüm beşeri organizasyonlar için benzerdir. Özne karakter, nesne de tiptir. Cemaat, parti, örgüt gibi yapılar tip olarak üretilmiş insanlardan müteşekkildir. İstisnasız tüm beşeri örgütler- dini ya da seküler- mensuplarının tiplerden oluşmasını ister, zira bu kolay yönetim için idealdir. Bunların içinde insani fıtratını bozmayan pek az karaktere rastlanır.

Kişi, insan olarak yaratılır ve çevresi tarafından tip olarak üretilir. Sonra da çoğu insan; yaşamını tip olarak, pek az insan da karakter olarak sürdürür.

Aynı tipin özelliklerine sahip bireylerden oluşan toplum, farklı tiplerden oluşan toplum, karakterlerden oluşan toplum birbirlerinden farklı niteliktedir. Karakterlerin sağlıklı bir toplum oluşturması biraz daha mümkünken farklı tiplerden oluşan bir topluluk çatışma ve istikrarsızlık üretir. Diktatörlükle yönetilen ülkelerde hedeflense bile toplumun tek bir tipin özeliklerine sahip bireylerden oluşması pek mümkün değildir. Dolayısıyla kendi içinde çatışmacı toplumlar genellikle birbirinden farklı çevrelerin ürettiği tiplerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Farklı yaşam anlayışına sahip çevrelerin yetiştirdiği tipler kendi çevrelerine aidiyeti, öteki çevrelere karşı düşmanlığı görev ve sadakat olarak görür. Her çevre bir aşiret gibi kendi gerçeklerini kendi çıkarlarını diğerlerinin üstünde gören bir dille mensuplarını yetiştirme noktasında kararlıdır. Bu bağlamda hakikat, gerçek, erdem, ahlak gibi kavramlar öncelikli kavramlar değildir. İnsanı tipe dönüştüren, onu bir tip olarak üreten çevre -anne, baba, dede, komşu, arkadaş, öğretmen, hoca, politikacı, medya vb.- ürettiği üründe izini bırakır. O tipe birçok aktarım yapar. Bunlar bir yandan bilgi, birikim olurken bir yandan da hata, kusur, zaaf, korku, nefret, hurafe, yanlış bilgi gibi şeylerdir. Zihin-tip üretilirken genelde pek filtre kullanılmaz. Zira eğitim-öğretim hem formel hem informal hem de çevre etkisi ile gelişigüzel olarak devam eder. Aslında gelişigüzel eğitim süreci en etkili olanıdır. Çünkü burada tip uzun süreli maruz kalma yoluyla biçimlendirilir. Anadilini öğrenmeye başlayan bebek, o andan itibaren muhtelif biçimlerde sayısız kez bir grup mesaj alır. Dinlediği ve izlediği; masal, çizgi film, film, reklam, tüm televizyon yapımları benzer mesajları sayısız kez alıcının zihnine işler. Okumaya başladığı andan itibaren okuduğu hikayeler, romanlar, menkıbeler, doğru-yanlış her şey yine zihne işlenir. Formel eğitim sürecinde kendisine sistematik biçimde nakledilen her şey zihne işlenir. Mahiyetini çevrenin belirlediği ve sayısız kez, çeşitli yöntem ve araçlarla zihne işlenen bu mesajlar o kişinin yapıp edeceklerine dair bir yönerge oluşturur. Uzun süre çeşitli biçimlerde aynı ya da benzer mesajlara maruz kalan tip bunları özümser. Bu süreçte zihnine ulaşan mesajları hakikat bağlamında ölçüp tartacak bir kabiliyete sahip olmayan kişi zihnine ulaşan tüm mesajları tartışmasız doğru olarak kabul eder. Bu sırada üretici çevre içinde bulunan üretici-aktarıcıların pek azı ne ürettiğini bilen, kendi alanına hakim kimselerden oluşurken, çoğunluğu kendi alanına yönelik noksan donanımlı, tarafgirlikle malul, pek profesyonelliği bulunmayan kimselerdir. Onlar da isteyerek ya da istemeyerek tipin üretiminde aktif rol oynarlar. Dolayısıyla pek çok yanlış bilgi, düşünce, hurafe, ahlaki kusurlar, düşmanlık tipin kodlarına işlenir.

