"Amerika'da zencinin hikâyesi, Amerika'nın hikâyesidir. Hoş bir hikâye değildir"
James Baldwin kendisinin ve ülkesinin hikâyesini katledilen üç arkadaşının hayatlarıyla anlatmak istemişti. Roman olarak tasarladığı bu düşüncesini hayata geçiremedi. Ömrü vefa etmediği için sadece 30 sayfasını yazabilmişti. O sayfaların da büyük kısmı dağınık notlar ve irili ufaklı fikirlerden ibaretti. Baldwin’in kızkardeşi Gloria, Remember This House (Bu Evi Hatırla) başlıklı bu notları 2009 yılında, “Bununla ne yapacağını sen iyi bilirsin.” diyerek “Genç Karl Marx” filminin Haitili yönetmeni Raoul Peck’e emanet etti. İşte o metin, Raoul Peck tarafından düzenlenerek Ben Senin Zencin Değilim (I Am Not Your Negro) adıyla 2016 yılında çarpıcı bir belgesele dönüştü. Arşiv belgeleri, görseller, katıldığı televizyon programları ve yaptığı konuşmalardan kesitler içeren videolar eklenerek güçlendirilen metin Samuel L. Jackson tarafından seslendirildi.
Filmde sadece ABD’nin ırkçı günahları art arda sıralanıp sistemi mahkûm etme kolaycılığına kaçılmıyor. Baldwin, siyahlar kadar beyazların ruh halini de çözümlüyor, onlara ayna tutarak yüzleşme çağrısı yapıyor. Irkçı politikaların sadece siyasi değil kültürel ve toplumsal nedenleri üzerinde de duruyor, geleceğe yönelik bir projeksiyon sunuyor. Baldwin’in cılız cüssesiyle orantılı olmayan öfkeli ve coşkulu belagatiyle yaptığı konuşmalar direniş manifestosuna dönüşerek izleyicide derin iz bırakıyor. Kurgusu, “Bir yazarın ‘mutfağını’ ölümünün ardından yapılan yağmalamayı” affettirecek kadar başarılı olan filmin güçlü dramatik yapısı izleyiciyi sarsıyor.
Baldwin, ırkçılığa karşı manifesto niteliğinde bir roman yazacak ve hepsi de suikast sonucu öldürülen, Amerikalı siyah özgürlük mücadelesinin öncüsü üç yakın arkadaşını anlatacaktı: Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King. Üçü de sistem tarafından tehlikeli sayıldı ve ölmeleri gerektiğine hükmedildi. Zira ırksal karmaşanın sisinin dağılmasına rıza gösterilemezdi. Medgar Evers 1963, Malcolm X 1965, Martin Luther King Jr ise 1968 yılında silahlı saldırı sonucu öldürüldüler.
Baldwin de sistemin ciğerini okumuştu ve onlar kadar sert ve yıpratıcı idi sisteme karşı. Fakat o sürgünü ölmeye tercih etmişti. 2020 Mayısında ırkçı polislerin boynuna basarak ölümüne yol açtıkları George Floyd ile aynı cümleyi kurarak yurtsuzluğu seçmişti 1948 yılında: “Nefes alamıyorum.”
Yıllar sonra şöyle diyecekti: “Hayatımda yaptığım en iyi şey Amerika’yı terk etmek oldu. İçimdeki hiddeti kusabileceğim zamanı kazandırdı bana. En azından toplum tarafından düşmanlaştırılmadan hareket edebildim.”