Bu noktada “Tüm zamanlarda ve tüm coğrafyalarda insanın kaderi bir tipe dönüşmektir. Bu başka türlü olmaz. Tecrübe, inanç, bilgi hülasa kültür aktarımı zorunlu olarak insanı tipe dönüştürür. Klan, aşiret, millet olma süreci böyle gerçekleşir. Aksi takdirde her çağda tekeri tekrar icat etmek gerekirdi. Dolayısıyla tüm toplumlar zihinleri üretilmiş tiplerden oluşur.” denilebilir.

Evet, bu itiraz doğrudur. Ancak bu itiraza binaen şu iki noktaya dikkat etmek gerekir:

Birincisi, “tüm toplumlarda” -her birinde farklı şiddet ve biçimde olmak üzere- bir çatışma vardır. Bu çatışmaların kimisi fikir düzeyinde çatışma şeklindeyken, kimi de toplumu tüketip yok oluşa sürükleyen biçimdedir. Düşmanca çatışma motivasyonu bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaketlerden sayılabilir. İşte tüm bu çatışmaların zemininde bilgi ve kültür aktarımıyla birlikte inanç, fikir, düşmanlık aktarımı vardır. Aslında bunlar da kültüre dahildir. Hülasa aktarım sadece olumlu unsurlar içermez. Aktarım yapılırken gayet sübjektif olan şeyler “tek ve mutlak hakikat” formuna bürünür. Sorun da burada başlar. Bu yazı yeni bir iddiada bulunmaz. Önemli bir sorunun kaynağına işaret eder.

İkincisi, her toplum kendi içinde aynı biçimde ve aynı şiddetle çatışmaz. Kimi toplumlarda çatışma silahlı bir mahiyet kazanırken, kimi toplumlarda çatışma fikri düzeyde kalır ki bunun bazı iyi sonuçlarından bahsedilebilir. Bizim gibi toplumlarda ise asırları aşan, asla bitmeyen, tüketen, çürüten bir mahiyette görünür.

Tüm zaman ve coğrafyalarda insanın inanan bir varlık olduğu, dinin insan hayatında daima bulunduğu ve bunun da mutlak hakikate inanmak iddiası ile var olduğu söylenilebilir. Bu doğrudur. Bu noktada da herhangi bir sorun yoktur. Evet, tüm zaman ve coğrafyalarda din var olmuştur. Dinin de iddiası mutlak hakikate inanmaktır. Burada soruna dönüşen şey bir insan ya da toplumun mutlak hakikate inanma beyanı, iddiası değildir. Soruna dönüşme noktası “ötekilerin” de buna inanmak zorunda olduğunu iddia etmek, “öteki” buna inanmadığı takdirde gerekirse onu etkisizleştirmek motivasyonudur. Bu bağlamda üretilecek, aktarılacak, zihinlere kodlanacak olan dil; tipi, öteki inanç ve düşünceleri yok edecek bir araca dönüştürür ve sorun budur. Yoksa her inanç tabiatı gereği “hak, hakikat, doğruluk” üzerinde olduğu iddiasındadır ve başka türlüsü söz konusu değildir.

Bu bağlamda çatışmanın biçimi-şiddeti dilin mahiyetine göre değişir. Bu dil ötekine karşı nefret kendilerine karşı mutlak hakikat, sarsılmaz inanç ile doluysa çatışma şiddete evirilebilir. Toplum birbirlerine karşı bu dil ile motive olan çok sayıda çevreden oluşuyorsa; çatışma tüketen, yok eden bir mahiyet alır. Asıl dikkat çekilmek istenen nokta budur.