Farklı tarz ve yöntemlerle de olsa Amerika’nın hikâyesiyle ve kendi acılı ve kanlı kölelik mirasıyla hesaplaşma azmindeki Medgar, Malcolm ve Martin arasındaki karmaşık bağları ve benzerlikleri sergilemek istiyordu. Üçü de aynı mücadeleyi farklı yöntemlerle yürütüyordu. Martin Luther King “Sana vurana öteki yanağını çevir” felsefesiyle sevgi ve barışı öncelerken Malcolm X, siyahlara dört yüz yıldır gaddarca davranan zalime öbür yanağını çevirmeyi siyahları savunmasız bırakmak olarak niteliyordu. Malcolm’a göre M.L. King 20. Yüzyılın Tom Amcasıydı. Keza Tom Amca da beyazlar klanının saldırıları karşısında plantasyondaki zencileri savunmasız bırakmıştı. Oysa Martin Luther King şiddeti reddetmekle hiçbir şey yapmadığını düşünmüyor, “Mücadele içinde olmayışımız, oturup hiçbir şey yapmadığımız anlamına gelmez. Kötülüğe direnmemekle şiddetli olmayan direniş arasında büyük fark vardır.” diyordu. Medgar Evers ise onların da yoluna ışık olan bir öncüydü. Çocukluğunda maruz kaldığı travmatik ırkçı-ayrımcı muameleler ve zencilerin sudan sebeplerle öldürülüp ağaçlara asılması gibi şahitlikleri onu insan hakları eylemcisi yapmıştı. 1955 yılında artık herkesin tanıdığı bir aktivist haline gelmiş, güneydeki ırkçıların dokuz kişilik ölüm listesine eklenmişti. Tüm tehdit ve evine yangın bombası atılması gibi fiili saldırılara karşın kamu kurumlarında, okullarda ve restoranlarda ayrımcılığı sona erdirmek için çabalarını ısrarla sürdüren Medgar, 1963 Haziranında aracına binerken ensesine ateş edilerek öldürüldü.
Beş yıl içinde üç değerli arkadaşını ırkçı cinayete kurban vermenin James Baldwin’e yaşattığı acı cümlelerine şu şekilde yansıyacaktı: “Ben Medgar, Malcolm ve Martin'den daha büyüktüm. En büyük çocuğun küçükler için model oluşturmasının ve elbette ilk onun ölmesinin beklendiğine inanarak büyüdüm. Onların üçü de kırk yaşını göremedi."
Belgesel, Harry Harding Lisesi'ne kayıt olan ilk siyahi öğrenci olan Dorothy Counts’un, arkasında onlarca ırkçı öğrenci okula girmemesi için ona tükürüp hakaretler ederken yüzünde dile gelmez gurur, gerginlik ve ıstırapla yürüdüğü görüntülerle açılıyor. Oldukça etkileyici bu fotoğraftaki kararlı duruş Paris’teki James Baldwin’i yüreğinden vuracak, onun yanında olmalıyım diyerek 1957 yılında kalkıp tekrar Amerika’ya dönecektir. 15 yaşındaki Doroty Counts taciz ve saldırılara ancak dört gün dayanabilecek, ailesinin kararıyla şehir ve okul değiştirmek zorunda kalacaktı.
Amerikan sinemasında siyahların serencamına kafa yoran James Baldwin, doğal olarak çocukken izlediği filmlerde babasına benzeyen kahramanlar göremeyecekti. Siyahları beyazperdede daha çok beyaz kız çocuğuna tecavüz edip öldüren hademe rollerinde izleyebilirdi. Tom Amca’yı Malcolm gibi Baldwin de sevmiyordu. Onun, beyaz adam gibi kendi elleriyle intikam almadığı için kahraman olmadığını düşünüyordu. Ne de olsa intikam almak John Wayne’nin tekelindeydi ve ona yakışırdı. Şöyle hayıflanıyor bir yerde: “Siz beş, altı ya da yedi yaşlarındayken filmlerde Gary Cooper Kızılderililer’i öldürür ve siz Gary Cooper’ı desteklerken, o Kızılderililer’in siz olduğunuzu keşfetmek büyük şok yaratır.”
Baldwin 1966 yılında FBI dosyalarında şöyle tanımlanıyordu: “Acil durumlarda ABD’nin milli savunması ve kamu güvenliğine ters düşen eylemlerde bulunması beklenebilecek tehlikeli bir birey.” FBI, Baldwin’in cinsel yönelimini de sorun etmiş rapora şu cümleyi iliştirmişti: “Baldwin’in eşcinsel olabileceği duyulmuştur ve görünüşe bakılırsa, olabilir.”