Hakikatin ne olduğu sorusu binlerce yıldır, insanoğlunun sayısız kez sorduğu, sayız kez cevaplamaya çalıştığı bir sorudur. Ancak hakikat, henüz insanoğlunu ikna edebilecek şekilde açıklanamamış, bu bağlamda üretilen iddialar ispat edilememiştir. Hakikatin bu yanı bir yandan insanoğlunun çeşitli kültür ve medeniyetler üretmesini sağlarken diğer yandan da insanoğlunu bitmeyen çatışmaların konusu haline getirmiştir. Hakikat ve hayata dair cevaplanamayan soruların cevapları eğer öldükten sonra bir yaşam varsa orada ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla da ölüm sonrasına şahit olmamış hiç kimse, hiç kimseye hakikat dayatması yapamaz. Bu bağlamda tüm çevrelerin “mutlak hakikat, tek gerçek, sarsılmaz inanç” dili çatışma kaynağıdır. Bu dil yalnız varlığın hakikatini izah etme iddiasında değildir. Devamında yaşamın tüm unsurlarını, tüm süreçlerini belirleme iddiasını da ortaya koyar. İdeolojik, politik, dini bağlamda üretilen “mutlak doğru-mutlak yanlış” dili insanoğlunun kendine yaptığı en büyük kötülüklerden biridir.

Tüm çevreler zihin-tip üretirken muhakkak “bazı” gerçeklerden, “bazı” doğrulardan hareket eder. Çevre; dili, öğretiyi böyle üretir. Bazı doğrular, bazı gerçekler merkezde olmak üzere dil örgütlü, verimli biçimde kullanılır. Ancak anlatı sadece bazı gerçeklerden ve bazı doğrulardan oluşmaz. Bu anlatıların içinde duygu, düşünce, fikir, yorum, tecrübe; noksan, hatalı bilgiler, tehlikeli inanışlar, olumsuz birçok şey bulunur. Ancak merkeze oturtulan “bazı gerçekler ve bazı doğrular” hepsini örter. Sonuç olarak tüm anlatı “mutlak hakikat” diliyle tartışmasız gerçek biçiminde zihne aktarılır ve tipin sınırları çizilmiş olur. Böylelikle örgütlü dil vasıtasıyla zihin ve tip üreten çevre kendi uğruna ötekilerle mücadele edecek bir mensup kazanmış olur. Onun için üretilmiş zihnin ve tipin tümüyle yanlış-hatalı olduğu söylenemez. Bazı doğrular, bazı gerçekler merkezinde söylence, yorum, inanç, kusurlu-noksan bilgilerin mutlak hakikat şeklinde sunulması-dayatılması-kabul edilmesi; tipi, içine doğup yetiştiği çevre uğruna savaşacak, mücadele edecek, bu iddianın propagandasını yapacak yaşamını bu bağlamda sürdürecek bir araca dönüştürür.

Zihni üretilerek tipe dönüşen insandan bir eşya, bir araç gibi bahsedildiği ve bunun gerçekçi olmadığı söylenilebilir. Zihni üretilen tipin; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, dost-düşman, güvenli-riskli gibi algıları da kalıplaşmıştır. Bir robotun yapıp edeceği şeyler kodlama yoluyla belirlenir. Bunun gibi tipin de davranış biçimleri zihni üretilirken belirlenir. Tip bu kalıpların dışına çıkamaz. Kalıpları, sınırları zorladığında tip kendini kötü hissedecektir. Çünkü kendi çevresini terk etmenin, çevresine ihanet etmenin doğuracağı lanet de çevresi tarafından tipin zihnine kodlanmıştır. Bu yönüyle yukarıdaki itiraz geçersiz olur. Tip bir çeşit eşya gibidir.  Ancak her tip, belli ölçülerde giyeceği kıyafetlere -çoğu zaman kıyafetlerini de özgürce seçemez- yiyeceği yemeğe, kullanacağı eşyaya, kendisi karar verebilir. Hatırlanacağı gibi din de kıyafete müdahale eder, devlet de kıyafete müdahale eder. Yani iyi-kötü, doğru-yanlış, dost-düşman sınırları içinde gündelik yaşamına dair meselelerde kendisiyle çatışmayacak biçimde tip bir eşya gibi değil bir karakter gibi tercihlerde bulunabilir.