1960’lı yıllar ABD’de, “Pamuğu toplamak için bize ihtiyaçları vardı, artık yok. Olmadığına göre hepimizi öldürecekler. Tıpkı Kızılderililere yaptıkları gibi.” dedirtecek denli ırkçılığın ve ırkçı şiddetin zirveye çıktığı bir dönemdi. Baldwin’e göre o günlerde Amerika’da şöyle bir etrafına bakınmak bile peygamber ve melekleri ağlatmaya yeterdi. Aslında dört yıl süren iç savaşın (Kuzey-Güney) ardından 1865'te ABD'de kölelik kaldırılmıştı. Fakat anayasada madde değişikliği yapınca siyahlara karşı ayrımcılık öyle bir anda ortadan kalkıvermedi. Bilhassa ırkçılığın dozunun şiddetli olduğu güney eyaletlerinde Jim Crow Yasaları hüküm sürmeye başlamıştı. Bu yasa ırk ayrımcılığını yasal hale getiriyor, siyah ve beyazları sosyal hayatta birbirinden uzak tutmayı amaçlıyordu. Mesela siyahlar "beyaz okul"lara giremiyor, otobüste beyazlarla yan yana yolculuk yapamıyor, aynı binada hatta aynı mahallede bile oturamıyordu. Siyahların ev sahibi olabilmek için bankadan kredi çekebilmesi bile yasaklanmış (1980'lere kadar kredi alamadılar), oy kullanmaları zorlaştırılmıştı. (oy kullanmak için bugünün parasıyla 35 dolar ödemek, dahası okuma yazma bilmek gerekiyordu. Okuma yazma bilip bilmediğine de o anda sandık görevlisi karar veriyordu.) Sosyal hayatın her alanında "sadece beyazlar için" ve "siyahlar" tabelaları yer alıyordu. (2016 yapımı Hidden Figures adlı filmde çarpıcı biçimde işlenir bu ayrımcılık maddesi) Otobüs duraklarında bile "renkli bekleme alanı" yer alıyordu. Oteller, tiyatrolar, kütüphaneler, asansörler vb her yerde ayrımcılık olağan hale getirilmişti. Bu yasaya göre ayrı ırklardan insanların evlenmesi de yasaktı.
Jim Crow Yasaları’nı en çarpıcı işleyen filmlerden biri de 1962 yılında, alanında dâhi olarak nitelendirilen siyâhî piyanist Dr. Don Shirley’in, keskin siyah karşıtlığıyla bilinen güney eyaletlerine sekiz haftalık bir turneye çıkma hikâyesini anlatan Green Book’tur. Yüksek mertebeli zenginlerin özel davetlerinde çalacak olan Don Sherley, gittikleri her organizasyonda inanılmaz bir itibar görür ve her sunumu ayakta alkışlanır fakat sanatına büyük saygı duyan ve baş tacı eden aynı insanlar onun tuvaletlerini kullanmasına veya kendileriyle aynı lokantada yemek yemesine izin vermezler, mağazalarından satış yapmazlar. Değil mi ki Afro Amerikalı bir siyahinin, Amerikalı beyazlar için kendilerini eğlendirdiği sürece bir değere sahiptir. Normal şartlarda mısır tarlasında ürünleri hasat etmesi gereken zenci, eğer üstün bir yeteneği varsa o yeteneği beyaz efendilere keyifli vakit geçirtmek için kullanmalı sonra derhal tavuk kümesine geri dönmelidir. Bir zenci gettosunun dışına ancak bu koşullarda çıkabilir.
Fakat 1960’larda artık direniş de başlamıştı. Jim Crow yasası ve katı maddeleri 1965'lerden itibaren adım adım, eyalet eyalet kaldırılarak siyahların medeni hakları verilmeye başlandı. Fakat devlet bu aşamaya bir an aydınlanma yaşadığı için gelmedi. Belli birtakım insanlar farklı yol ve yöntemlerle bunun mücadelesini verdiler. Daha çok da kitlesel ve örgütlü bir mücadeleden ziyade bireysel çıkışlarla mevziler kazanarak yol kat ettiler. Zira siyah halkların geneli yaşadığı ikinci sınıf hayatı kader olarak bellemiş, zilleti kabullenmiş, pasif bir konumdaydı. Onları içine gömüldükleri gaflet uykusundan bir ırkın onur ve haysiyet mücadelesini veren adanmış birkaç karakter uyandıracaktı.