İnsanın; korku, belirsizlik, bilinmezlik, haz, konfor, güç gibi bazı kavramlara karşı zaafları vardır. Kimilerini çok arzular, kiminden çok korkar, kimini de çok merak eder. İnançlar, ideolojiler genellikle bu zaafları kullanarak örgütlenirler. Kullanacakları dili, propagandayı bu kavramlar çevresinde oluştururlar. Ürkütücü cezalar, cezbedici ödüller, sınırsız konfor ve sınırsız haz vaatlerini kullanırlar. İnandırıcılığı artırmak için de sıklıkla iyi, doğru, güzel, erdem, ahlak, vicdan, bilgi gibi kavramlar da ustaca kullanılır. Bebeklik çağlarından itibaren düzenli biçimde bu dile maruz kalan insanda zihin geri dönüşümsüz olarak biçimlenir. Bu çerçevede sınırları belirlenmiş zihin artık kendine has bir diyalektik bir mantık oluşturur. Artık öteki çevrelere ait argümanlar, yeni-değişik şeyler bu mantığa uyarsa kabul edilir, uymazsa reddedilir. Tip, bu kabul ediş ya da reddediş sürecinde gayet huzurludur.

Çevrenin ürettiği değer yargıları, kabuller, kariyer planları tipin sınırlarıdır. Tip, bu sınırlarda yaşadığında saygı görür, onaylanır. Bu sınırları aştığında dışlanır. Çevre bu noktada bir çeşit tanrı rolündedir. İnsanın kendisini ve hakikatini keşfetme arzusu genellikle bu tanrı ile çatışır. Bu durumda insan ya vazgeçer, kafa konforunu bozmaz; ya da dışlanmayı göze alıp yolculuğa koyulur. Tip konforu, karakter yolculuğu seçer; tip bir üründür, karakter insandır.

Tüm çevrelerde tip üretiminde mensuplar için dost-düşman, iyi-kötü, sadık-hain sıfatları belirleyiciyken dini, siyasi, ideolojik, tarihi liderler de özel bir yer tutar. Zihin-tip üretim sürecinde lider statüsü tanrı-şeytan, tanrısal-şeytani kavramlarıyla özdeştir. Dini ya da seküler çevrelere ait olması fark etmeksizin liderin insanüstü özellikleri; lideri yüceltme, kutsama ve ona olağanüstülük atfı son derece abartılıdır. Yaşayan ya da ölü dini bir lider, kimsede bulunmayan hiçbir peygamber ya da velide bulunmayan bazı hasletlere sahiptir. O seçilmiş insandır. İnsanlığı kurtarmak için gönderilmiştir. Zamanın sahibidir, müceddittir, Mehdi’dir, Mesih’tir. Ona bağlılık en önemli görevdir. Onun karşısındaki lider şahsiyetler ya şeytan ya da şeytanın askerleridir.

Din dışı çevrelerde yaşayan lider ya da ölü bir lider de benzer özelliklere hatta daha gelişmiş özelliklere sahiptir. O dâhidir, kahramandır, insanoğlunun görebileceği en yüce şahsiyettir, tarihin bu dönemine denk gelmesi, bunun bize nasip olması tarihin-hayatın bize bir lütfudur, o ezeli-ebedi önderdir. O bir insan tanrıdır. Ona karşı olan lider şahsiyetler de kötülüğün timsali, şeytani tiplerdir. Liderlik statüsü tanrı şeytan sarkacında tarafa göre değişir. Bu bağlamda akli melekelerin gelişmediği çocukluk zamanlarında bu propagandalara maruz kalan çocuk zihni için sınırlar kalın çizgilerle asla silinmeyecek biçimde çizilir.

Tiplerin yaşayan liderlere bağlılığı, bu bağlılığı yüksek sesle yerli yersiz ifade etmesi aynı zamanda “hakikat mülkünün” nimetlerinden daha çok faydalanmak, statü sahibi olmak, grup tarafından daha çok kabul görmek için verimli-zorunlu bir yöntemdir. Onun için bu çevrelerde lider övgüsü bir tapınmaya döner.

Ölmüş liderlere bağlılık ifadesi de tiplerin sık gösterdiği davranış biçimlerindendir. Ölmüş ezeli –ebedi öndere bağlılık liderden miras kalan “hakikat mülkünün” gerçek sahiplerinden olduğunu göstermenin bir yöntemidir. Statü, imkan ve nimetlere kavuşmuş tipin işlediği hata, günah ve yanlışlar gösterişli bir lider tapınması sonucunda görmezden gelinebilir. Zira lidere en gösterişli biçimde bağlılığını ifade eden, neredeyse liderine tapınan tipin hatalarını söylemek ya da onu eleştirmek lideri de eleştirmek anlamını çağrıştırma ihtimali olduğundan kimse bu eleştiriye cesaret edemez.

Dolayısıyla lider ister yaşasın ister ölmüş olsun, tipler hem gönüllü hem de belli bir amaca matuf olarak lideri tanrı postuna oturturken muarızlarını da şeytanlaştırmaktan geri durmaz.

Zihin-tip üretim sürecinde belirleyici en önemli araç örgütlü dildir. Ailenin, çevrenin, sanat çevrelerinin, medyanın, kurumların tip üretimine yönelik kullandığı “aynı mesajları taşıyan” örgütlü dil dönüştürücü-üretici bir güce sahiptir. Bu dil slogana çevrilebilen keskin, klişe ifade ve kavramlardan oluşur. Hafızada kolay kalacak, akla ilk gelen, en vurucu en etkili ifadeler anlatılarda, mesajlarda sayısız kez tekrarlanır. Bu zihnin sınırlarını, işleyiş mantığını oluşturmak içindir. Bu dilin içinde belli kavramlar tartışmasız gerçek, mutlak hakikat formuna dönüşüp kavramsal putları oluşturur. Bunlar tip için artık tanrısal-bilimsel bir hakikate dönüşür. Tipin kırmızıçizgileri oluşturulurken kavramsal putlar belirleyici olur. Şöyle bir düşünüldüğünde her kırmızıçizgi aslında tanrısal bir mahiyettedir. Bunlar kelimelere döküldüğünde kavramsal birer puta dönüşür. Bu noktada “Kırmızıçizgileri olmayan bir yaşam nasıl olur?” sorusu akla gelebilir. Her çevrenin kendine göre kırmızıçizgileri bitmeyen savaşların, çatışmaların kaynağıdır. Tüm çevrelerin, tüm toplumların, insanlığın üzerinde ittifak edeceği kırmızıçizgiler ise yaşamın koruyucusudur. Bu da mümkündür. İnsanın yaşam hakkını önceleyen prensipler çevresinde insanlığın ortak kırmızıçizgileri istenilse belirlenebilir. Bugün yalnızca egemenlerin tayin ettiği, istedikleri gibi eğip büktükleri “evrensel değerler” kavramı bu bağlamda yol gösterici olabilir. Bu haliyle yalnızca emperyalistlerin ve büyük sermaye çevrelerinin çıkarına hizmet eden bu kavram istenilse tüm insanlık için ortak kırmızıçizgi haline dönüştürülebilir.