Bu etkili karakterlerden biri otobüste beyazların hakkı(!) olan ön koltuklara oturduğu ve bunda ısrar ettiği için tutuklanan Rosa Parks'ın pasif direnişiydi ki ateşlediği eylemler yüksek mahkemenin, otobüs ayrımcılığının anayasaya aykırı olduğunu ilanıyla sonuçlanacaktı. Beyazlardan oluşan bir okula kaydolma mücadelesiyle okul ayrımcılığının yasal olarak kalkmasını sağlayan Linda Brown da, bir beyaza aşık olan ve onunla evlenmek isteyen Lucy Persons'ın verdiği mücadele de anılmayı hak eden niteliktedir. ABD'deki sivil haklar hareketinin sembol ismi Martin Luther King'in yürüttüğü siyasi mücadele ile siyahların insani hakları için mücadele ederken aynı zamanda da "zenci"lerle boğuşmak zorunda kalan, güçlü hitabetiyle kitleleri yönlendirebilen Malcolm X'in verdiği kavgalar ABD’de ırkçı-ayrımcı yasaların değişmesi ve algıların dönüşmesi anlamında büyük katkılar sağladı.Bir şeyleri değiştirebilmek için bedel ödemeyi göze almak ve elini taşın altına koyabilmek gerekiyor. Yığınların afyonlanmış ruh hallerine bırakılırsa var olan acımasız statükonun değişmesi mümkün olmuyor. Keza 60’lı yıllarda siyahların eşit yurttaşlık mücadelesinin yanı sıra Vietnam savaşına karşı gösteriler yapılıyor, feministler, öğrenciler ve yeni solcu hareketler de müesses nizam ve değerlerine karşı başkaldırıyordu. Bir karşı kültür yaratma mücadelesi veriliyor, Amerikan rüyası denilen kalıplar sorgulanıyor, dayatılan pörsümüş değerlerle çatışılıyordu.
Tekrar Baldwin gündemimize dönelim. 1924 Harlem doğumlu James Baldwin, Amerika’nın gadrine çok daha erken uğrayanlardandı. Baldwin sadece teninin renginden dolayı zenci değildi. Aynı zamanda eşcinseldi ve yine aynı zamanda kiliseye kafa tutan biriydi. 1956 yılında, değil eşcinsel hakları henüz eşcinsellik kelimesinin bile açıklıkla kullanılamadığı bir dönemde, siyah bir eşcinsel olarak eşcinsel bir aşkı anlattığı “Giovanni’nin Odası” adlı bugün queer edebiyatının başyapıtları arasında sayılan romanını yazmıştı. Beklendiği üzere Amerikan muhafazakar değerlerine sıkı bir tekme savuran kitap sansasyon yaratmış, Baldwin’in hayatı da iki kat zorlaşmıştı. Çünkü sadece karşı mahalle değil bu kez Afro-Amerikan toplumu da ona ciddi tepki göstermişti.
Baldwin, Malcolm veya İslam Ulusu üyeleri gibi Müslüman değildi. Beyazların şeytan olduğuna inanamadığı için Kara Panter de olmamıştı hiç. Hristiyan bir cemaatin üyesi de değildi. Çünkü “benim sizi sevdiğim gibi siz de birbiriniz sevin.” diyen Tanrı buyruğunu duymamış gibi yaşıyorlardı. Kiliseleri renklere göre ayırmışlardı. NAACP (Siyah İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik) üyesi de olmamıştı. Çünkü onlar da sınıf ayrımlarına ve bunun illüzyonlarına ölümcül biçimde bulaşmıştı. Bütün bunlar Baldwin gibi ayakkabı boyacısı bir çocuğu tiksindirmeye yetmişti. Siyah İslam Hareketi’nin (Nation of Islam) kurucusu Elijah Muhammed’in “Peki ya şimdi nesin?” sorusuna şu cevabı verecekti: “Ben mi? Hiç. Ben yazarım…” Baldwin tüm kitaplarının hasılasının tek bir cümle olduğunu söylüyordu: ”Karşındakine sadece bir insanmış gibi davranmak.” Ona göre bu, her kişinin göstermesi gereken bir çabaydı. Hiçbir isim, slogan, parti, deri rengi ve hatta din insan hayatından daha değerli değildi.
James Baldwin 1948’de homofobi ve ırkçılık nedeniyle Amerika’yı terk edip cebinde 40 dolarla kendini Paris’te bulduğunda kafasında sadece hayatta kalmak vardı. Amerika’da dursa öldürülecekti. Oysa o kendini, özgür kalarak hikâyeyi duyurmakla sorumlu görüyordu. O yüzden “öteki” olmaya yazgılı olduğu memleketini terk ederek yersiz yurtsuz ama özgür olmayı tercih etti. Gitmeden önce içinde bulunduğu psikolojiyi sonraki yıllarda şu cümlelerle açığa vuracaktı: “…bir kez sırtını topluma döndün mü ölebilirsin. Ölebilirsin. Ve bir daktilonun başına oturup da bunun üzerinde yoğunlaşmak, eğer etrafındaki dünyadan korkuyorsan çok zordur. Paris’te yaşadığım yıllar benim için bir şey yaptı: Beni o özel sosyal terörden, kendi zihnimin paranoyası olmayıp da her polisin, her patronun, herkesin yüzünde görünen gerçek tehlikeden kurtardı.”
Roman, deneme, tiyatro yazarı ve isyankâr bir sivil haklar aktivisti olan James Baldwin, Harlem doğumlu zenci bir eşcinsel için cehennemî bir ülke olan Amerika’yı terk ettikten sonra birçok ülkede yarı göçebe bir yaşam sürdü. Bu ülkelerden biri de aralıklarla on yıl kaldığı ve altı eserini kaleme aldığı Türkiye’ydi. Tiyatrocu arkadaşları Engin Cezzar ve Gülriz Sururi’nin misafiri olarak geldiği İstanbul’da huzuru bulmuş ve aylarca üzerinde çalışıp yazamadığı kitaplarını birkaç ayda yazabilmişti. Gülriz Sururi bunu şöyle açıklıyordu: "İstanbul'da hem cinsler arasındaki ilişkiler çok farklıydı. Erkekler el ele dolaşıyordu ki bu, o dönemde "Mesafeni koru" diyen Amerikan homofobik kültürü için görülmemiş bir şeydi. Kültürel olarak bu kadar farklı bir yerde olması, benim görüşüme göre onu özgürleştirdi.”
Baldwin kendini özgür ve güvende hissettiği İstanbul’da Engin Cezzar ve Gülriz Sururi ile birlikte hapishanede geçen bir eşcinsel aşk hikâyesi olan “Düşenin Dostu” adlı oyunu sahnelemişti. Oyun kapalı gişe oynanmaya başlandığı sıralarda Türkiye’de bitirdiği ve Amerika’da bestseller olan kitabı “Bir Başka Ülke”nin ülkesinde yasaklandığını öğrenip apar topar Amerika’ya gitti. Fakat Baldwin, kitabı için özgürlük mücadelesi vermek üzere Amerika’da iken İstanbul’da da tiyatro oyunu yasaklara maruz kaldı.
Baldwin çok sevmesine rağmen Türkiye’ye tamamen yerleşmeyi hiçbir zaman düşünmedi. Gerekçesini, vatanında insanlar acı çekerken mücadeleden kaçmamak olarak koyuyordu. İstanbul’da Arap Jimmy olarak biliniyor, çok seviliyordu. Fakat 1980 ihtilalinden sonra bir daha Türkiye’ye gelmedi. O döneme tanıklık eden ve Baldwin’in yakın arkadaşı olan gazeteci Zeynep Oral bunu 12 Eylül ihtilaline bağlıyor, ”Faşist bir iktidarın yönettiği ülkede bulunmak istemedi. “ diyor. Zaten 1987 yılında 63 yaşında iken mide kanserinden vefat ediyor. Türkiye ile olan bağına dair geriye Engin Cezzar ile mektuplaşmalarını içeren “Dost Mektupları” kalıyor.