Zihin-tip üretim süreci; basmakalıp ifadeler, sloganlar, menkıbeler, tarih yazıcılığının ürünü politik anlatılar, efsanelerdir. Ancak hepsi de anlatıcılarının dilinde “mutlak hakikat, tartışılmaz gerçektir” Çocuk muhayyilesinde anneler, babalar, dedeler, büyükler, hocalar, öğretmenler; hatasız, günahsız, kusursuz, mükemmel kimseler oldukları için de onların anlatıları kutsal, bilimsel olarak algılanır. Artık bu tipin zihni yetişkin çağlara geldiğinde aklı bir cevher olarak değil bir eşya olarak kullanmaya başlar. Zihnin emrinde bir akıl artık muhakeme, eleştiri, sorgulama hasletleri zayıflamış bir cevhere dönüşmüştür.

Bilindiği gibi akıl ve zihin birbiri ile ilgili ancak birbirinden farklı şeylerdir. Bunu şöyle örneklemek mümkündür:

Motor bir cevherdir. Belli bir sistemle çalışır ve güç üretir. Aktarma organlarını ve uygun parçaları motora monte etmedikçe motor sadece güç üretir ama herhangi bir işe yaramaz. Ona dört teker takarsanız o sizi a noktasından b noktasına götürecek bir otomobile dönüşür. Ona bir dümen ve pervane eklerseniz o bir tekneye dönüşür ve sizi denizde bir yerden bir yere götürür. Ona kanat ve pervaneler eklerseniz sizi gökyüzünde uçurur. Ona gerekli parçalar eklerseniz derin bir kuyudan size su çıkarır. Bu örnekte motor tek başına güç üretme potansiyeline sahip bir cevherdir. İstediğiniz bir araca dönüştürmek için eklediğiniz parçalardan sonra motor sizin amacınıza hizmet eden bir aracın parçasıdır. Bu aracın içinde bir cevher vardır ancak karayolunda bir aracı yürüten cevherin artık yüzme ya da uçma imkanı yoktur. Yani motor akıl, araç zihindir. Bir başka örnek verecek olursak: Anahtar da kilit de demirden üretilir. Ama açmak da kilitlemek de demirin işlevi değil, araçların işlevidir. Akıl ile zihnin ilişkisi de böyledir, zihin nasıl ve ne için üretildiyse-biçimlendirildiyse o işe yarar. Başka bir işlevi yoktur. Akıl yaratılıştan gelir ve cevherdir. Demir de cevherdir. Ancak anahtar ve kilit araçtır. Zihinse; insanın içine doğduğu çevre tarafından oluşturulur, biçimlendirilir yani üretilir. Üretim bittikten sonra o tipte akıl cevheri olmasına rağmen genellikle bu cevher diğer hasletlerini kaybeder. Bu tip, akıl cevherinin diğer imkanlarından pek faydalanamaz. Akıl cevherinin tüm imkanları kullanmak isteyen, tipten karaktere dönüşmeye çalışan, hakikat yolculuğunu kendisi sürdürmek isteyen kişi çok radikal bir kararla sancılı bir süreci göze almış demektir. Bu çoğunluğun göze alabileceği bir şey değildir. Kalabalıkların gücü karşısında hiçbir etkisi olamayacak kadar dar bir çevre teşkil eden çok az sayıda insan ait oldukları, üretildikleri çevrenin ürünü olan bir tip olmaktan çıkıp karakter olmak için bir çaba sergiler.

Tip ve zihin üreten dindar ya da modern tüm çevreler bir çeşit aşirettir. Mensupları aşirete sadakati bir görev sayar. Ötekini de kendisi için bir beka tehdidi olarak görür. Hâlbuki hayat hikayesi şu an öteki diye nitelediği başka bir çevrede başlasaydı tüm hükümleri tüm değer yargıları ötekinin kutsalları çevresinde üretilecek, şu an aidiyet gösterdiği çevreye karşı düşmanlık besleyecek, onu öteki olarak görecekti. Bunu fark etmek ancak aklın hürriyeti ile mümkündür. Ancak akıl zihnin tasallutunu kırmadan hürriyete kavuşamaz.