James Baldwin efsanesine veda ederken şunları da söylemeden geçmeyelim. Irkçılığın insanlık için bir maraz olduğunu, ırkçılığı savunmanın veya üstü örtük olmayan net ırkçı iddialarla siyaset yapmanın pek akıl karı olmadığını düşünenlerdenim. Avrupa'da bunu yapan ve son yıllarda ciddi oranlarda oy da almaya başlayan partiler olmakla birlikte ırkçılığın, ayrımcılığın yanlışlığının kabulü anlamında insanlık belli bir aşamaya gelmiş bulunuyor. Genel kabul bu yönde gözüküyor fakat gerçeklikte öyle mi, emin olmak çok mümkün değil. Farklı versiyonları her gün dünyanın her tarafında misliyle yaşanmaya devam ediyor. Günümüzde Avusturya'da Türk olmak, Avrupa veya ABD'de müslüman olmak, İran'da Sünni, Suud diyarında Şii olmak, Türkiye'nin kimi yerlerinde veya Batı'nın herhangi bir ülkesinde Suriyeli olmak ile elli altmış yıl öncesine kadar ABD'de zenci olmak arasında gösterilen muamele bağlamında hiç bir fark yok. Farklı olana tahammülsüzlük, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, önyargı, ötekileştirme, etnosantrizm, islamofobi, ırkçılık veya ırkçılığın alt dalları olarak kültürel, klasik, sembolik veya görünmeyen ırkçılık...
Irkçılık farklı türleri ile adı her ne olursa olsun her coğrafyada giderek yükselen bir değer haline gelmekte ve arızi bir durum olarak görülerek kınanıp geçilecek basitlikte bir mesele olmaktan da çıkmış durumdadır. Irkçılık gayet bilinçli, ideolojik bir duruş ve ciddiyetle mücadele edilmesi gereken, düşünsel-felsefi altyapısı olan bir olgudur. Batı felsefesinin en öneli temsilcilerinden birisi olan Kant’ın insanları ten rengine göre dört ırka ayırarak zencileri iğrenç kokan, duyguları olmayan kimseler olarak tanımladığını ve zencilerin tek bir konuda bile yeteneğinin olmadığını, özgürlüklerine kavuştuklarında bile büyük sayılabilecek bir yapıt ortaya koyamadıklarını söylediğini dikkate aldığımızda felsefi temelleri inşa edilmiş derinlikli bir olgudan bahsettiğimiz anlaşılacaktır.
Peki Biz Ne Durumdayız?
ABD'deki Jim Crow yasasının keskin ve insanlıktan nasipsiz uygulamalarına karşı çıkmak, orada eziyetlere maruz kalan siyahlara sempati beslemek veya çeşitli versiyonlarıyla Nazi ırkçılığını lanetlemek kolayca yapabildiğimiz bir şey iken bulunduğumuz coğrafyada bizden farklı olan ve öteki olarak kodladığımız unsurlara karşı ırkçı-ayrımcı tutumdan ne kadar arınmış bir şekilde bakabildiğimizi kendimize sormamız gerekiyor.
Konda araştırma şirketinin yayınladığı, Bekir Ağırdır’ın “Hikâyesini Arayan Gelecek” adlı kitabında yer verdiği istatistikler orta yerde duruyor, bakalım:
Türklerin yüzde 57,6'sı Kürt gelin, yüzde 53'ü Kürt iş ortağı, yüzde 47,4'ü Kürt komşu istemiyor. Aynı şekilde Kürtlerin de yüzde 22,1'i Türk komşuya onay vermiyor. Kürt veya Türk yerine Alevi olarak sorduğunuzda daha facia oranlar ortaya çıkacaktır. Irkçı beyazların gadrine uğrayan siyahlara duyduğumuz merhameti ve eşitlikçi duygularımızı yanı başımızda bin yıldır ortak bir coğrafyada, ortak bir tarihi yaşadığımız milletlere gösterebiliyor muyuz kendimize sormamız gerek. Teoride herkes farklı kimliklere saygılı ve farklı olanı zenginlik olarak görüyor fakat Suriyeli sığınmacılarla aynı şehirde yaşayabileceğini belirtenlerin oranı yüzde 40'ı; mahallemde, iş yerimde, okulumda Suriyeli sığınmacı bulunabilir diyenlerin oranı yüzde 31'i gösteriyor. Suriyeli yerine Rum veya Ermeni kelimelerini koyduğunuzda ise bu oranların diplere yaklaşacağını tahmin etmek güç değil.
Hani ırkçılık-ayrımcılık kötüydü, insanlık dışıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse herkes bulunduğu kompartmanda mutlu ve mesut. Ve kimse öteki addettiği kimselerin sosyal mesafesine girmesine izin vermek istemiyor. Zihinsel ve psikolojik duvarlarımızı yıkmak ve kafa konforumuzu bozmak ise hiç hoşumuza gitmiyor.
Yeni yorum ekle