Tüm tiplerde görülen ortak özellik kendinden, inanç ve düşüncelerinden son derece eminliktir. Hakikatin sahibi gibi hissederler. Ötekini yanlış, yanılmış, kötü, değersiz hatta düşman olarak görürler. Ait olduğu çevrenin inancını, anlatılarını, öğretilerini, propagandalarını benimseyen tip; seçilmiş, ayrıcalıklı, en iyi, en doğru olduğuna ikna olmuştur. Tip amaca uygun üretildiğinde “ akıl, vicdan, ahlak, bilgi, birikim” olarak “en iyisi, en doğrusu” olduğuna inandırılmıştır. Tip; genellikle içine doğduğu çevre için bunun ilahi bir lütuf ya da evrenin kendisine yaptığı bir güzellik olarak kabul eder. İnancını hak, ırkını yüce, ideolojisini en iyi ve en doğru sayar. Bunu da “kendi” tercihi kabul eder. Halbuki zihni, çevresi tarafından üretilmiştir ve böyle düşünmesi hedeflenmiştir. Bu bağlamda yaşamını sürdürdüğünde de “kendisi” olduğuna inanır. Oysa kendisi olmak, karakter olmak pek az insan için mümkün olan, gayet sancılı gayet zor bir yolculuk halidir. Bunların dışında kendi hakikat yolculuğuna çıkmış insan çakıl taşları içindeki mücevher gibidir. Nadir ve değerli bir karakterdir.

Peki, bir insan nasıl kendinden bu kadar emin olabilir?

Teoloji tarihi ve ilahiyat, felsefe tarihi, bilimler tarihi bilen; teoloji, ilahiyat, felsefe ve bilim müktesebatına sahip olan bir insan ancak kendinden bu kadar emin olabilir. Tabii ki bu herhangi bir insan için pek mümkün değildir. Bunlara ve daha fazlasına sahip olmadan bu denli kendinden emin olmak ancak bir tipin harcıdır bu da cehaletin ifadesidir. İnsanın harcı, hakikat arayışını aklı ve kabiliyetleri nispetinde sürdürmek; diğer insanların da hakikat arayışında olmalarına hürmet etmektir. Bu karakterlerden oluşan toplumda çatışma değil dayanışma-uzlaşma olur. Orada medeniyet kurmak, orada adaleti mümkün olduğu kadar hakim kılmak mümkün olabilir.

Bir insan tipe dönüştükten sonra tekrar karakter olmak için ihtiyaç duyduğu cevheri içinde taşır. Bu cevher akıl ve vicdandır. Akıl, aklın hasletleri ve vicdan bir tipi tekrar karaktere dönüştürebilir. Ancak bunun için de insanın irade ve cesaret göstermesi gerekir. İrade ve cesaret gösterip akla ve vicdana dönen insan kendi hakikat yolculuğuna çıkabilir. Ancak bu oldukça zor oldukça az rastlanılan bir durumdur. Genellikle insanlar hayatı; başladıkları yerde, içine doğdukları çevrenin bir parçası olarak tamamlarlar. Başka türlüsü pek hoş karşılanmaz. Hatta bir iltifat olarak “Dün neyse bugün de o, kendisini hiç bozmadı, bravo.” ifadesine sık rastlanılır.  Hâlbuki tekâmül başladığınız yerde kalarak, hiç değişmeyerek olmaz. Bu ifade kültüre sadakat anlamına gelirken hiç gelişmemek anlamına da gelir. Değişip gelişmenin de bozulma şeklinde anlaşıldığı ifadede açık biçimde görülür. Bu bağlamda da insanların genelde pek değişmeden yaşamlarını tamamladıkları görülür.

Bir sonraki yazıda içinde yaşadığımız toplum özelinde tip üreten çevreler, kullanılan dil ve üretilen tipler üzerine fikir yürütülecektir.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
16 kez görüntülendi. 179 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.